Geçtiğimiz gün Cumhurbaşkanı Erdoğan genç yaşta evlilik, aile olmaya teşvik yanında nüfusumuzun artış hızı ile alakalı konuştu. Bu bağlamda mevcut aile yapısını da tehdit eden kanun ve düzenlemelere ilave olarak İstanbul Sözleşmesi tartışılırken hâlâ umumî ve kesin bir kanaate varılmadığı görülüyor. Nereye gidiyoruz?
Farkında mısınız; İstanbul Sözleşmesi ile ilgili tartışmalar tükendi. Bu meselede ısrarcı olan bir iki yazar görüyorum. Bunun da bizim gibilerin gündeme getirdiğimiz hususların tesirinden kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü konuştukça bu işin daha geriden gelen bir geçmişi olduğunu herkes görüyor. Pek çok kişi esas meselenin temelinde İstanbul Sözleşmesi olmadığını, AİHS ve CEDAW olduğunu anladı veya anlamak isteyenler anladı aslında... Fakat bu iş şimdi de sadece muhalefet için muhalefet edenlerin yürüttüğü bir noktaya geldi. Dolayısıyla bu toplumda kadınların zor durumda olduğunu biliyoruz. Kadınlarımız mevcut “insan hakları” teorisini kabul eden eğitim sisteminden geçmiş, modern hayata da resmî olarak katılmak isteyen insanlar, bireyler... Evliliğin sosyal bir model ve ideal bir ahlâkî kurum olmasını engelleyen en önemli sebep muhafazakârların zihniyet dönüşümüdür. Türkiye’de dindarlar evlilik müessesesi bakımından bir model teklif edemiyor. Çünkü “aile” kavramını tanımlayamıyor. Kanaatimce “Evde kalma vergisi” yerine evli ve çocuklu olmak şartıyla ailelere ek maaş sistemi getirilmelidir. Çalışan çocuklu kadına maaş verilmesi teklif edildi. Çalışmayan çocuklu kadına çocuk başına maaş bağlanmalıdır. Evli-çocuklu ailelere çocuk başına 10 yıl aylık 600 TL verilse yaşları 50’nin üstüne çıkmış ailelerde bile sonuç alınacağını düşünüyorum. “Aile çöküyor” söylemi bu kuruma mahsus teklif getirmediğimiz sürece boş bir söylemdir. “Aileyi yeniden nasıl inşa ederiz?” sorusuna cevap verilmesi gerekir. 30-35 yaşında evlendirilen bir gençlikle hareket eden toplumlar 100 yılda 2,5 nesil alabilir. Bu ise intihar demektir. 40 yıl önce toplumumuzda insanlar 20 yaşında evleniyorlardı, bu ise “100 yılda 5 nesil alınmaktadır” demektir. Nüfus, bir savaş cihazıdır. Aile bir vatandır.

Evet, realite bu...
İstanbul Sözleşmesi eleştirileri bir aile tasavvuru geliştirmiyor. 2002’den önceki Türk Medeni Kanunu’nda “ailenin reisi kocadır” hükmü vardı. Bugün kaç kişiye bunu kabul ettirebilirsiniz. İslam fıkhının aile değerlerini kabul ettirebilir misiniz? Bu kadınlara “İslam’da evin reisi hukuken kocadır, kadın eski Medeni Kanun’da olduğu gibi çalışmak için kocasından izin almalıdır” diyebilir misiniz? Herhangi bir Müslüman olarak bunu diyemeyeceksek devlet nasıl söyleyebilir. Bir hukukçu olarak meseleye insaflı bakabiliyoruz. Kanunları ve toplumu görüyoruz. Öte yandan Müslümanların ne ölçüde seküler olduğunu da görebiliyoruz. Osmanlı’da nikah mehri uygulamasında mehir değeri “1+1 daire” idi. Erkeğin borçlandığı miktardır bu. 16.-17  yy. Osmanlı Kadı Sicilleri’ne gittiğiniz zaman bunu görüyorsunuz. Bugün bunu erkeğe kabul ettiremezsiniz. “Yarın boşanma ihtimali olan bir kadına niçin daire veriyormuşum kardeşim” der. Söz konusu hukuka göre, “Mehr-i muaccel” ve “mehr-i müeccel” şeklinde iki ödeme şekli vardır. İkinci ödeme şekli, ecele yani eşin ölüm durumuna bağlı olarak veya vadeye tabî olarak kayıt altına alınmaktaydı Osmanlı sisteminde. Muaccel olan nikahta verilmiş, kalanı için koca borçlanmış. 20 yaşında bir genç olduğunuzu düşünün, “mehr-i misil” diye bir kavram var. Evleneceğiniz kadın da, “benim mehr-i mislimin değeri 150 bin liradır” dedi. Ne yapacaksınız.

