Sosyolojik olarak her devletin bir dinî inanç merkezinde kurulduğu iddia ediliyor. Peki, bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti hangi temel üzerinde inşa edilmiştir?
Vatandaşlık tanımlarını analiz ederek devletlerin kültür, sanat ve dinî yaklaşımlarını tespit edebilme imkânımız var. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ise devletin din algısı ile milletin din algısı arasında keskin bir farklılık olduğu görülüyor. Birinci ve ikinci meclis dönemleri arasında ayrım yapmaksızın söylüyorum. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan bu topraklarda kurulduğu için haliyle halkı da Osmanlı Medeniyeti’ni devam ettirir oldu. İnsanların kahir ekseriyeti, mezhep, meşrep, cemaat ayrımını da kapsayan bir üst kimlik olarak kendini “Müslüman”, “dindar”, yer yer de “şeriatçı” olarak tanımlıyordu. Ama devlet, kurulduktan belli bir zaman sonra farklı bir vatandaşlık tanımı yaptı; bu tanımda da dört ana kavram göze çarpıyor: Türklük, Müslümanlık, Sünnîlik ve laiklik. Tabiî ki bu kavramların hiçbirisi mensuplarının tanımladığı şekilde kullanılmıyordu, aksine devletin tanımladığı şekilde kullanılıyordu. Meselâ bunlardan laiklik, dinin önünü almak için konulmuş bir engeldir. Bir de Türklük kavramını ele alırsak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan beridir kavmiyetçi (Türkçü) bir yapıda olmuş olsa da darbeler sonucunda Kürtlerin, solcuların, İslâmcıların yanında ülkücüler de işkencelere maruz kalmıştır. Nedeni ise az evvel izah ettiğimiz gibi devletin tanımladığı Türklük kavramına uymadıkları için…
Devlet ile milletin arasında büyük bir uçurum var!...
Evet, öyle… Ancak bugün durum çok daha farklı, halk siyasî katılım hakkını kullanarak bu uçurumu bir şekilde telafi edebildi, ama özellikle tek partili dönemde, 1950’lere kadar bu uçurum çok fazlaydı.
Yani bu uçurum devletin milleti dizayn etme sürecinden mi kaynaklanıyor?
Tabiî ki öyle. 1920’lerde mesele aslında cumhuriyeti kurmak değil ilan etmekti. Halkın kendi istekleri doğrultusunda kendini yönettiği bir cumhuriyet hâlâ kurulamamıştır, kurulma aşamasındadır. Buna en büyük delil olarak da 90 yıllık tarihimizde gördüğümüz 4 açık, 5 muhtıra-girişim halindeki darbeler silsilesini gösterebiliriz. Modernizmin, Kemalizm’in, elitizmin dindarların inançlarını ortaya koymasında bir engel olduğu da bu dizayn etmenin bir merhalesidir. Birçok faktör olmasına rağmen dediğimiz gibi esas dizayn faktörü darbeler, darbe girişimleri ve muhtıralardır.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana toplumun büyük bir kesimi devletin baskısına maruz kalmıştır, özellikle de Müslümanlar. 28 Şubat sürecini biliyorsunuz… Peki, bugün Müslümanlar devletin istediği noktaya, hizaya gelmiş midir?
