Sizi tanıyabilir miyiz?

Bismillahirrahmanirrahim

1954 Van’ın tarihi nahiyesi şimdi ise mahallesi olan Hoşap (Güzelsu) doğumluyum. İlkokulu doğduğum yerde İmam-Hatip Lisesi’ni Van’da okudum. Babam medrese âlimi idi Bu okullarda okuduğum yıllarda medreselerden de hiç irtibatım kesilmedi. Eski usûl derslerin verildiği medresede ulum-u âliyye, daha sonra hadis, fıkıh, kelâm, tefsir gibi İslâmî ilimler gördüm. Bu dersleri gördükten sonra başta merhum babam Seyyid Cezail Arvasi El Hoşabi’den olmak üzere tanınmış hocalardan medrese usulü dersleri aldım ve ikmal-i nisahtan sonra bölgemizin tanınmış âlimlerinden olan Şeyh Muhammed Asım Efendiden icazet aldım. Daha sonra Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü’ne bu nedenle geç başladım. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu enstitü kapatıldı. Bizler de İlahiyat Fakülteleri’ne dönüştürülen bu kurumda eğitime devam ettik. İstanbul’u tercih ettim; 1983 Marmara İlahiyat Fakültesinden mezun oldum. İstanbul’da bulunduğum zaman içinde kitabiyat, literatür hususunda bazı büyük zevatı ziyaret imkânı buldum. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki görevlerde muvazzaf oldum. İmamlık, vaizlik, ilçe müftülüğü yaptım. İlk ilçe müftülüğüm Mardin Nusaybin’de oldu. Mardin Nusaybinde bulunduğum sırada Nusaybin Mülki İdare Amirliğince Kamışlı mıntıka müdürlüğü arasında gerçekleştirilen mülakatlarda tercüman olarak görev aldım. Gelen Arapça yazışmalar Türkçe’ye çevirdim. Sonra Ankara Elmadağ’da, Polatlı’da ilçe müftülük görevinde bulundum. İlk il müftülüğüm Muş, daha sonra Adıyaman, Kırşehir ve son olarak da Van ilimizde oldu. Yaklaşık on yıl Van İl Müftülüğü görevimi ifa ettikten sonra 2019 Nisan ayında yaş haddinden emekli oldum. Tebliğlerim, konferanslarım oldu. Şu an ise ilmi araştırmalarıma devam ediyorum.

Merhum Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri kimdir, anlatır mısınız?

Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, Bağdat’ı işgal eden Hülagû döneminde Bağdattan hicret edip Doğu ve Güneydoğu bölgesinde ilim irşat faaliyetinde bulunan, Bursa’da Orhan Gaziyi ziyaret edip o’na ve askerlerine dua eden Hacı Seyyid Kasım el Bağdadî’nin mahdumu olan ve şu an Kabri Arvas’ta bulunan Molla Muhammed Kutup ismi ile meşhur olan zâtın neslinden geliyor. Abdulhakim Arvasi ile alakalı daha geniş bilgiye sahip olmak isteyenler bizzat kendisi tarafından kaleme alınan orijinal ve latin harfleri ile basılmış hâl tercümesi adlı esere ve Fuad Asım Arvas ve Şaban Er tarafından hazırlanan Kutup Yıldızı yayınlarından çıkan esere müracaat edebilirler.

Geldiği dönemi hülasa ederseniz, misyonu-vazifesi daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum.

