Rahmetli Üstad hiç bir zaman; zaman, zemin, sosyal, siyâsal ve ekonomik şartlar ne ve nasıl olursa olsun; hiç bir durumda pes etmeyen, geri çekilme ve hele hele yenik düşme, ikinci plâna itilme gibi t

Üstad Necip Fazıl’ın şahsiyeti ve davasıyla ilgili neler söylemek istersiniz?

Siyâsal anlamda zaman zaman iki mim arasında darlanan zorlanan bir şâir ve mütefekkirdi Üstad Necib Fazıl! Milliyetçilik ve Mukaddesatçılık kavramlarının mimleri bunlar!. Milliyetçilik ile Mukaddesatçılığın ağır suç sayıldığı dönemlerde Necib Fazıl, bu iki mimin muvahhid ve mücâhidiydi! Bu iki kavramı birleyen ve bu birleme düzleminde gayretlenen bir şiir ve fikir adamıydı. Necib Fazıl’ın milliyetçiliği kafatası ırkçılığı değildi, Millet-i İbrâhim milliyetçiliğiydi. Mukaddesatçılık da Millet-i İbrâhim mukaddesatçılığıydı. Ayrışma yoktu. Sonraki yıllarda, Erbakan Hoca’nın mim sin (MSP) harekâtı dönemlerinde azıcık bir ayrışma oldu. Meşreb farkından kaynaklanan yüzeysel bir ayrışmaydı bu. Milliyetçilikte diretenler ülkücü komandolar, mukaddesatçılıkta direnenler mücâhid akıncılar etiketiyle sancak açtılar.

“Akıncılar ve Ülkücüler”

Üstad’ın dönemin gençliği üzerindeki tesiri, ilişkisi nasıldı?

Akıncılarla Komandolar ya da Komandolarla Akıncılar arasında zaman zaman meşreb fanatikliği yokuşlarında tatsız tartışmalar ve hatta sürtüşmeler zuhûr etti. Hiç olmaması gereken şeylerdi bunlar ama kaderin yorumsuz kavranmaz akışında varmış, oldu. İki mimin (mukaddesatçılar ve milliyetçiler CD) tevhîdinde yazıp çizen, coşan taşan Üstad Necib Fazıl’ı darlandıran ve zorlandıran buydu. Genelde hep atılgan deli fişek delikanlılardan oluşan Komandolarla, onlara nisbetle biraz ağır başlı derviş pîşek velikanlılardan oluşan Akıncılar arasındaki bu siyâsal ayrışma Üstadı çok üzüyordu. Niyet ve gayret bağlamında iki taraf da akıncıydı fakat politika poetikanın trafiğini rahatlatamadığı için zorunlu bir ayrışma zuhûr ediyordu. Şimdilerde beraberler hamdolsun.

“Bizim Hedefimiz Birliktir”

Aslında ve faslında Komandolar için deli veliler, Akıncılar için de veli deliler dense yeriydi ama, siyâset meydanları meşreb farkı hazımsızlığına çözüm üretemiyordu. Herkes, “Çiğdem derki ben âlâyım / Yiğit başına belâyım!” türküsünde veya Türkîsinde havalanıyordu. Üstad’ı üzen buydu. Bu öyle bir hazımsızlık kabızlığıydı ki, bu hengâme içerisinde bir ara Üstad’ın Akıncılardan uzaklaştığı ve Komandolarla kucaklaştığı bile söylendi! Bayağı bir gıybeti yapıldı bunun o zamanlar. Tam o günlerde, biz de Üstad gibi, Millet-i İbrâhim Milliyetçiliği ve Mukaddesatçılığının tevhîdini yaşayan ya da yaşamaya çalışan, ayrımsız, az biraz deli, az biraz veli kanlı kimseler olarak Üstad’ın Erenköy’deki evine gitmiştik. Sohbet ve muhabbetin akışı içerisinde, Üstad’ı darlandıran ve zorlandıran bu konu da gündeme geldi o gün orada. Biz hiç eşeleyip deşelemediğimiz halde, zuhûrat içinde, şunu söyledi Üstad o anda, bu bağlamda:

