Kültür bir iklim, zemin, ortam içerisinde yaşanır. Anlatarak kültür ihya edilemez ancak bilgisini sunmuş olursunuz ki, modelleme yapmadan, yaşanmadan, iklim oluşturulmadan anlatılan kültüre ait bilgiler de kuru bilgi olarak kalır ve tam mânâsıyla kavrayamayız.
Postmodern dünya toplumların hafızasını aldı. Hafızasıyla beraber milletin hatırası da kayboldu. Bu hususta neler söylemek istersiniz?
Sanayileşme ile başlayan sonrasında teknolojik dönüşümle birlikte zirveye ulaşan değişim süreci bireyleri ve toplulukları büyük ölçüde farklı bir yere taşıdı. Bu süreç çok hızlı bir şekilde gerçekleşti. Teknolojik dönüşümle birlikte eğitim seviyesinin yükselmesi en ücra, kırsal noktalara kadar teknolojik aletlerin kullanılmasını artırdı ve teknolojiye doğru büyük bir göç başladı. Bu da hafıza kaybını, hatıra eksilmesini daha da körükledi. Bu esasında insanlık tarihinin her döneminde olan bir durum. Ancak teknolojik dönüşüm bu hızı olağanüstü bir şekilde hızlandırdı. Eski dönemlerdeki değişim süreçlerinde insanlar değişimin yavaşlığından istifade ederek kendi hatıralarını, hafızalarını, geleneklerini, alışkanlıklarını ve kültürlerini bir sonraki kuşaklara aktarıyorlardı. Kuşaklar arasındaki değişim farkı ilk başta 100’lü yıllardan 50’li yıllara kadar, günümüzde ise 10’lu yıllara kadar indiği için bahsettiğimiz kültür, gelenek, hatıra ve hafıza kaybı olağanüstü seviyeye ulaştı. Burada yapılması gereken şu; hafıza kaybının, hatıra kaybının, gelenek, din, inanç kaybının farkında olan kitleler, insanlar, kanaat öncülerinin kültürün, geleneğin, hatıranın yeniden üretimi noktasında gayret göstermeleri gerekir. Bahsettiğim tuzak şudur; bu değişim karşısında kimi zaman geleneği önemseyen, hatırayı, hafızayı önemseyen topluluklar ya da kişiler büyük bir retçi duruma düşebiliyorlar. Bu aşırı ret, modernliğin bize sunduğu bütün imkânları tamamen reddettikleri zaman bu modernliğin içinde doğan çocuklar ve genç kuşaklar ile kendileri arasındaki iletişim de kopuyor. Bir kültürün yeniden üretimi ve o kültürün devamlılığı hep bir sonraki kuşakla mümkündür. Çünkü, yetişkinler ve yaşlılar geleneklerini ve göreneklerini, alışkanlıklarını, duyarlılıklarını, hassasiyetlerini yaşarlar ve bunu kendisinden sonraki kuşaklara bir model olarak gösterirler, aynı zamanda anlatırlar ve bir iklim oluşturarak da zaman ve mekân boyutunda bunların yeniden üretilmesini, gençleşmesini, filizlenmesini sağlarlar. Ancak retçi bir yaklaşım bu iletişimi kopardığı için bu defa toplum; gençler ve yaşlılar, modernler ve modern olmayanlar, gelenekçiler ve modernistler şeklinde keskin biçimde ikiye ayrıldığı için arada bir etkileşim imkânı kalmıyor. Etkileşim imkânının kalmaması da esasında bizim korktuğumuzun daha hızlı biçimde bizim başımıza gelmesine sebep oluyor. Geleneği, hatırayı, hafızayı, kültürü önemseyenler bunları korumak için retçi bir pozisyon alıyorlar ama aldığımız retçi pozisyon korktuğumuzun daha büyük bir oranla, ivmeyle, daha büyük bir hasarla üzerimize gelmesine neden oluyor. Sentezci bir yaklaşım önermiyorum. Etkileşimi koparmayacak şekilde bu taraflar arası, kuşaklar arası hatta cinsiyetler arasındaki iletişimin sürdürülmesi gerektiğini ve bu iletişimi sürdürürken de pasif, savunmacı değil, tamamen aktif, inancımızı zaman ve mekân boyutunda bütün detaylarıyla yaşayıcı bir yöntemle bu hafızanın korunabileceğini düşünüyorum.