Tabiî ki. Önce birkaç hususa işaret etmek istiyorum. İslâmiyet’in doğuşundan itibaren İslâm düşmanları hem onun peygamberine, hem risaletine, hem tebliğ ettiği din olan İslâmiyet'e karşı büyük tezgahlar kurmuşlardır. Hatta onun geleceğini haber veren Tevrat ve İncili iyi bilen Ehli Kitap tarafından Efendimiz s.a.v’in babasını dâhi öldürmek istemişlerdi. Elbette Kafirler ve Müşrikler istemeselerde Allahü Teâlâ Efendimiz s.a.v’i göndermekle nurunu ve nimetini tamamlayacaktı. Şer şebekeleri Saadet Asrında “Dırar Mescidi”nin kurulması gibi çeşitli fitne ve desiselerle ehli İslâm’ın itikadını bozmak ve dine tahrif sokmak için çeşitli araçları kullanarak faaliyetlerini sürdürmüşler ve bu fitnelere halen devam etmektedirler. Müslümanların birliğini sağlayan Osmanlı Hilafeti’nin haçlı seferleriyle yıkılamayacağını anlayan Batılılar İslâmî yapıyı fikir cephesiyle çürütmeye çalıştılar. Evvela itikadi noktalarımıza saldırmak için bâtıl düşünce ve mezhepler ürettiler. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren. Efendi Hazretlerinin de bir teşbihle birlikte buyurduğu gibi, Ezeli İslâm düşmanı olan İngilizlerin taktik ve stratejileri şöyle anlatılır; Onlarla dost olur, birlikte ağaç dikip sulamaya başlarsınız. Sonra sizden habersiz gider o ağacın dibine başka bir madde koyar, ağacı çürütür, haberiniz olmaz. Sonra gelir ve size “yazık oldu” derler.

Özellikle II. Viyana seferinden sonra Batılılar daha farklı stratejiler uyguladılar. Bunlardan biri Müslüman toplumlar içinde tefrika çıkarmak, yani ümmeti bölmek, parçalamaktı zira İslâm düşmanlarının elindeki en büyük silah tefrika silahıdır. Baktığımız zaman Hindistan tarafında Kâdıyanilik, İran ve Doğu Asya tarafında Bâbilik, Bahâîlik, Hicaz yarımadasında ise Vehhabilik hareketlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırladılar. Batılı müsteşrikler, yani oryantalistler, sürekli İslâmî ilimlerle ilgili çalışmalar yaptılar. Bu ilmi çalışmalarında itikat, tefsir, hadis, siyer gibi bazı ihtilaflı hususları öne çıkarırken birtakım fikirler ileri sürdüler. Ve bu fikirlerini yaldızlı sözlerle anlatıp feraset ve basiret özelliklerinden yoksun olanların akıllarını çeldiler. Hiç düşünmediler ki bir bardak bal şerbetinin içerisine bir damla zehir atıldığı zaman o bal şerbeti zehre dönüşür. Batılıların ne yazık ki bu çalışmaları gerçekten de tuttu. Efendi Hazretleri böyle çalkantılı bir dönemde dünyaya gelmiştir. Kendileri Allah’ın vergisi olan üstün bir zeka ve basiret sahibi olmakla beraber çok güzel bir tahsil ile Ehl-i Sünnet müktesebatını kamil biçimde ikmal etti. Alet ilimleri ve İslâmî ilimleri o dönemde Osmanlı Mülkü olan Musul ve çevresinde ikmalini ise kendi mürşidi ve hocası olan Hazret-i Şeyh olarak bilinen Allame Seyyid Fehim Hazretlerinden tamamlayarak icazetini aldı. Efendi Hazretlerinin ilmi toplama bilgi değildir. Usul ve Kavaid mucebince ciddi bir tahsil görmüş İslâmî ilimlerle ilgili çok kitap okuduğunu yazmış olduğu risale, mektup ve eserlerinden anlaşılıyor. Selefi salihin dönemindeki tasavvuf, İmamı Gazali ile başlayan sünni tasavvuf ve Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arâbî'nin ekolü olan tasavvufu günümüze taşımıştır. Yani Efendi Hazretleri aşısız ağacın verdiği meyve gibi değildir. Bizim memleketimizde bir tabir vardır; “Öksüz kuzudan koç olmaz.” Anası ölmüş kuzular, her gördüğü koyunun memesinden süt emip karnını doyurmaya çalışır, olmadı keçilerin memesini emer, bu sefer karnı şişer. Efendi Hazretleri de böyle faaliyetlerin olduğu bir döneme şahit oldu. Bizim 1400 yıllık geleneğimizden gelen esasları, usulleri hazmetmeden kaynağından, yani sözde Kur’ân-ı Kerim kaynaklı iddialarda bulunuyorlardı. Ben bunları merdiven altı ilaç üreticilerine benzetiyorum. Eczacıya, doktora soruyoruz, böyle bir ilaç tanımadıklarını söyleyecektir. Bu ilacın kaynağı nedir; çeşitli otlardır. Bütün ilaçlarda ot mevcuttu amma, o nu ilaç olarak görmek başka başka, terkip ve ölçüleriyle, bilenlerin testinden sonra kıvamıyla, dozuyla reçeteli olarak kullanmak başkadır. Merdiven altı ilaçlar bazen iç organları mahveder. Yani selef-i salihinden devredilen esas ve usullere göre eğitim, araştırma ve çalışmalar olmadan neticeye varılamaz. Efendi Hazretleri aynı zamanda büyük bir ilim adamıydı. Kendisi Rüştiye mezunudur. Alet (fen) ilimlerini de tedris etmiştir. Zira alet ilimleri İslâmî ilimler için olmazsa olmazdır. Ciddi hocalardan ders almış. Fıkıh, tefsir, hadis usullerinin tamamına vakıf. Onun çağdaşı olup hoca olarak bilinen birçok kişi usûl okumamış, görmemiştir. Usûlden haberleri yoktur. Zira Usulsüz Vusul olmaz Vusulsüzlüğümüz Usulsüzlüğümüzdendir. Hasılı Efendi Hazretleri Batı âleminin ümmete yaptığı itikadî, fikrî hücumlara karşı mücadele vermiştir.