Bir genelleme yapar isek, devlet kuruluş döneminde koyduğu vatandaşlık tanımına uymayan herkesi öteki kabul etti, reddetti, düşmanlaştırdı, vatandaşlıktan çıkardı vesaire… Bu baskılardan gerek Kürtler, gerek Alevîler, gerek Müslümanlar, her kesim payını aldı. Ancak ülkemizin çoğunluğu Müslüman olduğu için bu zulümlerden en çok Müslümanlar etkilendi. Devletin istediği laik Müslümanlık tanımına uymayan, adabıyla, muaşeretiyle, kılık kıyafeti ve ibadetiyle İslâmlığını yaşamak isteyenler zulme maruz kaldılar. 28 Şubat’ın diğer darbelerden birkaç mühim farkı var, tüm darbeleri tek tek ortaya koyup incelersek bunu görebiliriz. 28 Şubat’tan evvelki darbelerin hepsi, siyasete yapılmıştır, ama 28 Şubat’ta birbirinin içerisine girmiş birkaç darbe görmekteyiz; birincisi siyasete darbe yapılmıştır, ama siyasetin tüm cephelerine darbe yapılmamış, darbeye “dur” demeyen ve hatta destekleyen siyasî cepheyi de arkasına almıştır cuntacılar, zaten bu siyasîler de “darbeci” lâkabını hak etmektedir; Demirel, Hüsamettin Cindoruk vesaire… Medyanın bir kısmına darbe yapılmıştır, darbe yapılmayan medyanın bir kısmı darbeye hizmet etmiş, darbeci bir argüman olarak kullanılmıştır. STK’lara darbe yapılmıştır, darbe yapılmayan STK’lar darbeci zihniyete evrilmiş ve kullanılmıştır. Bu misalleri böyle çoğaltabiliriz. 28 Şubat’ın bir diğer yönü de topluma yapılmış bir darbe olmasıdır; toplumun örfünü, âdetini, inancını hedef almış olan bir darbedir. Kur’an kurslarına, başörtülülere, sakallılara darbecilerin evraklarında nasıl değinildiğini biliyoruz. Diğer darbeleri sadece asker yapmış olsa da 28 Şubat’ın bir de sivil ayağı vardır, meselâ İstanbul Üniversitesi’nde ikna odalarında başörtülü kızlarımızın vicdanını yaralayanlar, başörtüsüne el uzatanlar bizzat asker değildi, o öğrencilerin hocalarıydı. Ya da Sivas’ta bir sağlık fakültesinin diploma töreninde birinci olan başörtülü kızımızı sahneden iten, onu susturmaya çalışan asker değildi, hatta o kızımızın hocası da değildi, sınıf arkadaşıydı!... İmam-hatip okullarının kapatılmasında aktif rol oynayanlar sadece devlet bürokrasisi, askeriye değil aynı zamanda okullarının rağbet göreceğine inanan Fetullah grubuydu, bu örnekler de çoğaltılabilir. “Beceremediniz, çekin gidin!” diyen bir “cemaat” lideri var ve de bu sözleri manşetten veren medya vesaire…
Her dönemin belli öne çıkan söylemleri var; bu döneminki de “darbelere karşı olmak”. Bunda 28 Şubat’ın doğrudan topluma yapılmış olmasının payı var mıdır? Bugün oluşan toplumsal kutuplaşmanın köklerini 28 Şubat döneminde mi aramamız gerekiyor?
Elbette öyle; bugün çoğumuz siyasetin çok sert söylemler üzerinden gittiğinden, toplumsal kamplaşmanın çok keskin bir şekilde olduğundan yakınıyoruz. Bunun en büyük sebebi 28 Şubat döneminde toplumun birbirinin darbecisi, birbirinin polisi, gammazlayıcısı yapılmasıdır. Bugün o dönemde ekilen nifakların açığa çıktığını görüyoruz. O gün öğrencisinin başörtüsüne el uzatan öğretmenin yaptığı, arkadaşını sınıftan kovan öğrencinin yaptığı, imam-hatipliye insan gözüyle bakmayan insanların yaptıkları toplumun geleneğine-inançlarına, hasılı yaşamına bir müdahaleydi ve bugün de o müdahalenin mirasını devraldık; bu işin içinden çıkmaya çalışıyoruz. Bu durumu tamir etmeye bir miktar yanaşmıştık ama MİT kriziyle başlayan, Gezi olaylarıyla devam eden, 17-25 Aralık darbe girişimleriyle ayyuka çıkan olaylar silsilesiyle eski ayrışma tekrar ortaya çıkmış, kamplaşma derinleşmiştir. 28 Şubat’ın sebep olduğu en vahim şey, Soğuk Savaş’ta ABD-Sovyet düşmanlığından daha beter bir şekilde toplumumuzda sosyolojik olarak derin çatlaklar açmış olması, toplumu çatışmacı bir pozisyona getirmiş olmasıdır. 1970’lerde Erbakan hoca, Alparslan Türkeş, Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit aynı ekranda konuşabiliyorlardı. Bugün bunun yapılamıyor olması, siyasî partilerin birbirlerine güvenmiyor olması ile açıklanamaz. Bunda 28 Şubat’ın siyaseti çatıştırıcı hâle getirmesinin büyük payı var. 28 Şubat’ta Refah-Yol’u devirmek için asker sadece postallarıyla ortaya çıkmadı, demin söylediğimiz gibi siyasetin bir kısmını da kullandı. Cindoruk, o zamanlar Doğru Yol Partisi’nden milletvekillerini transfer edip yeni bir parti kurdu. 1999 seçimlerinden sonra o zamanki darbeci generallerden bir tanesi “eğer biz 28 Şubat müdahalesini yapmasaydık seçimler böyle sonuçlanmayacaktı” diyerek sevincini ortaya koydu. Çünkü darbe yapıldıktan sonraki 1999 seçimlerinde darbe yaptıkları partilerin milletvekili sayısı düşmüştü ve Refah Partisi olmadan bir koalisyon kurma şansları ortaya çıkmıştı. Onun için şöyle bir yargıda da bulunabiliriz; 28 Şubat’tan sonra 2002’ye kadarki yani Ak Parti tek başına iktidara gelene kadarki koalisyon hükümetlerinin görünmeyen ortağı ordudur, darbecilerdir. Bu çok açıktır ve o dönemde bir sürü koalisyon hükümeti kuruldu, kurulamadı, yarım kaldı; ama hepsinin gizli ortağı Türk Silahlı Kuvvetleridir, darbecilerdir.
