Sudan ekonomik sıkıntıları olan, Amerika’yla problemleri olan bir devlet, 2011’de bölündü, ekonomik verilerine baktığımızda 2012’den 2018’e kadar yükselen bir grafik görüyoruz. Buna rağmen son dönemde enflasyon ve işsizliğin yükselmesini neye bağlıyorsunuz? Sudan’da neler oluyor?
Çok doğru, aslında Arap Baharı’nın başlangıcı da, her ne kadar hem Mağrip’te hem Maşrik’te yani Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da uzun süredir var olan yapısal sorunların ötesinde, mevcuttaki işsizlik ve ekonomik zorluklarla da ilgiliydi.

Şimdi Sudan’daki temel mesele de aslında budur. Cezayir’de de aynı sorunlar kısmen yaşanmaktadır. Tüm dünyada ekonomik daralma yaşanırken, gelişmemiş ülkeler, bundan nasibini en fazla alan ülkeler. Sudan’da büyük bir işsizlik ve aş, ekmek bulma sorunu var. Dolayısıyla her ülkede olduğu gibi halk ilk olarak hükümeti suçluyor. Ömer el Beşir çok uzun süredir görevde ve suçlamalarla karşılaşması da doğal. Otuz yıldır, darbe sonrası devlet başkanı olduğu Sudan’ın başında.

Son gösteriler Aralık’ta başladı. Aralık’tan beri hem OHAL ilan edildi hem OHAL sürecinde çok sayıda sivil öldürüldü. Hükümete göre bu rakam 31, diğer kaynaklara göre 52. Sadece son iki günde ölenlerin sayısı ise beş… Hükümete yakın ordunun gerçek mermi kullandığı söyleniyor. Ama öte yandan, askerin bir kısmının El Beşir’e karşı tavır almaya başladığı da iddialar arasında. Eğer bu süreç böyle devam ederse, Suriye benzeri bir tabloyla karşılaşmamız ihtimal dışı değil.

Peki Ömer el Beşir istifa ederse bu ekonomik sorunlar çözülür mü? Hayır. Ancak halkta kısa süreli bir tatmin duygusu yaşanır. Nitekim sizler de atılan sloganları görüyorsunuz: Arap Baharı’nın başında duyduklarımızın aynısı: “Halk rejimin düşmesini istiyor.” Dolayısıyla Sudan’daki esas meselenin aş, ekmek ve işsizlik olduğunu, ama ekonomik sorunların ardındaki yapısal sorunların protestolara temel oluşturduğunu söylemek doğru olur.

Peki, ekonomik şartların bu kadar kötüye gitmesinde herhangi bir dış müdahalenin etkisi var mı? Yoksa global ekonomiye bağlı olarak mı böyle bir düşüş var?
Ömer el Beşir zaten dünya tarafından, özellikle Batı dünyası tarafından kabul görmüyor. Kendisine daha önce birçok kez insan hakları ihlali suçlaması geldi. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde kendisi soykırım ve savaş suçları ile itham edildi. Hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Aralık’ta başlayan protestolara, Şubat’ta boyun eğecek gibi oldu. Fakat o da, hali hazırda iç savaşla ikiye bölünmüş bir ülkede, tüm diktatörler gibi kendi geçmişlerini, geçmişteki Cezayir iç savaşını, Suriye’deki mevcut savaşı göstermek gibi tehditlere sarıldı. Ekmek, yakıt, iş isteyen, bunların fiyatlarına zam yapılacağını duyunca sokağa çıkan insanlara bu kadar sert davranılması, insanların bu talepler yüzünden ölmesi… Başka ülkeleri suçlayacak olsak dahi, “Amerika’nın parmağı var, Batı el Beşir’i istemiyor” desek de 51 kişiyi kim öldürdü? Sudan’da sağlık çalışanlarının ve avukatların ortak örgütü olduğu (SPY), onların organize olduğu, doktorların protestolarda itici bir güç olduğu söyleniyor. Arkalarında başka bir güç varsa bile, cinayetler kendi halkına silah sıkanlar tarafından işleniyor. Sudan’da durum daha da sertleşebilir. Sudan ikiye bölünürken çok fazla insan hayatını kaybetmişti. Ömer el Beşir’in de sertliğini tekrar hatırlatmaya gerek yok herhalde. 