İleriye bakan ama aynı zamanda geçmişten de kopmayan bir yaşam tarzından bahsediyorsunuz. Ama şöyle bir durum da söz konusu; kültür dediğimizde yahut kültürel bellek dediğimizde bir şey oluşmuyor artık. Kültür dediğimizde ortada kültüre dair bir şey yok, ayrıca tanımı da yok. Mesela kültür-sanat sayfaları dediğimizde de onun karşılığını bulamıyoruz. Kültüre ve sanata dair bir şey yok. “Kültürün kodlarından faydalanacağız” diyoruz ama neyden faydalanılacağı da bilinmiyor. Böyle bir eksiklik, farkına varamama gibi bir durum söz konusu.
Evet, bu bizim gafletimiz. Hem de kültürü, geleneği, hafızayı, hatırayı önemseyenlerin gafleti. Kültür, bir iklim, zemin, ortam içerisinde yaşanır. Anlatarak kültür ihya edilemez ancak bilgisini sunmuş olursunuz ki, modelleme yapmadan, yaşanmadan, iklim oluşturulmadan anlatılan kültüre ait bilgiler de kuru bilgi olarak kalır ve tam mânâsıyla kavrayamayız. Kültürü, geleneği, hafızayı önemsiyorsak tutarlı bir biçimde bunu yaşama gayreti içinde olmalıyız. Bunu başarabilirsek kültür kendini kendi kodları içerisinde dönüştürür, çağa hazırlar ve yolda kaybolmadan bir sonraki nesle, çağa kendini ulaştırır. Çok klasik bir örnek verelim; eğer savaş meydanında demir kılıç olmasaydı çizgi filmlerde ışın kılıcı olmazdı. Işın kılıcı bir modernleşmedir ama kılıcın kendisi bizatihi hafızadır, bellektir. Biz çelik kılıçta ısrar etmeseydik, çizgi filmlerde, animasyonlarda ışın kılıcı olmayacaktı. Belki belleğe dokunmayan başka bir şey insan eseri olacaktı. Bu örnekleri hayatın her alanında çoğaltabiliriz. Mesela bizim terzilerde kullanılan makas olmasaydı, o makasın geleneğini, belleğini sürdürmüyor olsaydık, dijitalde kesme işareti makas şekline olmayacaktı. Bugün en modern bir çizgi filmde, animasyonda bir şeyin kesilmesiyle ilgili dijital bir işaret konulacağı zaman terzi makası yahut berber makası işareti konuluyor. Esasında bellek, hatıra devam ediyor. Bunda ısrarcı olmamız gerekiyor ki, bellek sürdürülebilsin. Başka türlü muhafazakâr bir duruş, yeniliği reddedici, zaman ve mekân boyutundaki değişimi tamamen reddedici bir yaklaşım bütün bir ilişkiyi koparır. Eşyayla, insanla, alternatifle, muhalifle iletişimimizi kopardığı için geleneği yenilemek yerine biz kendimiz farkında olmadan irtibatı kesiyoruz. Diğer türlü tamamen teslimiyet de; “Bizim geleneğimizde bir şey yok, artık direnemeyiz, dünya çok değişti.” gibi bir yaklaşım da zaten gönüllü bir terk ediş olduğu için geleneğin kendisinden tamamen vazgeçmektir. Burada sivil toplum kuruluşlarına, Müslüman entelektüellere, âlimlere düşen görev aynı zamanda eğitim kadar kültür ve sanata önem vermeleridir. Çünkü, eğitimden daha çok kültür ve sanat mecraları belleğimizi, hafızamızı tazeler, yeniden kodlar, yeniden üretir. Hem bunların yeniden üretilmesini sağlar hem de sonraki kuşaklara dolaylı bir anlatım yoluyla kazandırılmasını sağlar. Ama dikkat edelim Türkiye’de ve benzer ülkelerde kültür ve sanattan daha çok eğitim kutsallaştırılmıştır. Eğitim ise kültürün iletilmesinde, belleğin, hafızanın, geleneğin, inancın, imanın iletilmesinde daha zayıftır.