Hocam bu meblağ çok yüksek değil mi? Adam niye bu mehri versin?
Bakın, gördüğünüz gibi burada tartışılmamış çok mevzu var. İşin ilginç tarafı, Türkiye’de “Hanefiyim, Maturidî mezhebindenim” diyen insanlar bir taraftan İslâm hukuku istiyor. Fakat bu insanlar iş pratikte İslâm fıkhına gelince hiç de bu fıkha göre hareket etmediklerini görüyoruz.

Osmanlı uygulamasında her kadının mihr-i misil hakkı vardır. Yani akit sırasında kadın mehir tayin etmemiş olsa bile kocası onu haksız yere boşamaya kalktığında mahkemeye gider ve mehr-i misilinin tayin edilip, karar altına aldırabilir. Söylediğim gibi bu meblağ tespitlerime göre günümüzde 1+1 daire karşılığıdır. Müslüman erkekler bu hakkı teslim etmiyor. Bir taraftan mevcut hukuku “Batı kanunları” diyerek eleştiriyor, diğer yandan referans aldıkları fıkhın gereğini yapmıyorlar.  Mehir meblağını 1+1 daire düzeyinde görünce “çok yüksek” dediniz. Oysa bugün bir evlilik yapmak düğün salonu, balayı, eşya, takılar, gelinlikler vs. derken neredeyse 100.000 TL’yi aşıyor. Üstelik düğünde takılan takılar da Yargıtay kararına göre gelinin olduğuna göre, damat “düğünde takılanla borçları öderim” diyememektedir. O halde Müslümanlar gelini eve getiren kültüre geri dönmelidir. “Gelin” kelimesi “eve gelen” demektir. Bu yol açılırsa konut borçlanmasını gerektirmeyen yeni bir aile sistemi ve mimarî sistem doğacaktır.
 
30 yaşını aştığı halde evlenemeyen baskın bir nüfus var. Ancak buna “işimiz mi var, evimiz mi var. Hayat pahalılığı işte” şeklinde itirazlar da var.
Eşinizle oturun konuşun mesela... Totalde 20 yıllık eğitim sürecinde 200.000-250.000 TL çocukların öğrenimine para harcıyorsunuzdur. Eşinize “Ben bu parayı harcamayacağım; çocuğu 17-18 yaşında şu mesleğe göndereceğim” diyebilir misiniz?

Diyemem sanırım...
Zihnen kabul edip diyemiyorsunuz. Dolayısıyla bu topluma yönetici olduğunuz zaman da hiç bir şey yapamazsınız. Türkiye, geniş ölçekte erken dönem Cumhuriyet modernleşmesini aştı. Hatta Müslümanlar artık doğrudan “kendiliğinden modernleşme” süreci yaşıyor. Yani bu modernleşmenin Kemalist modernleşmeyi de geride bırakan bir sekülerleşme olduğunu kabul etmeliyiz. Tayyip Bey’in, söylediklerinden hareketle onun konumunu Dede Korkut gibi, bir büyüğün halkına nasihatleri olarak görüyorum. Neden Dede Korkut misalini verdim. Çünkü önce bütün kadroların bu meseleyi kabul etmesi lazım. Kadrolar bu öğüde kulak kabartamayacak derecede geleneksel değerlere yabancılaşmış zihinle düşünüyor. Türkiye’de hemen bütün entelektüeller “geleneksel aileye dönemeyiz” diye düşünüyor. Bildiğiniz üzere Dede Korkut destanında Bayındır Han, çocuğu bulunmayan Dirse Han’ı görünce “Erkek evladı olanı ak otağa, kız evladı olanı kızıl otağa, çocuğu olmayanı ise kara otağa oturtun. Çocuksuz Han’a kara aş verin, altına kara post serin” der. Türkiye özellikle batı illeri bakımından düşünülürse kendilerine “kara aş” yedirilmesi gereken bir topluma dönüşmüştür.