Bir diğer ortağı da Demirel’dir diyebiliriz.
Mesela “biz darbe yapmasaydık seçim sonuçları böyle olmazdı” diyen paşanın ismini vereyim; dönemin Milli Güvenlik Kurulu genel sekreteri Erol Özkasnak’tır. Diyor ki “post modern darbe olmasaydı doksan dokuz seçimleri bizim istediğimiz gibi sonuçlanmayacaktı”. Burada Erol Özkasnak Paşa’nın ismini söylemişken, post modern kelimesine de itirazımızı ortaya koymak lazım. Eğer haberler, kaynaklar doğruysa post modern kelimesini ilk olarak kullanan Erol Özkasnak’tır. O günden bu yana 28 Şubat darbesinin adı post modern darbe olarak kullanılmıştır. Ben mümkün olduğunca bu ifadeyi kullanmıyorum, çünkü post modern kelimesi 28 Şubat Darbesini hafifletmeye dönük bir tanımlamadır. 28 Şubat süreci her yönüyle darbedir. Hatta demin de örneklerini verdik 28 Şubat Darbesi diğer darbelerden daha ağırdır ve iç içe geçmiş darbelerden oluşmaktadır. Çünkü diğer darbeler sadece siyasete yönelik olmasına rağmen bu darbe hem topluma, hem siyasete, hem de toplumla siyaseti birbirine kırdırmaya yönelik yapıldığı için çok kuvvetli bir darbedir. Onun için Erol Özkasnak Paşa’nın bu tanımlamasına uyup hepimizin bülbül gibi onu taklit ederek 28 Şubat Darbesinin ardından post modern kelimesini getirmeye gerek yok. 28 Şubat tam, hakiki yüzde yüz bir darbedir.
Doksanlardan sonra İslamcı mücadelede bir yükseliş vardı. Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle bu süreç en doruk noktasına çıkmıştı. Toplum içerisinde de İslâmcılarda bir yükseliş vardı. Ak Parti’nin iktidara gelmesinden sonra Müslümanların Müslüman profilinde bir değişim yaşandı. Bu değişimin temel sebebi veya sebebleri ne? Şunu da sorayım; ne yönde bir değişim yaşadı Müslümanlar?
Hem iyi yönde hem de olumsuz yönde değişimler var. Değişimi tek yönlü olarak görmüyorum. İyi yöndeki değişimler şu; seksenlere, doksanlara göre daha özgüven hâkim. İkincisi, Türkiye’deki Müslüman insanlar, bireyler ve gruplar dünyadaki benzer gruplarla, bireylerle, Müslüman gruplarla daha büyük bir iletişim içerisindeler. Mesela 1970’lerde 1980’lerde bu iletişim tek yönlüydü. Afganistan’dan, Pakistan’dan, İran’dan, Suriye’den, Mısır’dan, Lübnan’dan kitaplar Türkçeye tercüme ediliyordu. Aslında tek yönlü bir ilişki yaşıyorduk. Şimdi bu ilişki daha interaktif ve çift taraflı oldu. Türkiye’deki birçok yazarın, müellifin, mütefekkirin kitabı dünyanın farklı dillerine tercüme edilmeye başlandı. İslâm dünyası sivil toplum kuruluşları işbirliği gibi, İHH gibi, D-8 gibi, organizasyonlar üzerinden Türkiyeli Müslümanların dünya Müslümanları ile olan ilişkileri daha interaktif olmaya başladı. Bunlar avantajlı şeylerdir. 1970lerde, 1980lerde daha edilgen bir yapıya sahipken Müslümanlar şimdi daha üretken, daha fikir ortaya koyabilen, daha medeniyet merkezli düşünebilen insanlar haline geldi.