Usûl görmemiş o çevreden bahseder misiniz, kim bunlar?

Mesela hilafet merkezinde hilafete karşı hareket eden, yıkmaya çalışan, ümmetin birliğinin sembolü olan bu kurumu parçalamaya çalışan kimler varsa bunlardır.

Bunu da siyaset-i şer’iyyenin esas ve usûllerini bilmemekten kaynaklanan bir faaliyet olarak mı görüyorsunuz?

Siyaset idare sanatıdır. Atları terbiye etme mesleğinin adı olan “seyis” kelimesiyle aynı kökten gelir.

Bir İslâm âlimi siyaseti şer’iyyeyi bilmedikten sonra kuru kuru ilmi tekrar ederek İslâmî ilimleri yürütemez, İslâmî anlayışı yürütemez mi demek istiyorsunuz?

Öyle diyorum, öyledir zaten.

Yani Efendi Hazretleri, medreselerde kuru kuruya okumamış, bilakis çok dinamik planda okumuş, her bakımdan siyasetin de içinde olan biri, aksiyon olarak da içinde olan biri…

Tabiî tabiî… Kuru kuru medrese dediğimiz zaman, bizim gerçek medreseler, Nizamiye Medresesi’nin devamı idiler. Sonraki yıllarda müfredat tırpanlandıkça çok az bir şey kaldı. Efendi Hazretleri o geleneği hazmetmiş biri olarak, İslâmiyet’e nereden tehlike ve zarar gelebilir, İslâm’a nasıl hizmet yapılır, nasıl yüceltilir, bunları çok iyi tespit etmiş bir âlimdir. Hilafet merkezine saldıranlara çanak tutmamıştır.

Din ve dünya ilimlerini okumasındaki gaye de, ilmi düşmanın ağzında bırakmamak… Ulemanın devrin geçerli ilimlerini de bilmesi şart.

Elbette… Bizim müktesebatımızda edeb-i dünya ve din var. Ahkâmu’s-sultaniyeler var. O kadar eser var ki burada anlatmak zaman alır. Bunlar bilinmelidir. Mesela, Efendi Hazretleri döneminde Şiilik hareketi öne çıkıyor. Onlar karşısında Hz. Muaviye’yi savunduğu için kendisine, “Muaviye’nin avukatı” demişlerdir. “Avukat” derken, tabiî ki Sahabe-i Kiram’ı savunmuştur. Efendi Hazretleri hayatı boyunca çok mücadele vermiştir. Anadolu illerinin birçoğuna gitmiş, Mısır’ı, Suriye’yi, Lübnan’ı, Irak’ı birçok Müslüman ülkeyi ziyaret etmiş. Gittiği yerlerde ilim meclislerine katılmış. Yani İslâm ümmetini tehlikelere karşı uyandırmaya çalışmıştır.