Sudan’ın ne gibi bir stratejik ehemmiyeti var? Türkiye’nin de orada Savakin Adası’nda bir üs kurması mevzuu olmuştu.
Çok ciddi anlamda önemli bir yerde. Haritadaki konumuna bakarsanız Mısır ve Libya’ya sınırı var. Kritik bir noktada. Öte yandan Çad, Etiyopya, Eritre, Orta Afrika Cumhuriyeti gibi Afrika’nın sorunlu ülkelerine komşu. Özellikle Süveyş Kanalı’na yakınlığı sebebiyle, başta Mısır olmak üzere, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail gibi bölge ülkelerinin, Çin, Amerika, gibi süper güçlerin ciddi anlamda jeopolitik önem verdiği bir yerde bulunduğunu söyleyebiliriz Sudan’ın. Türkiye de elbette bölgesel bir güç olarak burada varlığını göstermeye başladı.

Cezayir’de de halk idarenin gitmesini istedi. Neticede cumhurbaşkanı da değişti. Cezayir’deki hadise sadece ekonomik sebeplerle izah edilebilir mi?
Cezayir’deki hadiseyi de sadece ekonomik sebeplerle izah edemeyiz. Tıpkı Sudan’daki gibi. Arap Baharı’nın başında da olduğu gibi… Ekonomik sebepler birincil belirleyici, tetikleyici faktör. Çünkü insanlar ekmek, yemek ve iş gibi gündelik dertlerle boğuşuyor, ancak bütün Ortadoğu’da aslında Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan beri devam eden yapısal sorunlar ve halk üzerindeki baskı Cezayir’de de devam ediyor. Bu yapısal sorunlar, özellikle Cezayir iç savaşını kazanan, insanların üzerinde ağır bir tahakküm kuran mevcut statükonun sonucu. Cezayir’de Buteflika adaylıktan çekildi, geçici bir cumhurbaşkanı atandı fakat bu cumhurbaşkanının da statüko tarafından atandığına şüphe yok ve seçimlerle ilgili henüz bir tarih verilmiş değil. Bu seçimlerin özgür bir şekilde yapılacağına dair de halkın inancının olmadığını düşünüyorum. Buteflika’nın siyasî hamleleri statükoyla arasında kurduğu harmoniyle sonuçlandı fakat, İslâmcı hareketi sindirmeyi başaran, korkunç iç savaş hala hafızalarda. Bu statükonun kolayca gideceğinden açıkçası benim şüphem var. Cezayir’deki tepkilere halkın çok büyük bir çoğunluğu katılıyor, onları “protestocular” diye tanımlamak istemiyorum bu yüzden. Eğer eylemler devam ederse, bu kez fitili Cezayir’den yakılan yeni bir Arap Baharı başlayabilir bile diyebiliriz.

Bir de göstericiler Birleşik Arap Emirlikleri’ni ve Suud tesirini tenkit ediyorlardı…
Doğru... Tüm bölgede Suudi Arabistan, ama özellikle Birleşik Arap Emirlikleri’nin çok etkisi var. Buna İsrail’i de katabilirsiniz, ABD’yi de katabilirsiniz ama özellikle Kuzey Afrika’daki silahlı güçlerin halka karşı hamlelerinin arkasında Arapların “İmarat” diye tanımladığı Birleşik Arap Emirlikleri var.