En büyük dezavantajlı kabul ettiğim kısım ise 1970’lerde, 1980’lerde Müslümanlar daha tebliğci duruyordu, daha çok tebliğ diline hâkimdiler ve karşı tarafı anlamaya dönük bir duruşları vardı. Tebliğci dilin benim için önemli olan yönü şu; tebliğ yapmak isteyen insan iyi okuyor ve karşı tarafla kurduğu diyalogda da karşı tarafı önce anlamaya dönük sonra da kendisini doğru anlatmaya dönük bir dil kullanıyor. Bunun için de iyi okuması, iyi araştırması, iyi düşünmesi gerekiyor. Edebiyatının iyi olması gerekiyor, kelimeleri doğru kullanması gerekiyor. İnsan psikolojisini doğru bilmesi gerekiyor.1970’lerin 1980’lerin İslamcıları ve gençleri böyleydi. Şimdi ise tebliğden daha çok tasnif etmeye dönük yani “sen şusun, sen şusun” gibi ya da mahkûm etmeye dönük “sen şusun sen busun git” şeklinde daha mahkûm etmeye, ötekileştirmeye dönük bir dil kullanmaya başladık. Bunu da hem 28 Şubat’ın getirdiği çatışmacı sürecin üzerimizdeki etkisi olarak görüyorum hem de sayıca çoğaldığımızı düşünmenin getirdiği, artık tebliğe ihtiyacımız yok, muktediriz psikolojisinden doğan bir yanlış özgüven olarak görüyorum. Hâlbuki yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar Müslümanların tebliğ yapma, ceht etme görevi vardır. Dünyada bir tane bile müşrik varsa, kâfir varsa, Allah’ın hidayetinden uzak kimse varsa biz o kimseye kavli leyyin olarak ulaşmak zorundayız. Kavli leyyinle, güzel sözle, hikmetli sözle konuşmak zorundayız ve o insanı mahkûm edici değil, cehennemdesin tarzında değil o insanın nasıl Müslüman olabileceğini düşünerek öyle bir dille, öyle bir üslupla, öyle bir güler yüzle insanlara ulaşmamız gerekiyor. Bu anlamda 1970’ler 1980’ler daha fazla İslâm’ın o diyalog diline, yetişim diline, hikmet diline uygun ve daha yakındı. Şimdi bu çatışmacı toplumun içinden de kaynaklanan değişik gerekçelerle daha hükmedici, daha etiketlendirici bir dil kullanıyoruz. İyi yönleri saydım ama maalesef kötü yönümüz de bu. Onun için mesela bir veri paylaşabilirim, bu bir kaç veriden yola çıkarak yaptığım bir kıyaslamadır. Türkiye’de şu anda İslâmcı siyasî kuruluşların, Müslüman derneklerin, vakıfların, yayınevlerinin, abilerin, tarikatların hepsinin ulaştığı gençlik oranı toplam gençliğin içerisinde yüzde 15’i ancak buluyor.  Çünkü herkes aynı gençlikle uğraşıyor. Yani bir genç partide üye, bir dernekte üye, bir yayın grubunda çalışıyor, filan vakıfta yönetici; Türkiye’deki kendini dindar, muhafazakar, İslâmcı sayan organizasyonlar Ak Parti’nin aldığı oy kadar bile gençliğe ulaşabilmiş değiller… İyimser olursak %15-%20’lik bir gençliğe ulaşıyoruz. Diğer gençliği sokak eğitiyor, televizyon eğitiyor, Türkiye’deki var olan siyasî kültürel iklim eğitiyor. O gençlere bizim mesajımız, İslâmcı grupların mesajları ulaşıyor değil.
Söylediklerinizden anladığımız kadarıyla 28 Şubat’ın tesiri bu konuda hala devam ediyor.
Onun tesiri çok. Ama tam 100 yıllık bir sürecin içerisindeki arızalardan konuşuyoruz.