Nüfusumuz alarm veriyor fakat hâlâ hissedilir tedbirler hayata geçmiş değil...
Tayyip Bey bundan 4-5 sene “en az 3 çocuk olmalı” diyordu. Ben de bunun olması gerektiğini söylemiştim çünkü sosyal sigorta sisteminin çökmek üzere olduğunu yazmıştım. Fakat o zaman da bana, “sen bu hükümeti mi destekliyorsun” dediler. Bu hükümeti destekleme meselesi değil ki? Bakın, Türkiye’nin batısında şu an, aile başına çocuk 1’e düştü. Nüfus artış hızı yüzde 1.8’e gerilemiş durumda. Aile başına 2 çocuğun üzerine çıkması halinde ancak nüfus kendi varlığını koruyabiliyor. Dolayısıyla bu kadar genç nüfus üniversitede okuyor, en az 10 senesini okula veriyor; vakit kaybediyor. Bu on yıl zarfında maaş da alamadığından artı 10 yıl daha, toplamda yirmi yıl kaybetmiş oluyor. Büyük bir tehlikenin eşiğindeyiz. Nüfusun hâkim yapısı bakımından da böyle durum. Türkiye’ye göçmüş Suriyeli bir genç, çalıştığı ara mesleklerde aldığı ücretlerle 10 sene sonra evi, arabası olabilecek. Ama ara eleman olmayı kabul etmeyen Türk çocuklarının yoksullukla boğuştuğunu göreceğiz. Almanya’da Türkler göreceksiniz 50 yıl içinde Alman ekonomisinin tek hâkimi olacak. Allah Resulü (asv) “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” diyor. Nitekim Almanya’da esnaf-tacir Türkler ülkenin en tepesine çıkmak üzeredir.

Önce zihniyet değişimi gerekiyor. Önce biz Müslümanların kendi yapımızdan, geleneklerimizden doğan fıkha dönmemiz gerekir. Yasa, evlilikte “mal ayrılığı rejimi”ni seçimlik kılmıştır. Bizim “mal ayırımı rejimini seçmemek” gibi bir mecburiyetimiz yok. Devlet Müslümanlara, “illa edinilmiş mallara katılma rejimini seç” demiyor. Mal ayırımı rejimini seçmek serbest kılındığına göre notere gidersiniz, uygularsınız. Fakat bunu kadınlarımıza nasıl kabul ettireceğiz. Şunu demeye çalışıyorum; mesela aile bakanlığının başına geldik. “Kanunda değişiklik yaparak mal ayrılığı rejimine geçelim” deseniz bunu mevcut Müslüman kadınlar nedeniyle yapamazsınız. Bu fıkhî geleneğe ilk önce Müslüman kadınlar itiraz edecektir. Türkiye’de muhafazakâr kesimdeki kadın profillere “Her erkek, babasından kalan malı, kazandığı maaşını dilediği gibi harcar.” denilemez artık bugünkü şartlarda... Yani devlete bir şeyler dayatmanın, devleti eleştirmenin faydası olmuyor; çünkü evlilik hukukuna dair geleneksel değerlerden gelen seçimleri yapıp yapmamakta serbest olduğumuz halde kendi hayatımızda pratiğini göstermiş, uygulamış değiliz. Kendi aile modelimizi göstermiş değiliz. “Geleneksel toplumda fıkıh buyurun budur” dememiz gerekiyor. Tutarlı olmalıyız öyle değil mi? Biz kendi talebimizin mümkün olabileceğini gösterebilmiş değiliz ki, devlete “yasaları değiştir” demeye kalkıyoruz. Bu noktada devletin kanunları bilinçli olarak dayatılıyormuş gibi bir zan var. Halbuki 1985’ten beri Müslümanlar AB hukukuna razı olarak, İnsan hakları Mahkemesi’ne başvurarak bu çelişkiyi yaşadılar. Bu Müslüman kadınlar mevcut hukuksal durumu onaylarken, Müslüman erkekler de “tabiî, olur, biz eşitiz” dediler. “Biz Batı hukukunun ideal olduğunu, evrensel insaniyyet tasavvuru olduğunu düşünüyoruz” dediler. Geldiğimiz nokta kimin suçu? İstanbul Sözleşmesi’ni veya CEDAW’ı eleştiren bir kadın entelijensiya da olmadığına göre üst yapıdaki mevzuat değişmelerinden netice alınamaz.