Kültürün eğitimi olur mı, doğrudan hayat tarzı ile alakalı değil mi?
Evet, çok güzel özetlediniz. Eğitim bir hayat modeli değildir, Türkiye’deki eğitim daha çok dikteye dayanan, anlatılmaya dayanan, kuru bilgi vermeye dayanan bir sistemdir. Ama kültür ve sanat yöntemleri ise modellemeye, ruh oluşturmaya, hayattan kesitler sunmaya ve iklim-ortam oluşturmaya dönük bir boyutu olduğu için de belleğin, hafızanın, hatıranın, inancın daha kolay üretilmesini sağlar.
Bugün kitaplar, makaleler ve hatta videolar bile artık ansiklopedik bilgi vermek üzere kurgulanmış. İrfan denen mefhum kayıp. Haliyle irfanın olmadığı yerde arifi de göremiyoruz. Kuru bilgi her yerde insanların karşısına çıkıyor; ancak biz bilgiyi özümseyemiyoruz.
Bizim medeniyetimiz ve İslâm inancımız kuru bilgiyi önemsemez. Bilgiyi yaşamak için bir aracı kabul eder. Yoksa modern dünya kuru bilgi üzerinden iyi bir kariyer tasvip etmez bize. “Bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?” ayeti esas itibariyle bir amel vurgusudur. Ayetin öncesine ve sonrasına baktığımız zaman bunu görürüz. Bilenler ile bilmeyenler bir olmaz çünkü bilenin yapabilme imkânı ortaya çıkmıştır. Kuru bilginin bir kıymeti vardır; ama bu bilgi kıymet-esas itibariyle insana yapabilme, amel ortaya koyabilme, işleyebilme, faydalı olabilme imkânı sunduğu için bilenler ile bilmeyenlerin bir olmayacağını düşünüyorum. Burada irfan dediğimiz o derin bilginin, hayat ile ilişkilenmiş bilginin ortaya çıkması için birkaç şeye ihtiyaç var. Birincisi dediğimiz gibi bilginin kendisine ihtiyacımız var. İkincisi, yaşanmasına ihtiyaç var. Üçüncüsü bunun hikmet ile ve çok güzel bir şekilde anlatılmasına ihtiyaç var. Ama anlatmayı ön plana alıp yaşamayı arka plana atarsak buradan irfan çıkmayacağı gibi kültür ve bellek de oluşmaz. Bilgiye sahip olacağız, bunu yaşayacağız, yaşamak aynı zamanda o bilgi ile derinleşmek anlamına gelir. Hikmete ve irfana yaşama sürecinde ulaşırız. Yaşadığımız, derinine vakıf olduğumuz bilgiyi irfana dönüştürürüz, o irfanı da hem yaşayarak hem de anlatarak bir başkasına gösterdiğimizde orada bir iklim oluşur ve toplumsal hafıza oluşturur. İş kişisel bellekten çıkar, toplumsal belleğe, toplumsal kültüre, toplumsal ahlâka doğru dönüşmüş olur. Modernleşme ile mücadelemizde şunu da belirtmek isterim; belleğimizde, hatıramızda, kültürümüzde, geleneğimizde var olan zaman içerisinde tortulaşmış hususları bir başkasına bırakmadan kendimizin temizlemesi gerekiyor. Çünkü, her gelenek, kültür, hafıza esasında o milletin, o coğrafyanın sahip olduğu din üzerinden gelişir. Mesela Anadolu’daki gelenek, hafıza, belleğimiz, hatıralarımız İslâm dininin etkisiyle oluşmuştur. Ancak din ilahidir, Allah’tandır, kültür, bellek, hatıra ve hafıza ise beşer ürünüdür. Dinin yaşanması sürecinde toplum eliyle oluşturulmuş bir beşerî varlıktır. Beşerî varlık olduğu için arada tortular, kirler ve paslar oluşur. Zaman içerisinde toplum, kiriyle, pasıyla bütün bir hafızayı vahyin ürünü ya da