İkinci faktör olarak da rehaveti söylediniz.
Evet.
Bir de bunun dış faktörleri var; modernizm, sekülerizm ve tüketim alışkanlıklarının iyice topluma siraayet etmesi. Bu olguların topluma yerleşmesi neticesinde de bir konformizm ortaya çıktı. Bu konformist durumdan çıkmanın reçetesi sizce nedir?
Aslında reçete Kur’an-ı Kerim’dir ve Peygamber’imizin bize bıraktığı Kur’an ahlâkı dediğimiz şeydir. Başka bir reçete yok. Ama bu reçeteyi günün şartlarına uygun olarak Mehmet Akif’in dediği gibi “asrın idrakine uygun bir şekilde” yeniden üreterek söylememiz gerekiyor. Mesela modernizmin bize dayattığı başta savaştığımız sonra da içselleştirerek kendi ideolojimiz haline getirdiğimiz bazı şeyler var. Bunlardan bir tanesi eğitimi çok kutsallaştırmış olmamızdır. Çünkü, ulus devletler ve ideolojik devletler makbul vatandaş yetiştirmek için, ortaya koydukları vatandaşın tanımına uygun yetiştirme görevini, eğitim sistemlerine yüklemişlerdir. İdeolojik devletlerde ve ulus devletlerde rejimi koruma, kollama görevi ordulardan daha çok eğitim sistemlerinin görevidir. Onun içindir ki bütün ulus ve ideolojik devletler yatılı okullar kurmuşlardır. Çocukları ailelerinden uzaklaştırarak eğitmek için… Buna özel bir önem vermişlerdir. Okullarda yetiştiremediklerini halk eğitim merkezlerinde yetiştirmek istemişlerdir. Maksat, rejime uygun insan yetiştirmek. İdeolojik ve ulus devletlerde sistemin tamamını reforme etme şansınız vardır, orduyu bile reforma tâbi tutabilirsiniz; ama eğitim sistemlerini zor… Modernizmin, ulus devletlerin, ideoloji devletlerin eğitimi kutsallaştırmasına bir süre sonra biz de ikna olduk. Biz de eğitimi çok kutsal hale getirmişiz, “eğitim şart” cümlesini ezberlemişiz. Halbuki kutsal olan ve gerekli olan eğitim değildir; kutsal olan, eğitimle birlikte yaşamaktır…
Hangi eğitim?
Eğitimi şöyle tarif edebiliriz. Eğitim; insanın kendisiyle, insanın çevresiyle ve insanın yaratıcısıyla olan ilişkilerini bir dengeye kavuşturmaya dönük bilgilenme ve değişim sürecidir. Bu aynı zamanda medeniyettir. Biz Müslümanlar için bilgi tek başına kutsal bir şey değildir. İşe yarayacak faydalı olacak ve kendisiyle amel edebileceğimiz bir bilgi bizim için önemlidir. Biz burada modernleşme sürecinde sadece bilgiyi kutsallaştırmışız ve konformizm hastalığına tutulduğumuz için de çocuklarımıza öğretmemiz gerekeni ve çocuklarımızın bize bakarak kavraması gereken her şeyi okullara yüklemişiz. Diyoruz ki, “çocuklarımıza namaz kılmayı okullarımız niye öğretmiyor”, “çocuklarımız neden ahlâkı okullardan öğrenmiyor”. Halbuki çocuk ahlâkı da, namazı da, oruç tutmayı da, büyüklerine hürmet etmeyi de, adabı da, muaşereti de bilgi olarak değil, öncelikle yaşadığı ailede, komşularda ve mahallede öğrenmesi gerekiyordu.
Sadece eğitimde değil bu. Siyasî hadiselerde de içtimaî meselelerde de bu böyle “devlet neden yapmıyor” anlayışı hâkim. Toplumlar mı siyasete yön verir yoksa siyaset mi sosyolojik yapıyı değiştirir?