                  “Bizim hedefimiz tefrik değil, tevhîddir. Bizim menzil-i maksûdumuz, bizim münzel-i mübârekimiz tevhîd-i Bârî’dir! Kitab ve Sünnet sırât-ı müstakîminde kimler daha kavî, daha atılgan, daha gözü pek ve gönlü tok, ise; onların kervanında sarbanlık ederiz biz! Dava tek, ölmemek! Ölmeden önce dirilmektir! Biz siyâset meydanlarında onun bunun derkenârı değiliz! Biz tevhîdin babası Millet-i İbrâhimiz! Gayreti dirâyeti, hamiyeti ve samîmiyeti sağlam olan herkesle berâberiz. Hakk büyük, hedefimiz büyük, ötesi dedikodu malzemesi höyükten ibârettir! Beni mağrur zannederler, oysaki bende gururun zerresi yok!”

                  O gün o evde, Erenköy’de, özde böyle, sözde de böyle ya da buna benzer, “kāl ev kemakāl” şeyler söyleyen Üstad, kendi şiir ve şuur ifâdesiyle “Kanatları toz kelebek / Necib Fazıl Kısakürek”, hayret, gayret ve dirâyetiyle hedefini yakalayan ve menzil-i maksûduna ulaşan murâdına eren âsûde bahtiyar bir fütüvvet ve fütûhât adamıdır! Yüzyılda yapılamayan ıslâhâtı on yılda yapan kadroların hamurkârıdır Üstad! Kavlen, fiilen ve ölmeden önce ölme diriliği içinde hâlen yaşıyor Üstad! Rûhâniyetine selâm olsun, selâm eylesin ukbâdan bize!

Derkenar Değil Derderun

Üstad’la yaşadığınız hatıralarınız, şahitlikleriniz olmuştur muhakkak… Bize anlatır mısınız?

Rahmetli Üstad hiç bir zaman; zaman, zemin, sosyal, siyâsal ve ekonomik şartlar ne ve nasıl olursa olsun; hiç bir durumda pes etmeyen, geri çekilme ve hele hele yenik düşme, ikinci plâna itilme gibi tavırlara asla yüz vermeyen serâzad bir insandı!

Tahir Büyükkörükçü Hoca ve Üstad

Konya İmam Hatib Okulu öğrenciliği yıllarımızda, bir gün bir gece Üstad sahnedeydi, Konya’da bir salonda... Konferansa gelenler arasında, hitâbeti ve kitâbetiyle meşhuuuur Tâhir Büyükkörükçü Hoca da vardı. Üstad bir ara, azıcık bir ara verince Tâhir Hoca, destur aldı, aynı bağlamda bir şeyler söylemeye başladı. Üstad sahnede kürsüde, Tâhir Hoca salonda ayakta. Hocanın söz yumağı uzayıp da savrulmaya, etki ve katkı gayretiyle konferans içinde konferans niteliği taşımaya ve taşmaya başlayınca, sabrı taştı ve:

-Lütfen benden cesur olmayın hocam! Kelâm kılıncı bizde şu anda! diyerek -gürleyerek ya da kükreyerek demek lâzım aslında- çok beğendiği ve Büyük Doğu’da değerlendirdiği Hoca’nın hamâsetine müsâde etmedi!

Üstad’da Asla “Benlik” Yoktu

Üstad’ın bencilliği ya da benmerkezciliği denilebilir mi buna! Bence hayır! Evet elbet Üstad’da bir ben vardı ama, Yûnus’da zuhûr eden; bir ben vardır bende benden içerû muhtevâsında bir bendi bu bence! Kişisel gurur ve kibir kibriyası değil; genel “ene”l adına, millet adına, ümmet adına, medeniyet adına zuhûr eden toplumsal tümel izzet ve azamet tavrı bu! Tek başına bir ordu, tek başına bir millet, tek başına bir ümmet özelliği taşıyan bir cengâver tavrıydı bu!