Yani Efendi Hazretleri çağını okuyan ve İslâm’a karşı tehlikeleri sezen, ileriyi gören, bu tehlikeler karşısında dik duran ve aynı zamanda geleceği de tayin etmeye çalışan veliyullah bir zattır. Mesela İbn-i Teymiyye için “dini içinden yıkan kâfir” şeklinde tanımlaması var. İbn-i Teymiyye tevhid inancını parçalayan, bozan bir bid’at çıkarıyor. Buna uymayanları da müşrik olarak nitelemesi mevzuu var. Efendi Hazretlerinin tevhid anlayışından bahsedebilir misiniz?

Demin, Efendi Hazretleri için “ileriyi gören” dediniz. Mesela “çağdaş Türk ressamı” olarak gösterilen Abidin Dino isimli biri, Üstad Necip Fazıl ile beraber Efendi Hazretleri’ni ziyarete gidiyorlar. Ziyaretten sonra Üstad ona soruyor, “Nasıl buldun?” Abidin Dino diyor ki, “Konuşurken söylediklerinin ilerisini belirten, bakarken baktığının ötesini işaret eden müthiş bir şahsiyet.” diyor.

Şimdi, İbn-i Teymiyye ve onun yolunda gidenlerden M. bin Abdulvehhab ve onları taklit edenler büyük bir bid’at ortaya çıkardılar. Önce tevhidin taksimatını yaparken, İhlas suresinde belirtilen “De ki Allah tektir.” ayetindeki “tek”i üçe ayırıyor. “Tevhid-i uluhiyyet, tevhid-i rububiyet, tevhid-i esma ve sıfat…” Halbuki selef-i salihîn alimlerinde görülmemiş bir şey bu. Terk-i icma yapmış. Ondan sonra gelen takipçileri de ondan etkilenerek Müslümanları tekfir etmeye başlamıştır. Modern selefiliğin tekfirciliği de bundan kaynaklanıyor. Vehhabiler daha sonra Vehhabi isminin üzerini örtüp “selefî” olduklarını söylediler. Selef ne demek; yani “biz selefi ulemaya bağlıyız” iddiasında bulundular. Selef-i salihîn hakkında peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “En hayırlı zaman benim zamanım, benden sonra gelenlerin zamanı ve onlardan sonra gelenlerin zamanı…” Bu üç asra “selef-i salihin dönemi” deniliyor. İslâmî bütün ilimlerin tertip ve tedvin edildiği hayırlı bir dönemdir. Zamanımızın Selefilik akımı aynı Haricilere benziyor. Asrın Haricileri bunlar. Böyle bir fitne karşısında Efendi Hazretleri selef-i salihinden bize gelen, İslâm ulemasının icma ettiği ve şu an dünya Müslümanlarının kahir ekseriyetinin tâbi olduğu Ehl-i Sünnet yolunu işaret etti. Ehl-i Sünnet bir mezhep değildir, asr-ı saadet yaşayışının ve anlayışının ta kendisidir. Efendi Hazretleri köşesinde oturan bir postnişin değildi. Fikir ve aksiyon ashibi bir şahsiyetti. O bir muvahhiddir. Şirk kokan, riya bulaşan hiçbir fikri ve hareketi tasvip etmemiş ve karşısında sessiz durmamıştır.

Efendi Hazretlerinin aksiyon yönünü, diğer tarikat ve medreselerle olan farkıyla birlikte anlatır mısınız?