Bunları münazara konusu gibi düşünmemek lazım. Birbirine geçişli olan durumlardır bunlar. Ama esas olan şey, bireyin kendisine sahip çıkması ve kendini mükemmelleştirmesidir. Buradan başladığınızdan itibaren de zaten büyük organizasyonları da kendiniz gibi yapma imkânınız var. Sonuçta Allah diyor ki, “ne kadar iyilik, hayır yaparsan onun karşılığını göreceksin. Ve ne kadar kötülük yaparsan, onun kötülüğünü göreceksin.” Yani insanların iyi olmadığı yerde, siyasetin iyi olması mümkün  değil. Ama bir tane bile iyi olsa, aktif olsa, o kişinin oradaki ikinci iyiyi, üçüncü iyiyi yapma imkanı vardır. Mesela peygamberler… Geldikleri toplumda bir kişidir. Mükemmeldiler, ahlâklıydılar ve o bir kişi toplumu bir şekilde dönüştürdü. Nasıl dönüştürdü peki. Hem bilgisiyle, hem de yaşamasıyla… İnsanlara “ahlâklı olun” diyen hiçbir ahlâksızın o toplumu ahlâklı yapma şansı yok. Ya da insanlara “yalan konuşmayın” diye öğüt veren bir insan, yalan konuşmaması gerekir ki gerçekten faydalı olsun.  Saadettin Ökten hocayı bilirsiniz. Ona “aileniz size İslâm’ı nasıl öğretti?”  diye soru soruyorlar. O  da diyor ki “öğretmediler bana”, muhabir şaşırıyor “nasıl yani” diyor.  Saadettin hoca da, “onlar yaşıyordu ben de öğrendim” diyor. Ama mesela modernizmin, bilgiyi kutsallaştırmak ve yaşamayı önemsememe kısmını zamanla biz Türkiye’deki Müslümanlar da içselleştirdi. Eğitimi kutsal, yaşamı önemsiz hale getirdiler. O zaman bizim de karşımıza böyle seküler insan tipi çıktı. Sözde melek, yaşantıya baktığınızda başka bir şey. O kelimeyi söylemek istemiyorum (Erol Erdoğan gülüyor). Mesela bireyselleşme meselesi. Modernizmin çok temel özelliklerinden birisidir. Zamanla biz de bunu benimsedik. Bireyselleşmekten kastım, bireyi önemsemek değil, bireyci olmayı.
Toplumun sosyal ilişkilerinin iyice birbirinden zayıflaması ve kopma durumuna gelmesi gibi.
Tabiî, tabiî. Eskiden bununla savaşıyorduk ama sonra bunu içselleştirdik ve tuhaf insanlar olmaya başladık. Mesela modernizmin bir özelliği de her şeyi tek tip haline getirmesidir. Biz de tek tip haline geldik ve bunu çok önemsedik. Mesela Amerika’daki bir konutla, İstanbul’daki konut aynı olacak, bu modernizmin bir tür virüsü. Biz bununla medeniyet argümanları üzerinden bir süre savaştık ama bunu sonra benimsedik. İstanbul’daki evle, Van’daki ev mimarîsi aynı oldu artık.
İstanbul’daki ev ile New York’taki ev de aynı.
Modernizm… Dolayısıyla biz aslında Müslümanlar olarak, sadece Türkiye’de değil, tüm yeryüzünde formu bize ait olmayan şekiller üzerinde İslâm’ı yaşama gayretindeyiz. Daha doğrusu, formu, iklimi, mimarîsi, düzlemi İslâmî olmayan bir şey üzerinde, İslâm’ı yaşama gayretindeyiz. Olur mu? Bir miktar olur; ama mükemmel bir İslâmî yaşantı buradan çıkmaz…
Modernizmin ve küreselleşmenin taarruzuna karşı gard alınması durumunda yerelleşmenin daha da güçleneceği fikri ortaya çıkabiliyor. Müslümanlar neden bu taarruza karşı bir kalkan geliştiremedi. Acaba küreselleşmenin akıntısına mı kaptırdı kendini?