O zaman esen AB rüzgarına da kaptırılmış gidiliyordu bir yandan...
 
Ama Müslümanların kurduğu STK’lara bakın; 40 sene geçti neredeyse hepsi AB İnsan Hakları Sözleşmesi’ni savunuyor, AİH mahkemesine başvuruyor. Aklınıza hangi isim geliyorsa gelsin bu inanıştadır. Hepsi “İnsan Hakları aktivisti”dir. Camia olarak Batı’nın hak tasavvurlarına ne diyoruz? Burada Müslüman hareketinin son 40 yıllık birikiminin boşa gittiğini anlatmaya çalışıyorum. Sebebi ise, özsel olarak Batı hukukunu savunanların muhalefet için muhalefet rolüne soyunmaları geliyor. Şimdi size bir soru soracağım, samimiyetle cevaplayın. Yarın kızınıza biri talip oldu. Mesela; “benim maaşım bana ait. Sana bir ev ve 20 bin lira mehir kaporası veriyorum. Eve ben bakacağım, nafakanı karşılayacağım.” demiş sayalım. Razı olabilir miyiz?

Hayır olmam!
Gördüğünüz gibi siz dahi razı değilsiniz. Müslüman kadınların haline bakın ki, 80’lerden beri geçen kuşakta aile hukukuna dair ilkeler bakımından hiçbir talepleri olmamıştır. Bu gerçeği sorgulayan Müslüman topluluklarda üniversite gençliğinin okuyacağı mehir-nafaka meselesini ele alan kitap dahi yoktur. Hatta üniversite mezunları kadınlar arasında “mehir hukuku nedir?” konulu soruşturma yapın. Sahih bir cevap almanızın zor olduğunu göreceksiniz. 

İnsanımıza İslâm hukukunu anlatacak Müslüman, ehl-i sünnet görüşüne vakıf, nitelikli, vasıf ve donanım sahibi kadroların siyasi, hukuki, ekonomik himaye görmesi gerekmiyor mu?
Bizim bu toplumda, “içinizden bekâr olanları evlendirin” ayetinin hiçbir hükmü yoktur. “İçinizdeki öğrencileri arttırın. Onlara zekâtınızı da verin” dediğinizde ise bunu hemen kabul ediyorlar. Dolayısıyla fıkıh “geçmişte kaldı, artık ilerledik” anlayışı hakimdir camiamızda.

Aynı yıllardan bu yana şu his ve düşünce de hakim. Ülkenin birinci gündem maddesi terör. Terör, gençlerin yeterli eğitim görememesi nedeniyle kandırılmasından da kaynaklanan bir durum. Eğitim kampanyaları terörün etkisini kırar diyerek devlet çapında böyle bir yola başvuruluyor ve her ile üniversite yapılmaya başlanıyor.
İyi de toplumun terörden korunması isteniyorsa, gençleri aile kurmaya cesaretlendirmek lazım. Gençler bunu istemeli önce. Diyarbakır’da teröre katılan evlatlarını geri isteyen annelere bakın. Anne olmak büyük bir direniş alanıdır. Filistin’de kadınlar olmasaydı, evlat doğurmasaydı, o toplum çoktan asimilasyona uğrayacaktı.