“Ne Demek Veda!”

Bu bağlamda bir hatıram var, belki azıcık kekre ama, çok aziz ve leziz bir hatıra bu!.. Büyük Doğu’nun son döneminde bir yazı gönderdim Üstâd’a. Yazının başlığı: Üstâdın Vedâ Gazvesi! Kendimce, Üstadın artık yaşlandığını ve Büyük Doğu yükünü daha fazla taşıyamayacağını düşündüğüm için, kalbime öyle buruk bir duygu bir sezgi geldi. Üstad’ın bazı kesimler tarafından azıcık dışlanır gibi olduğu bir dönemdi. Herkes ve her kesim, dışlama görüntüsü veren bu hatalı algıdan arınarak, bu hakkı ödenmez cengâverin etrafında derlensin toparlansın diye hayrete ve gayrete girerek kaleme aldığım bir yazıydı bu.

Ben kendim gidememiştim, Necati Tuncer’le göndermiştim elden galiba. Ayrıntıyı hatırlamıyorum fakat hatırımda kaldığı kadar, şöyle bir tepki vermiş o gün orada, Büyük Doğu’da Üstad:

- Vedâ da ne demek! Vedâ yok! Herşeye rağmen edâya devam!

O yazıyı yayınlamadı Üstad! Beğenmediğinden değil, vedânın pes etme çağrışımı uyandırabileceğini düşündüğü için herhalde, eyvallah! Üstad bu, böylesi şeylere yüz vermezdi, dedim ya! Aynıyla öyleydi!

“Etkisi de Tepkisi de Harika ve Bârika İnsandı”

Ali Mazak’ın, Hasan Fehmi Ulus’un ve Durmuş Çelebi’nin de hazır bulunduğu bir buluşmada, Üstad’a bu bağlamda bir aktarım yaptım:

- Üstadım, dedim Mustafa Miyasoğlu sizin için şöyle bir şey söylüyor!         

- Ne söylüyor?

- Şunu söylüyor Miyasoğlu Üstadım: Üstad, güneş gibi etrafına gelen kendine yaklaşan her şeyi ve herkesi kendi çekim gücünde yutarak yakıyor yok ediyor!

Üstadı safâlandıracağını sandığım bu benzetmeye karşı tepkisi şu oldu:

- Eğer ben hakikaten böyle bir adamsam, bok herifin tekiyim demektir bu!

- Aman Üstâdım, estağfirullah!

- Eyvallah, estağfirullah da, ben etrafıma gelen herkesi yakıp yok ediyorsam, tek başıma ne yapacağım, ne işe yarayacağım! Vahdetde kesret, kesretde vahdete ters düşer bu!

Böyle harika bir insandı Üstad! Etkisi de tepkisi de hârika ve bârika bir insandı.

“Onunla Beraberliğimizi Uzatmak İçin Bahaneler Arardık”

O gün orada, Erenköy’deki evinde aynı mecliste bir zarâfet daha yaşadık Üstad’la.

Üstad’ın çok yoğun bir çalışması vardı, gelene gidene ayıracak fazla vakti yoktu. O sebeple bir ara:

- Gençler, dedi, ne yiyecekseniz, ne içecekseniz, canınız ne çekiyorsa hemen söyleyin, bugün fazla vaktim yok!

Üstad böyle söyleyince:

- Üstadım, dedim, yeme içme derdimiz yok! Biz bize lâzım olan fikir sütünü alıyoruz zâten, şükrederiz, teşekkür ederiz fakat, hani çok tatlı bir kıssa vardır bilirsiniz!

- Bilsem de bilmesem de anlat sen yine de!