Bence birinci problem, henüz bu süreçlerin tam tahlili yapılmış değil. Mesela biyopsi anlamında bir örnek vereyim size. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’deki okullarda tek tip kıyafet konusu açıldı. Ben tek tip kıyafete karşı birisiyim ve bunu açıkladığımda karşımda dindar camianın benim önerilerime ağır bir şekilde eleştiri getirdiğini gördüm. Ve bunu Müslümanlık adına yapıyorlardı. İşte bu modernizmi doğru tahlil edemeyişimizi, Müslümanlıkla modernizm arasındaki farkları ortayı koyamayışımızı gösteren bir problemdi. Bir düşünce krizi var aslında. Ama Müslümanlar modernizmle gerçekten mücadele etmek istiyorsa, bunu başarabilirler. Henüz buradaki problem tam olarak ortaya konulmuş değil. Problemler entelektüel bir faaliyet olarak kalıyor. Ben diyorum ki, insanoğlu doğuştan çok farklı özelliklerle gelir. Ve o insanı tek tip kıyafet gibi bir şeyle sınırlamamak gerekir. İstediği kıyafeti giysin. Ben bunu daha da uzatıp, delillendiriyorum. Müslüman birisi diyor ki “hocam tek tip kıyafet olmazsa, fakir-zengin çocuk ayrımı ortaya çıkacak. Bu da okullarda fakir çocukların psikolojisine kötü yönde tesir edecek”. Modernizm zaten böyle bir şeydir, çok yanlış bir fikri iyi bir cilayla size sunar. Mesela bu doğru bir savunma değil. Allah bize, “fakirliğin üzerini örtün” demiyor. “Fakirliği giderin” diyor… Bir diğer problem de, kendini o kadar kandırmış ki, aynı kıyafet giydiği zaman fakirliğin gizleneceğini zannediyor. Halbuki gizlenmiyor. Fakir çocuğun önlüğüyle, zengin çocuğun önlüğünün kumaşı bile aynı değil.
Müslümanların bu zafiyetlerinin sebebi, her davranışlarında Batı düşüncesinin etkili olması değil mi sizce?
Tabiî. Müslüman gibi düşünemiyor. Aslında 200-300 yıldır dünyadaki Müslümanlar, sanayileşme sonrasındaki gelişmelerle karşı karşıya kaldı ve bir süre bunlarla mücadele etti. Nesil ve kuşaklar değiştikçe bu mücadele kaybedildi. 100 yıl önce savaştığımız bir şeyin şimdi savunucusu haline gelebiliyoruz. Çıkış noktası şudur, daha fazla tefekkür etmek. Ezberlerimizden bile şüphelenmek. Ezberler zehirleyicidir. Çok emin olduğumuz ezberden bile şüphelenmemiz gerekiyor. Hatta bunu şöyle abartabilirim; namaz kılan bir insan Fatiha’yı günde birçok kez okuyor. Bir gün, “ben bu Fatiha’yı doğru mu okuyorum acaba” diye Kur’an-ı Kerim’i açıp bakması gerekir. Allah bize “namaz alışkanlığınız olsun” demiyor, “namaz kılın” diyor. Namaz kılmamızı bile bir alışkanlık haline getirmemizi istemiyor, her defasında ilk defa kılıyormuş gibi bir şuurla kılmamız gerekiyor. Namaz alışkanlığı kazanmamız değil, namaz kılmamız lazım.
Söylediklerinizden şu çıkıyor, “Müslümanlar yanlış olan bir şeyi, İslâm’a dayandırarak savunuyorlar.” Demek ki anlayışta bir problem var. İslâm’a yeni bir gözle bakan bir anlayışa ihtiyacımız var sanırım?
Evet o yüzden düşünce krizi var diyorum. Bu bir anlayış, düşünce problemidir. Çözüm de, ilk başta söylediğim gibi Kur’an-ı Kerim ve Peygamber’imizin örnekliğidir.
İslâm’ın esaslarını hayata tatbik etmemizi sağlayacak yeni bir anlayışa ihtiyacımız yok mu?
Kendimizi bu anlamda yanlış anlayışlardan kurtarmamız gerekiyor. Çözüm, emin olduğumuz her şeyde tekrar kontrol etmek. Bütün yapageldiklerimizi, alışkanlıklarımızı kontrol etmemiz gerekiyor. Bunu yaparken de bugünün birikimlerini kullanmamız ve Peygamber’imizin örneklerinden yola çıkarak yaptıklarımızı kontrol etmemiz gerekiyor. Hakk’el-yakin olarak yaptıklarımıza bir bakmamız gerekiyor. Bir eğitim örneği daha vereyim: Aile, anne ve babalık görevini kurumlara devretti. Kendi çocuğuyla oyun oynamıyor, kendi çocuğuyla parka gitmiyor, kendi çocuğuna bir model olmuyor, ahlâk vermiyor. Sonra da diyor ki, “öğretmen çocuğuma ahlâk versin, çocuğumla oyun oynasın, okumayı öğretsin”. Yani bir anne ve baba çocuğuna biyolojik ve dinî olarak hangi sorumlulukları varsa bunların tamamını modernist bir kafayla okula devretmiş durumda. Hatta okullar tatil edildikleri zaman aileler rahatsız olurlar, “ne yapacağım bu çocukla” diye düşünürler. Müslüman bir zihin ve merhametli bir vicdan, düzgün bir anne-baba okul tatil olduğunda “oh bugün çocuğumla birlikteyim” diyebilmesi gerekiyor. Ama şu andaki modernist ve metropol aileleri okul tatil olduğu zaman cinnet geçiriyorlar.
