Gazeteci-Yazar Mustafa Özcan, Türkiye’nin Körfez ve İsrail ile ilişkilerini yeniden geliştirmeye başlamasını Baran okurları için değerlendirdi.

Türkiye’nin son dönemde, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olmak üzere Körfez ülkeleriyle yakınlaştığını görüyoruz. Daha önce benzer bir yakınlaşma Mısır ile yaşanmıştı; fakat istenilen sonuç alınamadı. 15 Temmuz’da bile dahli olduğu düşünülen BAE’nin Türkiye ile yakınlaşmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Çıkar ilişkisi olarak yorumlanabilir. Yoksa onun haricinde ideolojik olarak yakınlaşmayı gerektiren bir sebep yok ortada. Tarafların ideolojik angajmanlarından çıkmaları tamamen çıkar birliğine yönelmeleriyle alâkalı. Bu itibarla görüşüyorlar.

Mesela BAE’li bazı bakanlar; “Türkiye ile aramızda tek bir pürüz kaldı, o da Müslüman Kardeşlerin Türkiye ile olan ilişkileri…” diyor. Aslında bunun içini dolduracak bir şey de kalmadı; Arap Baharı geriledi. Onun yerine 2013’ten itibaren darbeler süreci başladı. Darbeler yüzünden Türkiye’nin o ülkelerdeki nüfusu da geriledi bir şekilde. Yâni eskiye döndük. Her açıdan eskiye döndük… “Sıfır sorun” denilen yere tekrar döndük. Dolayısıyla burada pragmatizme dayalı bir süreç söz konusu. BAE ile Türkiye’nin ortak menfaatleri var. Çıkar birliğidir bu; başka türlü de izahı yok. Sonuçta BAE aynı, olduğu yerde duruyor, bir yere gitmiş değil, Türkiye de öyle, durduğu yerde duruyor. Yalnız şunu söyleyelim; Türkiye bir şekilde ilkelerinden taviz verdi.

Türkiye buradan nasıl bir fayda devşiriyor?

Ekonomik ilişkileri daha ileri taşımak istiyor herhalde. Bir de pandemi süreciyle beraber uluslararası ilişkiler biraz yavaşladı. Ekonomik durgunluk da oldu tabiî, hem de birçok ülkede. Ayakta kalan ülkelerin sayısı az: Katar, BAE vesaire. Nüfusları da az. Türkiye herhalde Katar’a ilaveten BAE ile ilişkileri geliştirmek istedi. Zira, 10-15 milyar dolarlık bir ön anlaşma yapıldı, BAE yatırım yapacak, haberlerde de yer almıştı bu. Bunlar Türkiye için önemli, son dönemde herkesin bildiği gibi ülkede ekonomik vaziyet iyi gitmiyor. Dolar 2013’ten beri giderek yükseldi. Ekonomik dengeler giderek bozuluyor, vatandaş yük altında. Bunları tamir etmek için Türkiye, BAE’den fayda devşirmeye çalışıyor Türkiye. Şunu söylememiz lazım; Türkiye’nin geldiği nokta yanlış. Türkiye bazı kararları çok acele verdi, hasım olmakta fevri davrandı. Mesela şimdi Fransa ile ilişkileri de geliştirmek istiyor Türkiye. Fransa, Almanya veya Hollanda’yı mukayese edelim; Almanya ile Fransa’ya bakın, hiç eskisi gibi bir arada değiller. Fransa’nın yaptıklarını hiçbir Allah’ın kulu kabul etmez. Almanya ise biraz çekincelerle birlikte, kabul edilebilir bir yaklaşıma sahip. Türkiye ise ikide bir bu ülkeleri eleştiriyordu. Bunları da iç politikada malzeme olarak kullanmak istiyordu. Bunların yanlış olduğu anlaşıldı. Dışarıdaki ilişkiler gerilim noktasına giderken, bazı şeyleri malzeme yapıp içeride kullanarak, dış ekonomik ilişkileri zora sokmuş olduk. İkincisi, geldiğimiz nokta, ideolojik açıdan izah edilebilir bir durumda değil. Suudi Arabistan ile ilişkilerde haklı bir noktadaydık; Cemal Kaşıkçı cinayeti neydi? Ülkemizde işlenmiş, karanlık bir cinayet olayıydı, affedilebilir bir tarafı yoktu. Şimdi de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suudi Arabistan’a gideceği söyleniyor. Ne değişti? Dolayısıyla doğrularımızı da savunamaz hâle geldik. Yanlışlarımızı değil, doğrularımızı bile… İlişkilerin zemini daraldı, ekonomimize yansıdı, süreç daha kötü yerlere gidiyordu. Hâl böyle olunca yeniden açılım yaparak rahatlamayı temin etmeye çalışıyoruz. İçteki dengeleri yeniden düzene koymak için, en azından ideolojik mânâda taviz veriyor Türkiye. Suudi Arabistan Veliaht Prensi M. bin Selman, Türkiye ile görüşmelerde ön şart olarak “Cemal Kaşıkçı meselesinin ele alınmamasını” istiyor. Böyle söyleniyor… Durum bu. Suudi Arabistan, Türkiye ile ilişkileri geliştirmek için Kaşıkçı meselesinin konuşulmasını istemez mi? Tabiî ki istemez. Dünyanın duyarsızlığı da var, bunu da göz ardı etmemek lâzım. En azından haklı olduğumuz konularda yanımızda birilerini görmemiz lâzımdı. Görmedik. Tamam Kaşıkçı’nın öldürülmesine göz yummayan uluslararası tepki fertler bazında oluştu, insanlar kötülüğe karşı Kaşıkçı’yı sahiplendi. Fakat bu siyasete hiç yansımadı. Hiçbir ülke, Kaşıkçı meselesini tamamen takip etmedi. Sonuç olarak vaka Türkiye’nin üzerine kaldı. Hülasa, Türkiye politikalarını bunları düşünüp, ayağını sağlam basarak üretmeli. Günübirlik konuşmalarla değil de, doğru-dürüst ve etkili politikalar oluşturması lâzım. Aksi takdirde ilişkiler daralmaya gider. Almanya ile ilişkilerin ilerletilmesi gerek. İçeri malzeme üretmek için, dışarıda Almanya’ya sataşmanın âlemi yok. Bugün gelinen nokta da belli. Doğrusunu söylemek gerekirse, maalesef bu duruma da düştük.