Mesela 2015 yılında iç savaş sürerken yaptığım seyahatte, Libya sokaklarında, insanların, DAEŞ’in Libya’ya gelmesinden tutun, ülkenin ikiye bölünmesine her konuda Birleşik Arap Emirlikleri’ni, Muhammed bin Zayed’i ve başdanışmanı Muhammed Dahlan’ı suçladıklarını ve bunu söylerken korktuklarını görüyordum. Bunun benzerini Mısır’a, Yemen’e gidiyorsunuz görüyorsunuz, Suriye’ye gidiyorsunuz görüyorsunuz, hatta Irak’a gidiyorsunuz görüyorsunuz… Irak, Amerika ve İran arasında paylaşılmış bir ülke gibi görünse de İmarat yani Birleşik Arap Emirlikleri orada da var. Uzun süredir Birleşik Arap Emirlikleri hakkında yazıyorum ve konuşuyorum. Türkiye’de de Gezi olaylarına yaptıkları finansman, 17-25 Aralık’ta FETÖ bağlantıları çıktı. 15 Temmuz kalkışmasına destek verdiklerini biliyoruz. Körfez’in FETÖ’sü diyebileceğimiz bir ülkeden bahsediyoruz. Muhammed bin Zayed için, Arap dünyasının en zehirli yılanı ve şeytanıdır desek yalan söylemiş olmayız. 

Arap dünyasının bazı gazetelerinde, Libya’da yaşanan hadiselerle alakalı, özellikle “Türkiye’nin içerisinde bulunduğu durumu beklediler” gibi yorumlar yapılıyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Yerel seçimlerin hızlı bir şekilde sonuçlanmaması, sadece Libya’da değil, farklı yerlerde de başka şeyleri tetikleyebilir elbette. Seçim öncesi bekâ sorunundan bahsedilirken aslında bu anlatılmaya çalışılıyordu ama vurgu doğru yapılamadı. Seçim sonrasında dersler doğru analiz edilmezse, açıkçası biz daha farklı yerlerde, daha ilginç hamleler de görebiliriz. Karşımızdakiler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zayıfladığını düşünmenin bir hata olduğunu bilecek kadar akıllanmışlardır artık ama Türkiye ne zaman içeriye kapansa, iç meselelerine odaklansa, dışarıda “fırsat bu fırsat” deyip harekete geçenlerin sayısının oldukça fazla olduğunu biliyoruz. 

Bakın bu hafta Batı Şeria hakkında yüksek perdeden konuşabildik mi biz? Seçim öncesi Golan Tepeleri meselesinde o kadar açıktan tepki verebilmişken, bugün yerel seçim sayımları devam ettiği için “Batı Şeria’yı ilhak edeceğim” diye vaatte bulunan ve bugün seçime giden İsrail’e yeteri kadar sesimizi çıkaramadık. Türkiye kendi iç meselelerine hapsedildiğinde bölgede adalet için konuşacak kimse kalmıyor maalesef. 

İsrail demişken, İsrail’in yapmış olduğu Golan ve Batı Şeria hamlelerini sadece İsrail’deki seçimlere bağlamak mümkün mü?
Hayır, elbette sadece seçimlere bağlayamayız. Netanyahu tüm dünyada yükselen popülizmi kullanarak, kendisine yönelik yolsuzluk suçlamalarını bir şekilde unutturup, İsraillilerin tüm Filistinlilerin terörist olduğu algısını yükseltmeye, buradan oy devşirmeye çalışıyor; bu bir gerçek ama ABD’nin, özellikle Başkan Trump’ın, Amerika’daki Yahudilere seslenirken dahi Netanyahu’yu, onların başbakanı, onların temsilcisi olarak göstermesi de Trump Amerikasının İsrail’i nasıl kollayıp kucakladığını gösteriyor. Amerika’da da seçimler yaklaşırken, “Trump bir daha seçilir mi, seçilmez mi?” endişesiyle İsrail giderek daha fazla gaza basıyor. Bölgede zaten Türkiye haricinde İsrail’e “dur” diyecek bir ülke yok. Dolayısıyla Golan Tepeleri’nin ilhakından tutun, Kudüs’te büyükelçiliğin açılmasına, Kudüs’ün Amerika tarafından başkent olarak kabul edilmesine ve geçtiğimiz hafta Gazze’ye ve bugün Batı Şeria’ya varana kadar İsrail, bölgenin içinde bulunduğu tabloyu da göz önüne alırsak kendi uzun vadeli planlarını işletmek için en iyi şartlara sahip diyebiliriz. Netanyahu da bu yüzden sadece seçimi kazanmak değil, adını tarihe yazdırmanın da peşinde.