Aile olmayı esaslı mesele saymayıp bütün genç nüfusu öğrenci yaptık. Şimdi hayırseverlere “Öğrencilere burs verin.” deniliyor. Bir toplumda üç kişiden biri öğrenci olabilir mi? 26 milyon öğrenci var. Bu kadar bekârın olması istihdam, nüfus politikaları bakımından felakettir. Cumhurbaşkanımız “evlenin” diyor. Ben 2 ay önce İstanbul Sözleşmesi ile ilgili bir sunum yaptım. Karşımda bir STK’nın başkanı vardı. Adamın ağzı açık kaldı. Mevzuyu bilmediklerini gördüm. Onlara dedim ki, “Herkesi okutamayız. İttire kaktıra üniversite diploması veremeyiz. Zaten işsizlik var. Bu insanların bir kısmını meslekî alana yönlendirip, 18 yaşında da evlenecek şekilde yetiştirmemiz lazım” deyince, 20 yıldır gençlik problemleriyle ilgilenen bir STK’nın başkanı ayağa kalktı ve bana, “Lütfi Bey siz ne diyorsunuz. 18 yaşında çocuk evlenir mi?” dedi. 18 yaşında çocukların eline araba veriyoruz. Kaza yapsa cezaevine girecek “rüşt”e sahip ama “evlendirelim” diyemiyoruz. Osmanlı’da bu gençler nasıl oluyordu da evlenebiliyordu? Çünkü toplum bu kuruma göre teşkilatlanmıştı. Bugün evlendiremeyiz, zihni şartlanmışlıklar böyle bir neticeyi mecbur kılıyor.

18 yaşında milletvekili olma hakkı da tanındı...
İktidarı buna zorlamadan önce bizim bir aile modeli getirmemiz lazım. Evlatlarımızı 18 yaşına geldiğinde evlenebilecek şekilde yetiştirmemiz gerekiyor. Böyle bir yaklaşım eski aile modelinin yerleşmesini, konut sisteminin ona göre düzenlenmesini kaçınılmaz hale getirir. Mesela bir erkeğin yaşlı ana-babasını evine getirmesi bugün mevzuat gereği kadın için boşanma sebebidir. Kadın kocasının annesiyle yaşamak zorunda kalırsa haklı sayılır, boşanabilir. Hatta eşinden ömür boyu yoksulluk nafakası talep edebilir.

Eski ailede, geleneğimizde böyle bir şey yoktu. Olması gereken de buydu. Dikkat ederseniz bugün herkesin bir “konut ihtiyacı” var. 20 milyon konut borçlusu var Türkiye’de. Bunlar 10 yıl, 15 yıl kredi taksiti ödüyor. İşte bu zihniyetin hakimiyetinden dolayı. Evimizi 1+1, 2+1 yapıyoruz. İçinde ne anne, ne baba var. Yani kayınvalide ve kayınbaba yok. Bu evler sabah gidilip akşam gelinen, krediyle borçlanılan, 20 milyonla çaptığımızda 60 milyon nüfusu bankalara bağlayan evlerdir. Bu hale gelmiş kitlelerin zafiyeti ortadayken, “yasalar böyle, iktidar böyle...” diyerek kendisini ahlâkî manada hatasız gören bir toplummuş gibi düşünüyoruz. İlk önce bu taraftan bakalım; yani aşağından da ahlâkî hareket olması gerekir. Madem ki toplum önce aşağından bu hale geldi, taşradan büyük kentlere okumak için gelen gençler aile mefhumunu unuttu ve şimdi geri dönemiyor; o halde aşağıya bir söz söylemeliyiz. Müslüman kadınların başörtüsü mücadelesi, son tahlilde ailesiz bir toplum ve muhafazakâr sekülerleşme (modernleşme) ile neticelendi.

Başörtüsünü savunurken savrulduğumuz nokta... 28 Şubat sürecinin sonunda olan bu.
Evet. Başörtüsü mücadelesinin, kamusal alana dahil olma mücadelesinin sonucu...

Yani sistemin dışında bulunanların sistem içine çekilerek yaşadığı düzeni savunur hale gelmesi...
Aslında bu uluslararası bir sistemle ilgilidir. AB, 12 Eylül’de yaşanan kırılmayla birlikte bize dikte etti bunu. Çünkü CEDAW, 12 Eylül döneminde getirilen bir uygulamadır. İstanbul Sözleşmesi bahsinden de öte önemli bir meseledir bu. Dönüşüm o dönem başladı ve anayasaya bağlandı. 1980-85 arasında Türkiye’deki hukuk sistemi tamamen Batı’ya entegre oldu. Birçok alanda darbe aldık. Başörtüsü önce özgür bırakıldı. Tekrar yasaklandı. Bu sefer aileler başörtüsü mücadelesine girdi. Ondan sonra da AB’ye başvurular gerçekleşti. Aileler evlatlarını yurt dışında okutup masraf yaptı. O çocuklar aile kuramayacak derecede mankurtlaşmış insanlar olarak döndüler.