- Eyvallah Üstâdım! Rivâyettir, denir ki, esrarlı bir rûhâniyet meclisinde Hazreti Mûsâ, Mûsâ Kelîmullah, Muhammed Habîbullah Hazretlerine: Hay evvelin ve âhirin Peygamberi, hay nebiler kervanının Kervanbaşı, yâ Rauf, yâ Rahîm, zât-ı risâlet penâhınız; benim ümmetimin âlimleri beni İsrâilin peygamberleri gibidir buyurmuşsunuz! Nasıl olur bu? Bunu pek zevk edemedik biz? diye sorunca, Habîbullah Hazretleri: Yâ Kelîm, yâ Kelîmallah! Sen Allah’ın Kelîmisin! Bu kelâmın derûnunu sen kendin özümle ve çözümle istersen? diyerek ümmetinden bir âlimin İmam Gazâlî’nin rûhâniyetini dâvet etmiş meclise.

İmam Gazâlî, hemen ânında: Dahîlek yâ Rasûlallah! Lebbeyk yâ Rasûlallah! Buyur yâ Rasûlallah! niyâzıyla huzura girince, Musâ Kelîmullah: Adın ne diye sormuş. İmam Gazâlî de: Muhammed b. Muhammed b. b. b. b. b. b. filân oğlu filân, filân oğlu filân faslında yedi göbek ecdâdını sayıp dökerken, Hazreti Mûsâ: Dur, demiş, yeter. Dur demesem Âdem’e kadar sayacaksın soy kütüğünü herhalde... Kitab Sahibi iki büyük peygamber huzurunda sözü uzatmak edeb midir? Âdaba muğayir değil midir? deyince, İmam Gazâlî: Yâ Kelimallah, Hakk Teâlâ Tûr-i Sinâ’da: Elindeki ne? diye suâl buyurunca: Seni tesbih ve tenzih ederim yâ Rab! Emir buyurdun, emrine imtisalen söylüyorum! Bu benim asâmdır! Yorulunca buna dayanırım! Davarımı bununla evirir çeviririm! Vahşilere karşı kendimi bununla korurum! diyerek siz niye uzattınız cevabı Hakk Teâlâ huzurunda? Ayrıca, Hak Teâlâ: Bana değil de asâna mı dayanıyorsun, davarını benimle değil de onunla mı güdüyorsun? Vahşilere karşı kendini benimle değil de onunla mı koruyorsun? Sen bana değil de ona mı güveniyorsun? diye sual buyursaydı ne diyecektiniz? deyince, hayrete ve gayrete giren Hazreti Mûsâ: Hakk Teâlâ huzurundaki mükâlemeyi uzatarak huzûr-u Bârî’de biraz daha fazla kalabilmek için öyle yaptım! demiş. Bunun üzerine İmam Gazâlî: Biz dahi aynı niyet ve gayretle, huzurlarınızda biraz daha şenlenip şereflenmek için uzattık kelâmı! diye arz-ı merâm edince, Mûsâ Kelîmullah, Muhammed Habîbullah Hazretlerine: Özümledim, çözümledim murâd-ı şerîfinizi yâ Resûlallah! diye aşk u niyâz etmiş Üstâdım! dedim, noktaladım kıssayı. O gün orada bu kadar uzatmadım, muhtasar anlattım da, ifâdeyi merâm muktezâyı hâle mutâbık olduğu için, Üstad epey safâlanmıştı.

- Biz de aynı ya da benzer bir niyet ve gayretle sizinle olan beraberliğimizi uzatabildiğimiz kadar uzatma derdiyle bahâneler üretiyoruz Üstâdım! deyince, okşanmayı seven insan tabiatının uzantısı Üstad’da da zuhûr etmiş ve epey şenlenmişti rahmetli.

“Hikmet Anne”den Bir Hatıra

Madem ki söz yumağı açıldı saçıldı uzadı gitti! Alın size bir hatıra daha, ama nakil bu! Üstad’ın kendisini “mâyı muattar” (ıtırlı su) veya “mâyı mukattar” (yağmur damlası) diye tavsif ettiği Hikmet Anne’den dinlediğim bir hatıra bu! Nükteleri ve dikteleriyle meşhur, âlim, ârif ve mücâhid, Alasonyalı Hacı Cemâl Öğüt Hoca’nın nazlı kızı, Hikmet Öğüt Anne! Çok harika, çok tatlı, çok şefkatli, çok sehâvetli bir insandı Hikmet Anne!