Peygamber’in sünneti gibi kabul etmeye başlar. Oysa öyle değildir. Bazı geleneklerimiz vardır ve toplum onu temiz bir inancın ürünü gibi kabul edebilir, öyle zannedebilir, öyle anlamıştır zaman içerisinde, oysa o bir tortudur. Toplumun öncülerinin bu tortuların yine sosyolojik bir boşluk oluşturmadan yavaş yavaş temizliğini yapması gerekir ki, o tortular, kirler ve paslar hatıranın genelini işgal etmesin veya baskın hale gelmesin. Kirler ve paslar baskın hale gelince iki durum ortaya çıkıyor. Modernleşme tortuları oradan doğuyor. “Sizin şöyle bir geleneğiniz var, şöyle bir yanlışlığınız var, hayata uymayan şöyle bir damarınız var. İşte bu insanlığa uymaz, bu yaşama uymaz, bu ekosisteme uymaz, bu ahlâka uymaz.” deyip toplumları oradan eleştiriyor. Bu bir gelenek eleştirisi olabilir ama toplum bunu aynı zamanda inanç eleştirisi gibi kabul ettiği için yanlış yerde siper alıyor ve yanlış bir geleneği korumaya çalışırken kaybettiğinde de inanç merkezli bir savaşı kaybettiğini düşünmeye başlıyor. Ve o yanlış geleneği korurken aynı zamanda bir yanlışın da büyümesine, kökleşmesine aracı olabiliyor.
Toplumun ve kültürün dil ile de büyük bir alâkası olduğunu düşünüyoruz. “Dilini kaybeden, dinini kaybeder.” sözü bu anlamda tam yerindedir. Çünkü, dil olmayınca kültürü ve toplumu kaybettiğimiz gibi dini de kaybediyoruz. Şunu belirtmek istiyorum; aynı dille bile konuşamıyoruz artık. İnsanlar 50-100 kelime ile konuşuyor. Toplumun dil konusundaki eksikliği hakkında neler söylemek istersiniz?
Öncelikle şunu söyleyeyim, gençlerimiz 50-100 kelime ile konuşmuyorlar daha fazla kelime ile konuşuyorlar. Ama toplumda 50-100 kelime ile konuşan gençler ve yetişkinler de var. Az kelime gençlerin problemi değil kaldı ki, az kelime ile konuşan gençlerin kendilerinden kaynaklanmıyor, toplumda, ailede konuşulan, ders kitaplarında ve bazı eserlerdeki kelime kısırlığı veya zenginliği ile alâkalı bir durum. Esasında burada bahsetmek istediğim kavramlardır, mefhumlardır, kelimelerdir. Peki kelimeler nasıl oluşuyor? Kelimeler iki şekilde oluşuyor. Birincisi, bir toplum kendisinden önceki toplumun kullandığı kelimeleri kullanmaya devam ediyor. İkincisi de değişim sürecinde ortaya çıkan yeni anlamlara, yeni ürünlere, yeni eşyalara verilen kelimeler var. Esas mesele burası. Çünkü, dil canlı bir varlık olduğu için zaman ve mekân boyutunda yolculuk ederken yeni şeyler alıyor bünyesine. Bu yeni aldığı şeyler, yeni üretilen eşyalar, yeni üretilen malzemeler, anlamlar ve formlar. Bunlara yeni kelime, ad veriliyor. Bu adı kim veriyor? Üretenler veriyor. Dolayısıyla bir toplum teknolojide, tarımda, eğitimde, bilimde, dinde, şehirleşmede yeni üretimler yapabiliyorsa yeni kelimelere sahip oluyor demektir ve bu kelimeleri üretmeyen toplumlara da veriyor demektir. Bu aynı zamanda hangi ülkenin, hangi inancın, hangi medeniyet veya kültürün değişimin sahibi olduğunu da gösteren bir husus. Mesela bilgisayar üretildiğinde Türkiye’ye bilgisayar “computer” olarak geldi. Bizim