Yabancılaştılar...
Bu sonuca özellikle, programlı olarak varıldı. Böyle bir şeyi yapmaya iktidarı zorlayamazdınız; kendi ellerimizle yaptık ve hâlâ kendimiz yapıyoruz. Aşağıdan ahlâkî bir yapılanmanın olmadığını söylemeye çalışıyorum. Bu bütün Müslüman çevrenin hastalığıdır.

İstanbul Sözleşmesi’nde iyileştirici görülen hususlar da vurgulanıyor bir yandan?
Onu da anlatmaya çalıştım. Mesela bir erkek iki hanımla evleniyor. Birini bir yana koyuyor veya ikinciye yeni bir ev açıyor fakat sonra geçindiremiyor. Sonra ikinci kadın, “eve ekmek lazım” falan derken hakaret, şiddet ortaya çıkıyor. Şimdi ikinci eşi alan erkeklerin evlerinde olan şiddet, hakaret gibi hadiseler söz konusu olduğunda bunlara nasıl önlem alınacak? Sürekli İstanbul Sözleşmesi’nin sıkıntılarını gündem yapan arkadaşlara sordum; bunu nasıl aşacağız? Cevap veremediler. Suriyeli kadınları ikinci-üçüncü eş olarak alanlar var. Bir miktar para ile ailelerinden alıp ev açıyorlar. Resmî nikâh yok tabiî. Bu kadınların maddî ihtiyaçları var. Bazıları evlerde emek güçlerini kullanmak için nikâhlanıyor. Şimdi Türkiye’de evlilik çağında 15 milyon genç bekâr varken, evli adamların ikinci evliliğini yapması büyük bir çelişkidir. Dolayısıyla Türkiye’de ahlâk meselesinin aile temelinde düşünülmesi gerekir.

Öte yandan şöyle bir realite var. Eskiden işi olmayana kız verilmezdi. Şimdi evi olmayana kız verilmiyor. “Kiracıya kız yok” gibi bir şey. İlk defa evlenmek durumunda olanların karşılaştığı bir şart da bu oldu toplumda. Haliyle evlilik öteleniyor öyle değil mi?
Şimdi bakın; günümüzde zenginler evleniyor, fakir evlenemiyor. Bizim eski hukuk sisteminde adam evlenmek istediği zaman ev satın almayı, ev kiralamayı düşünmüyordu. Zaten mevcut olan aile evine ilave bir oda yapılıyor, gelin oraya geliyor ve geldiği yere “vatan” diyordu. Kadının bu odasına “vatan” denmesi dokunulmazlığından kaynaklanmaktadır. Kayınvalide dahi “vatan”a giremezdi. Eski Türk evi olan çadıra da bildiğiniz gibi “yurt” denir. Yahut eski Türklerden gelen “ev-bark” kelimesindeki “bark” “mabed” demektir. Bütün bu kavramlar geleneksel Müslüman Türk hayatının hangi değerler üzerinde inşa edildiğini göstermektedir. Bu nedenle eski karı-kocalar kirayı ödeyememek gibi bir korku yaşamıyordu. Gelin hazır eve geliyor, hatta ana-babasının verdiği ceyiz-cihaz denilen eşyayı/malı da getiriyordu. Bu cihaz babasından aldığı bir halı dokuma tezgâhı, iki inek, kale dibindeki bir bostan, bir dikiş makinesi olabilirdi. Kadın bu üretim araçları ile kendi birikimini gerçekleştiriyordu. Kocası evin nafakasını sağlamakla yükümlü olduğundan bu gelire el koyamazdı. Bu nedenle “gelin”lerin iktisadî hürriyetini sağlamak adına evlerin bahçeli ve hayatlı olması gerekiyordu. Osmanlı kadınları eşleri savaşa gittiğinde evlerini geçindirebilmiştir.