Üstâd’ın Erenköyü’ndeki evinde, bir gün bir yemekte… epey sıcak bir yaz mevsimiydi herhalde ki, İslâmbol’un içme suları gündeme girmiş sofrada… Şu su aziz, bu su leziz, filân derken, Çamlıca’daki bir çeşmede inatlaşma başlamış. İnatlaşma suyun ebisi (lezzeti)yle değil debisiyle ilgili… Çamlıca’daki bu çeşmeden bahsederken, Üstad demiş ki: Şarıl şarıl şarıldayan, gürül gürül gürüldeyen bir hânedan suyu bu!

Üstad’ın ifâdesini, abartılı bulan arkadaşı: Üstadım, demiş, yazık ki artık şarıl şarıl değil, şırıl şırıl, hatta bazen şiril şiril akabiliyor ancak, deyince, Üstad: kalkın, diyor, Çamlıca’ya gidiyoruz! Aynel yakîn görelim bakalım nasıl akıyor!

Ve gidiyorlar! Henüz oturdukları sofradan kalkıp Çamlıca’ya gidiyorlar, bakıyorlar ki hakikaten de artık şarıl şarıl akmıyor çeşme! Ve izlerinin üstüne Erenköyü’ne, sofraya dönüyorlar ama, hüznünü tülleyen Üstad, şarıl şarıl tezinde ısrar ederek diyor ki: O bir hânedan suyu! Hânedan suyu hânedan soyu gibidir. Kaynağına çekilmiş şartlar icâbı! Şarlatanlara şamar olsun diye kısmış sesini! Sessiz tokat derler buna şiir dilinde! O şırıltıyı siz yine de şarıltı olarak anlayın! Hânedan hüznünü fâş etmeyin ayıbtır!

Özgüvenini sarsacak ya da örseleyebilecek hiç bir şeye tâviz tahammül ve teslimiyeti yoktu Üstad’ın! Pes etme diye bir huyu yoktu! Atılgandı atılgandı, atılgan! Yılgınlığın yılışmasına müsâdesi yoktu! Yâ Selâm!..

Mustafa Özdamar:

Araştırmacı yazar, romancı, şair 1946, Elmasun / Güneybağ / Konya doğumlu. İlkokulu köyünde bitirdi (1959). Ortaöğrenimine Konya’da başladı. Zaman zaman devam edip ayrıldığı Ankara İmam Hatip Lisesini, dışarıdan sınavlara girerek tamamladı (1969). Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsünde üçüncü sınıfa kadar okudu (1972). İstanbul’da Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nde çalıştı, İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi’nin müdürlüğünü yaptı.

Cinnet ve Devran romanları dışında, Gönenli Mehmed Efendi (1995), Süleyman Hilmi Tunahan (1995), Said Nursi(1996) Necip Fazıl (1996) gibi çok sayıda Anadolu şahsiyeti ve erenleri hakkında biyografi-araştırma eserleri bulunan Özdamar, yazı ve şiirlerini, 1966 yılında itibaren Özduyu gazetesi (Konya, 1966), Babıalide Sabah (1966-67), Gönülden Gönüle (Konya, 1967), Biz (Konya, 1967), Anadolu’da Hamle (Konya, 1968), Fikir ve Sanatta Hareket (1971-72), Çile (Diyarbakır, 1974), Adım (1975), Çatı (1975), Millî Gençlik (1975-76), Altınoluk (1986-89) dergilerinde yayımladı.

1983 yılında itibaren Millî Gazete’de çıkan yazılarının yanı sıra araştırma ve incelemeleriyle dikkati çekti. Bir Dervişin Seyir Defteri adlı eserinde kendi hayatını kaleme aldı. Evli ve 2 çocuk babasıdır.

Aylık Dergisi 188. Sayı, Mayıs 2020