Bu bahsettiğiniz meseleye sanırım Suriye’nin kuzeyinde kurulması planlanan Kürt devletini de dâhil edebiliriz?
Katabilirsiniz ama şunu da göz ardı etmemekte yarar var: İran’ı özellikle Şam civarından uzaklaştırıp, kuzeye doğru itme, yani İdlip-Hama arasına yönlendirme gibi bir gayesi var İsrail’in. İran’da açıkçası çok rahat durmuyor. Şu anda Esad güçlerinin İran yanlısı ve Rus yanlısı diye ayrılmış olması, İran’ın bu kadar zamandır Suriye’ye yaptığı yatırımları tehdit ediyor. Esad’ın ayakta kalması uğruna bunca asker ve milis kaybetmişken, dönüp bu şartlar altında yapabileceği hamlelerin başında da maalesef İdlip geliyor. Eğer İdlip’te sakinlemiş olan mevcut statüko bozulursa, gerçekten İran öncelikle İdlip’e yönelebilir. Eğer Rusya dur demezse, bu da, bu hafta İran Devrim Muhafızları’nı “terör örgütü” ilan eden ABD’nin işine gelir, devamında Cerablus bölgesi ve Afrin riske girebilir ve biz tekrar PKK koridorunu konuşmak zorunda kalabiliriz.

İdlip vuruluyor şu anda. Saldırının dozu da artmış.
Evet, İdlip’i vurmayı hiçbir zaman bırakmadı Esad güçleri ve İran. Dün bir füze saldırısı olduğu iddia edildi ve zannediyorum ki doğru. Tam da Cumhurbaşkanının Rusya’ya gittiği gün olması dikkat çekici. 
Rusya ve Türkiye arasında varılan bir mutabakat İdlip anlaşması. Buna Astana’nın bir başka garantörü olan İran dahil değil. Geçtiğimiz haftalarda biliyorsunuz, Esad bir ziyaret gerçekleştirdi İran’a. Kasım Süleymanî ile birlikte Hamaney’in diğer yanında oturuyordu fotoğraflarda. O resme bakarsanız, bunun sadece Türkiye’ye değil, İran’ın Rusya’ya da Esad uğruna meydan okuduğunu görürsünüz. Rusya’nın artık Suriye’de savaşın sona gelmesi adına Türkiye’yle daha koordineli çalışmayı düşünmesine rağmen, İran’ın hiç de aynı fikirde olmadığını görmekte, gözlemlemekteyiz. İran köşeye sıkıştırıldığında kuyruğunu sıkıştırıp susan bir ülke değil. Tam aksine daha fazla pençelerini çıkaran ve aynı zamanda sakin kalıp stratejik düşünebilen bir ülke. Örneğin Gazze’de yaşananların bir kısmında aslında, İran parmağının olduğunu, İran’ın İsrail’in dikkatini Suriye’den, Hizbullah’ın ve İran milislerinin üzerinden çekip Hamas’a yönlendirmek gibi bir gayesi olması ihtimal dışı değil. Bugün İsrail’le doğrudan savaşmaya cesaret edemeyeceği için öncelikle İdlip’e doğru yönelmesi mümkün. Amerika’nın, Devrim Muhafızları’nı terör örgütü ilan etmesinin ardından bugün nihayet ve komik diyeceğimiz kadar geç bir şekilde YPG’nin terör örgütü olduğunu söyleyebildiler ve “YPG’yi Amerika kurdu” diyebildiler. Bunun sahada bir etkisi olacak mı? Hayır olmayacak. Artık Suriye’nin kuzeyi değil onların derdi. Esas meseleleri, Tahran’ı Bağdat ve Şam’a bağlamak suretiyle bölgedeki Şii hilalini sonuna kadar götürmek ve bölgede nüfuzunu olabildiğince artırmak. Rusya buna karşı çıksa bile İran sahada durmayacaktır. 

Teşekkür ederiz…
Ben teşekkür ederim.

Baran Dergisi 639. Sayı