Bugün ise mimari-geçim-aile ilişkisi kaybedilmiştir. Kadının üniversite bitirmesine rağmen mesleği de yok bugün. Mesela deniliyor ki, “atanamamış öğretmen...” Atanamamış öğretmen diye bir şey olamaz ki. Ya öğretmensindir veya değilsindir. Siz öğretmen değilseniz, öğretmen yetiştiren bir üniversiteden mezun olmuş işsiz birisiniz. Herkes adının önüne bir unvan koymaya çalışıyor. Öyle bir unvan koymak için 20 sene okuyorsun, 10 sene evvelden tezgâhında halı dokumayı öğrensen veya bir başka mesleğin olsa daha rahat yaşarsın.

Türkiye’nin doğu nüfusu batısına göre çok daha baskın. Doğuda ekonomiyi dikkate almayan kültür de henüz yaşıyor. Büyük aile örnekleri var ancak batı tarafımız seküler bir hayat tarzına bürünmüş.
 
Artık şöyle bir noktaya gelindi. Mesela Diyanet teşkilatlarına gidin. Çok sayıda kadın çalışan var. Hayrettin Karaman da Yeni Şafak gazetesinde, “Diyanet kadrosunda çalışan hanımlarda da boşanmalar gittikçe artıyormuş” diye yazdı. Dikkat edilirse çoğu muhafazakâr olan bir zümreden bahsediyoruz. Bu bir zihni dönüşümdür. Bu gerçeği artık kendi içimizde yaşıyoruz. Söz konusu süreci 28 Şubat’a da bağlayamayız. Meseleyi sürekli dış yönlendirme ve dış tesirlere bağlarsak, bünyevî hatalarımızı görmezsek büyük hata olur. Türkiye’de bir örnek var. Mehir Vakfı, Konya’da gençleri evlendirmek için çalışan bir vakıf bu. Diğer taraftan Türkiye’de on binlerce STK ise sadece öğrenciyi sahiplenip destekliyor. Öğrencilerin barınma ve burs ihtiyaçları için seferber olan STK’ların acilen Mehir Vakfı gibi aile meselesi ekseninde dönüşmesi gerekiyor. “İçinizden bekârları evlendirin” diye ayet varken Türkiye’de zekât potansiyelinin hâlâ bekârlığı müzminleştiren yapılarda erimesi akıl tutulmasıdır.

Türkiye'de genç işsizlik % 28’ler düzeyindedir. Bu neticeyi devlet politikaları değil halkın “evladım masa başı iş bulsun, adam olsun” zihniyeti ortaya çıkarmıştır. Türkiye’de dindar kişiler, “rızkın onda dokuzu ticarettedir” beyanına inanıyorlar mı? Hayır. Neden? Üniversite sınavına 2019’da 2 milyon 446 bin başvuru yapıldı. Bu çocukların hepsi üniversite mezunu olsa ticaret olacak mı? Yine hayır. Bugün 18-30 yaş bandında olan nesil aile kuramayacağı için yarın yalnız ölecektir. Bu ailesiz ölüm gerçeği ülkeye ait bir trajedidir. Bilgi, eğitim, bir intihar biçimlenmesi olmamalıydı. Türk dindarlığı öğrenci yetiştireceğim derken kısırlaşmıştır.

“Nesil emniyeti”ni temin etmenin ilk güvenilir yolu...
Tabiî ki. Şimdi 15 yaşında buluğa eriyor çocuklar. Hatta aşağı yaşta oluyor. 30 yaşına kadar bu insanlara ne diyoruz? Ne teklif ediyoruz. Onlara kitap listeleri vermekten başka bir çözüm üretemedik. Kitap okutarak bu insanların gerçek açlığına çözüm üretilemez. Bu insanlar ruhban gibi yaşamak nedeniyle çok büyük zorluk yaşıyor. Muhafazakâr kesimde “deizm” neden yükseliyor? Din cevap veremiyor mu? Din, “zina edemezsin” mi diyor sadece? Tam aksine din, topluma “evliliğin yolunu açın”, “fazıl toplumu aile ile inşa edin” diyor. Genç insanlar dinin emir ve yasakları ile büyüklerinin inşa ettiği hayat arasındaki çelişkiyi görüyor, ekmeğini kazanması lâzım ama babasının harçlığına muhtaç kalmış. Evlenmesi lâzım ama, riyazet ederek hayatını sürdürmesi isteniyor. Bir insanın en temel ihtiyaçları “iş, aş, eş”tir. Din, bunu topluma yüklüyor ama toplum yerine getirmiyor. Genç insan da mahrum bırakıldığı hayat içinde dinin kendisini aşan bir mesuliyet istediğini, bunu kaldıramadığını görüyor. O zaman “madem öyle Allah affetsin, ne yapabilirim?” diyor. Bu evlatlara evlenmeyi kolaylaştırmak için bir model kurmalıyız. Aileler evlatlarımızı evlendirmek konusunda birlikler kurmalı, bunları hukukî temellere bağlamalıdır. Evlilik sözleşmesi yapılarak mal ayrılığı rejimi seçilerek bir nikâh modeli kurmalıyız. İki tarafın ailelerinin artık bunu mesuliyet olarak görmesi gerekiyor.