kelimemiz değildi başka bir kelimeydi. Her kelime ile kavram kendi doğduğu topraklardan o toprakların inancından, kültüründen ve örfünden dokuları barındırıyor. Tek bir kelime içinden bunu anlamakta zorlanabiliriz ama birçok kelimeyi bir araya getirdiğimizde bunu görebiliyoruz. Mesela tüketici diyoruz, tüketici kelimesi tercüme ettiğimiz bir kelimedir ama harfleri Türkçe olmakla birlikte kelimenin ruhu ne Müslümancadır ne de Türkçedir. Çünkü biz tüketmeyiz, biz ihtiyacımızı gideririz veya kullanırız. Biz yemek yerken tüketmeyiz, biz bir eşya kullanırken onu tüketmeyiz. Tüketici kültürü başka bir şeydir, o başka bir medeniyetin başka bir ruhun kelimesidir. O ruhun bizde olmaması gerekir. Ama o kavramı ve o kavramın gerektirdiği dünyayı, eşyayı, sistemi, mekanizmaları başka bir toplum üretti ve biz onu aldık, o kelimeyi alırken aynı zamanda bir sistemi devraldık. Bu hem bizim yaşamımızı kendi belleğimizin dışına iterken aynı zamanda dilimizi de fakirleştirdi. Dili korumak sadece “O kelimeyi kullanma bu kelimeyi kullan.” demekle baş edeceğimiz bir husus değildir. Bunu da yapmalıyız ama aynı zamanda ders kitaplarımızda, kültürel ürünlerimizde daha fazla kelime kullanmak ve bu kelimelerin kullanışı üzerinden toplumun kelime zenginliğini de arttırmalıyız. Bu birinci husus. İkinci husus; her alanda yeniden üretim yaparak yeni kelimelerin de sahibi olmalıyız. Esasında bu ailede çocuk doğması gibidir. Bir ailede çocuk doğduğu zaman ona isim verilir değil mi? İsmi kim verir, aile verir. Komşu vermez yahut toplum vermez, o aile verir. Dolayısıyla her alanda üretimi arttırabilirsek, bunu sadece eşya anlamında söylemiyorum soyut ve somut üretimleri arttırabilirsek aynı zamanda kelime zenginliğimizi, kavram zenginliğimizi de arttırmak, geliştirmek anlamına geleceği için dilin hem korunması hem de zenginleştirilmesi anlamına gelir.
Dilin propagandasının yapılması anlayışı da ortaya çıkıyor.
Yoğun üretim dilin kendi propagandasını doğal olarak yapıyor. Çünkü, siz bir şey üretiyorsunuz ve ona bir ad veriyorsunuz ve o ad bütün dünyaya onunla birlikte yayılıyor. Hem başka bir kelimenin dilimize gelmesinden kendinizi korumuş oluyorsunuz hem de kendi kelimenizi içindeki ruhu ile birlikte başka bir topluma da bir tebliğci gibi adeta göndermiş oluyorsunuz. Şöyle bir istisna da var; biz tamamen kelime karşıtlığı üzerine de bir dil korumacılığı ortaya koymamalıyız. Çünkü, dillerde esasında birbirlerinden kız alarak, damat evlendirerek kelime zenginliği sağlıyorlar. Ama bunun bir başka dili sömürmek anlamına gelmeyecek şekilde bir orantıyla sürdürülmesi gerekir yoksa diğer türlü bir dilin kendi içine tamamen kapanarak kendini koruması da mümkün değildir. O dilde fakirleşir.
Biz hafızamızı, inancımızı, kültürümüzü ve medeniyetimizi savunmacı bir hayatla değil tamamen üretime dayalı, aktif bir hayat tarzıyla koruyabiliriz. Buna dikkat etmemiz gerekir.
Teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Dergisi 203. sayı, Ağustos 2021