İslâm dünyasını karış karış dolaşmış bir âlimdir. Aksiyoner kişiliği olmazsa bunu yapmazdı. İkincisi, Efendi Hazretleri’nin ikinci defa sürgün edilmesinin sebebi, İstanbul’dan Ankara’ya gönderilen bir ihbar yazısında, “Gençler arasında İslâmiyet’i, şeriatı yayıyor.” denildiği içindir. Efendi Hazretleri gençlikle haşır neşir olan biriydi. Gençlere önem vermiş ve genç insanlar aramıştır. Hani Üstad diyor ya, “Bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı…” Verdiği dersler hususunda buyuruyor ki, “Ben yirmi sene Kadı Beyzavi tefsirinin be harfinden başladım, sin harfinde bitirdim.” Birçok entelektüel isim kendisini ziyaret etmiş hatta gayrımüslimler… Mesela, Pierre Loti tepesini ziyaret eden Fransız sefiri Efendi Hazretlerinin orada yanına gidiyor. Bende bulunan bir fotoğrafında Efendi Hazretleri ellerini göğsü üzerinde kavuşturmuş halde görünür. Meğer bu fotoğraf Fransız sefiri kendisini ziyarete geldiği esnada çekilmiş bir fotoğraf. Vakarlı bir şekilde ayakta… Fransız büyükelçi kendisine, “Biz bir anlamda müttefiktik. Almanlar bizim dostumuzdu. Fakat sonra Almanlar Fransızlara harp ilan ettiler. Sizce neden?” diye sorar, Efendi Hazretleri cevabında diyor ki, “Fransa cumhurbaşkanı memur hükmündedir. Maaşını devletten alıyor. Alman cumhurbaşkanı ise aynı zamanda kral sayılır. Ülkesinde dilediği tasarrufta bulunabilir.” Bu cevabı alan Fransız büyükelçi hayretler içinde kalıyor. Tevazu yapmış fakat zilleti asla kabul etmemiş bir kişiliğe sahiptir.

İslâm âlemini gezmiş, görmüş, dünya şartlarıyla ilgilenmiş, Birinci Dünya Savaşı’nda, Milli Mücadele döneminde yaşamış biri olarak kendisinin maddî-manevî katkılarından, İstanbul’daki faaliyetlerinden, Menemen’e sürgün gönderilmesinden (sürgünde vefatıyla şehit olmuştur), şehadetine kadar kendisinin bu dönemlerinden bahsedebilir misiniz?

O bir muvahhiddir, mücahiddir, müderristir. Aynı zamanda tasavvuf tarihinden bahseden eserler vermiştir. Cumhuriyet dönemi tasavvuf tarihiyle alakalı eser vermiş olan Profesör Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü adlı eserinde, Cumhuriyet dönemi öncesinden de bahsederken diyor ki, “Tasavvuf tarihinin ve tasavvufun ilk müderrisi Abdülhakîm Arvâsî Efendi’dir.”

Neden böyle söylüyor?

Çünkü 5 Ağustos 1919’da Süleymaniye Medresesi’nde görev alacağı sırada “ceride-i resmiye” geçerek, tasavvuf müderrisliğine tayin ediliyor. Orada 1924’e kadar görevine devam ediyor. Bu arada Tasavvuf Bahçeleri adında bir kitap yazıyor. Üstad Necip Fazıl da bu kitabı sadeleştirmiştir. Bu kitabı notlar halinde öğrencileri için yazmıştır. Efendi Hazretleri fazla kitap yazma meraklısı değildir. Bunun nedenini kendisine sormuşlar, o da, “Baktım ki, selef-i salihîn büyüklerimiz her şeyi yazmış. O eserlerde her şeyi bulabiliriz. İhtiyaç duyulursa yazarız. Şu an bir ihtiyaç bulamadım. Bu kadar cilt kitap okudum. Herhangi bir eksiklik bulamadım ki yazayım.” demiş.

Sultan Vahidüddin Han’ın davetinden sonra müridlerini Millî Mücadelede cepheye göndermiş, cephe savaşlarında Fevzi Çakmak’a da bizzat haber göndermiş…

Elinde ne kadar imkân varsa kullanmış, bazı komutanlara, önemli stratejik noktalarda bulunan askerlere taktikler vermiş, haber göndermiştir. Mesela, Sakarya ırmağı güzergâhı gibi elde tutulması gereken mevzileri söylemiş, neler yapılması gerektiğini hatırlatmıştır. Bizzat harbe müdahil olmuştur. Hakkında bazı şeylerden bahsedilen isimsiz kahramanlardan biri de Efendi Hazretleri’dir.

Birinci Cihan Harbi’nde çok sevdiği halifesinin şehid düştüğü, diğer müritlerini de cepheye gönderdiği biliniyor…

Evet, halifesi Şeyh Muhammed Sıddık Efendi tek icazetli halifeydi. Van müftüsü olarak atanmıştı. Bu görevine henüz başlamadan Gürpınar taraflarında bir çay üzerinde şehid oluyor.

Bu harpte gösterdiği yararlıklarından dolayı 5. Mehmet Reşat tarafından da taltif ediliyor.