Galiba her şeyi devletten beklememek gerekiyor. Oysa yakın zamanda devletin de evlenmek isteyene fon programı vardı hatırlarsanız?
Evet... Şu an boşanan kadınlar, “ömür boyu nafaka kesilecekse o zaman devlet ödesin” diyor. Neden devlete yüklüyormuş boşanmanın faturasını? İslâm fıkhında kadın boşandığı zaman kendi geçimi (nafakası) bakımından iddet müddetini geçince ana-babasına döner. Onun nafakasını karşılamak babasıyla erkek kardeşlerinin sorumluluğundadır. Zaten TMK 364. Maddede de böyle bir hüküm var.

Türkiye’deki Müslümanlar gerçekten “er kişi”ler ise ve İslâm fıkhını istiyorlarsa buyursunlar, bu modeli tatbik etsinler. İslâm fıkhında eş ölmüşse, onun mirasından ana-babaya pay vardır. Bugünkü medeni kanunda bu yoktur. Ancak bu uygulanmayacak bir durum da değildir. Müslümanlar fıkhı gerçekten hayata geçirmek istiyorlarsa ana-babalarını kanatlarının altına alsınlar, fıkıhtaki ilkeleri gönüllü olarak uygulasınlar. Fakat bunu teklif etmeye kalktığınızda ilk önce ölen kocaların muhafazakâr-dindar eşleri itiraz edecektir. Mevcut kanunlara göre kadın kocasından boşanırsa edinilmiş malın yarısını, ölüm halinde ise kocasının mirasının dörtte birini alıyor. Şimdi neden beklesin ölmesini? Boşanır, kocasının malının yarısını alır; üstüne süresiz nafaka da talep edebilir. Bugünkü dindar muhafazakâr kadın Medeni Kanun’dan memnun, değişmesini istemiyor? Bu zihni problemler var oldukça birilerinin çıkıp siyasîlere eleştirel söylem geliştirmesi anlamsızdır.

Anlaşılan bu şartların değişmesini gerçekten isteyecek yeni bir kuşak gerekiyor. Şimdi başlansa o kuşağı hazırlamak en az çeyrek asır demek.
Doğru. Birden fazla hanımla evlenme meseleleri tartışılıyor sürekli. Bu tartışmaların hukukî temeli yok. Kadınlarda, “ben bununla ikinci eş olarak evleneyim, bana bir daire alır, birkaç sene geçinirim, ölürse veya boşanırsa bir başkasıyla yaşayabilirim” diyen var. Kocasının emekli maaşını alan bir dul kadın gidiyor, bir başka beyefendinin ikinci eşi olarak evleniyor. Zamanla “eşler” birbirlerinden bıkıyor. Zaten maaşı kesilmediği için ayrılıp, bir başkasıyla evleneniyor. Bu zihniyette bir düşünce ile ahlâk toplumu inşa edilebilir mi?

Edilemez tabiî ki... hastalık toplumun bünyesini sarıyor giderek.
Dolayısıyla bu noktada aşağından, toplumun kendi nefsini düzeltecek tasavvurların kurumu olan aileden başlanması gerekir. Aileyi düzeltmeden sosyal bütünü düzeltemeyiz.


Baran Dergisi 679. Sayı