Çocuklar artık ebeveynleri kendilerine rol-model olarak da almıyor.
Vekalet meselesi. Baba, anne, ağabey, abla, dede ve nine hepsi devrediyor. Modernizmin ailede yaptığı en büyük tahribatlardan birisi de büyük aileyi dağıtıp çekirdek aile yapmaktır. Kötü yanı çekirdek aile bile ufaldı ve “birlikte yaşam” ya da “seviyeli ilişki” dediğimiz daha bireysel yapı ortaya çıktı. Dolayısıyla hem annelik-babalık görevi eksik kalıyor, hem de dedelik-ninelik gibi daha büyük ebeveynlik görevi eksik kalıyor. Şimdi de Batı ülkeleri bunu bir problem gördüğü için, problemi satıyor. Şöyle; modernizm insanı önce bir şeyden yoksunlaştırır sonra da eksilttiği şeyi endüstriye dönüştürür ve satar… Aile çocuk arasını açtı, kreşi sattı bize. Şu anda da Avrupa’da dedelik servisleri kuruluyor. Modern pedagoji diyor ki, “bir çocuğun yetişmesi için dede çok önemli” ve Avrupa’nın bazı yerlerinde anaokulu gibi dedelik servisleri kurulmaya başladı. Siz arayıp “benim şu yaşta bir çocuğum var, bana bugün bir dede gönderir misiniz” diyorsunuz. Ve sizin çocuğunuzu o gün bir dede gezdiriyor, çikolata alıyor. Bir çocuğun dedelikle ilgili sevgi, saygı, hürmet gibi kavramları çocuğun edinmesini sağlıyorlar. Modernizm böyle bir şey.
Son olarak ekleyeceğiniz bir şey var mı?
Bizim 28 Şubat’la düşünmediğimiz bir başlık var. O da şu, “1000 yıl sürecek” meselesi. 28 Şubat’ın kudretli generalleri, “28 Şubat 1000 yıl sürecek” lafını rastgele söylemiş olamazlar. Ben yıllardır bu 1000 yıl ne demektir diye düşünürüm. Aklımda şöyle bir cevap belirdi, 28 Şubat’ın darbecileri bu cümleyi söylerken aslında bize bir cevap veriyorlardı. Çünkü biz Türkiye’deki, kendini bu topraklara ait kabul eden tüm insanlar konuşurken şöyle bir cümle kurarız, azınlıklar bile; “biz 1000 yıldır bu ülkede kardeşçe yaşıyoruz”. Bu cümleyi hatırlayalım, Erbakan hocanın çok sık kullandığı bir cümledir bu. Bunu söylerken de Müslüman nüfusu kastederler. Sadece bunu da kastetmezler, bu topraklarda birbirine saygı içinde yaşayan, azınlıkları, farklı etik yapılardaki insanları ve Müslüman olmayan herkesi de kastederler.
100 yıl evveline kadar Ermeniler Millet-i Sadıka’ydı...
Bu 1000 yıl ifadesi, toplumun birliğine ve beraberliğine kastedilmiş seküler bir yaklaşımı ve sosyolojik bir darbeyi ortaya koyuyor. Ve bu ifadenin, bizim “1000 yıldır kardeşçe yaşıyoruz” sözümüze karşılık olarak geldiğini düşünüyorum. Hatta bunu biraz daha derinleştirirsek, 1071 Malazgirt Zaferi’ni söyleriz. Bunun üzerine bin yıl koyduğunuzda aşağı yukarı 28 Şubat’a rastlarsınız. Bu 1000 yıl sürecek ifadesinin böyle bir düşmanlık içerdiğini düşünüyorum.
Teşekkür ederiz, biz de aynı düşünüyoruz.
      Rica ederim, sağ olun. 
Baran Dergisi 483. Sayı