İsrail ile ilişkileri de bu bağlamda mı değerlendirmek lâzım?

Tabiî. İsrail ile ilişkiler sürekli olarak değişiyor. İsrail uluslararası düzenin büyük bir parçası. Başka ülkeleri memnun etmek, İsrail’i memnun etmekten geçiyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bunu hep yaptı. ABD; Pakistan ve Endonezya’dan, İsrail ile ilişkilerin düzeltilmesini isteyip, “Ondan sonra da bizle ilişkileri düzeltirsiniz!” dedi. Bu noktada tarihî bir anektod anlatayım, Suriye’nin eski başbakanlarından Muhammed Ma‘rûf ed-Devâlîbî vardı. Bu adam Paris’te Sorbonne Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. Medrese tedrisatından da geçmiş. 1960’lı yılların başında meclis başkanı oluyor, sonra da başbakan oluyor. ABD ile görüşüyor… Dönemin ABD elçisi Devâlîbî’yi ziyarete gidiyor, diyor ki; “Niye Ürdün gibi davranmıyorsunuz, İsrail ile ilişkileri gizli-kapaklı da olsa ilerletin.” Devâlîbî de diyor ki, “İsrail Filistinlilerin toprağını işgal etti. Ondan sonra da Arapları yerinden yurdundan etti. Siyonizmi yayarken, bizim topraklarımızı işgal edenlerle nasıl ilişki kurarız?” ve ilave ediyor; “Biz ABD ile ilişkileri güçlendirmek istiyoruz, İsrail ile ilişki kurmak değil.” ABD’li elçi de cevab veriyor; “Bizimle birlikte olmak istiyorsanız, araya İsrail’i de sokacaksınız.” Devâlîbî tekrar söze giriyor; “Sovyetler Birliği dinsiz, ateist bir ideolojiye sahip. Bizi kerhen oraya itiyorsunuz, Sovyetler ideolojik olarak da zararlı. Ama siz İsrail’i araya sokuyorsunuz, biz de Sovyetler ile ilişkileri ilerletebiliriz.” Ondan sonra da Devâlîbî hakkında kötü şeyler uyduruyorlar, “Kızıl Şeyh” gibi lakablar takıyorlar. “Sovyet taraftarı” gibi söylemlerle karalamaya başlıyorlar. “Şeyh” derken, fıkıh bilgisine de sahip olmasına atıf yapıyorlar vesaire…

Bugün de mesele aynıdır. Türkiye’deki siyasetçiler de bunu bilir, akıllarının bir köşesinde bunu tutuyorlardır. Bundan dolayı, Türkiye hiçbir zaman İsrail ile köprüleri yıkmadı, inişli çıkışlı oldu tabiî.

Mesela Davos’da Erdoğan, Şimon Peres’de değil moderatöre çıkıştığını söylemişti. Mavi Marmara’da ve başka yerlerde geri duruldu, son nokta hiçbir zaman koyulmadı. Batı’ya açılan kapının anahtarı, yâni İsrail’e muhtaç olacağımızı zihnimize yerleştirdik, noktayı koyamadık. Tarık Bin Ziyad’ın İspanya seferinde söylediği gibi, “biz gemileri yaktık, geri dönüş yok” diyemedik hiç.

Teşekkür ederiz vakit ayırdınız.

Sağ olun.