Evet, taltif de, nişan da verilmiştir. Bizzat etkin biri olarak bu harpte yardımcı olmuştur. Amcazadesi Muhammed Sıddık şehid oldu. Kendisi aynı zamanda muhacirdir. Hicret etmiştir. Ermeniler Van’a gelince, bir saat mesafeye kadar yaklaştıklarını, o saatten sonra muhacir olduklarını belirtiyor. Birçok ilmî kitabı mağaralarda muhafaza etmişler Başkale’den ayrılırken. Oradan Musul’a geçmiş. Musul’da da hem müftülük, hem müderrislik yapmıştır. O dönem Osmanlı Mülkü idi orası. Ve şöyle diyor, “Ne garip bir tevafuktur ki, Bağdat’tan gelen Seyyid Kasım’ın kaldığı mahâlde 18 ay kaldım.” diyor. Hülagû’nun Bağdat’ı işgalinde Seyyid Kasım da hicret etmişti.

Silsile devam ediyor mu?

Hilâfet yönüyle devam etmiyor. Adıyaman’dan Şükrü Efendi’ye hatme yapma izni verildi. Buna tarif vekili deniyor. Şükrü Efendi’nin kabri Urfa’dadır, ancak mensupları Adıyaman’da hâlâ devam ediyorlar. Adap ve erkanları kısmen de olsa devam ediyor.

Gerçek mürşidler hayatta iken kınlarındaki kılıç gibidirler, vefat ettiklerinde ise kınlarından çekilmiş kılıç gibi olurlar yani tesiri ve tasarrufları gün geçtikçe artar, denilmiştir. Sözleri ise hedefi şaşırmayan oklar gibidir, tabiri caiz ise 12’den vururlar. Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri de hakiki mürşid, büyük irşad kutbudur.

Hatıratında, “İlahi sevk icabı hiçbir dahlim olmadan İstanbul’a geldim” diyor. İstanbul’a gelmesi de Allah’ın bir takdiri yani… İstanbul’da Necip Fazıl ile karşılaşması… Efendi Hazretleri’nin eserleri için “Keşkül” deniliyor, ne demek Keşkül?

Keşkül, tasavvuf tarihinde sofilerin, dervişlerin sırtlarında bulundurduğu çanta… Bu isim altında yazmak bir gelenek. Arvâsî ailesi de yazmıştır.

Fuat Asım Arvas ve Şaban Er’in hazırladığı, Silsile-i Aliyenin Son Altun Halkası Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Kuddise Sirruh Hazretleri adlı kitapta, Efendi Hazretleri hakkında muhtelif bilgiler, mektupları mevcut. Bu kitabı tavsiye edebiliriz değil mi? Belgesel-arşiv niteliğinde ve her şeyi toplamaya çalışan güzel bir çalışma.

Elbette... Şaban hoca ile Fuat hocayı çok takdir ediyorum. Allah razı olsun. Keşke o eser birkaç cilt olarak hazırlansaydı. Mesela mektupları bir kitap olabilirdi. Yazdığı eserler bir kitap olsaydı çok daha iyi olurdu.

Üstad, Efendi Hazretleri’nden yepyeni bir dünya aldığını söylüyor. Bunu kısaca izah eder misiniz?

Efendi Hazretleri aynı zamanda Mürşid-i Kâmil’dir. Manevî ve nazarî olarak mürşid-i kâmildir. Eskişehir’de vermiş olduğum konferansta da belirttiğim gibi, “Nakşî Geleneğinin Bir Temsilcisi Olan Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin İstanbul Yansıması” adı altında bir tebliği sundum. Pakistan’da bulunan Meclis-i Rıda diye bir merkez, Efendi Hazretleri hakkında çok güzel şeyler yazmışlar. O metin Farsça’dır. Orada deniliyor ki, “Hurşid-i Cihan…” yani Cihan Güneşi şeklinde anılıyor. Ebced hesabıyla vefat tarihini işaret ediyor. Hakikaten hem teorik hem pratik bakımdan tasavvuf mütehassısıdır. Bir mektubunda, bu yola intisap eden kimselerin uyması, uygulaması gereken usul ve kaideleri belirtir. Bir nevi tasavvuf usulü… Ameli bakımdan yani kalbi amellerle alakalı “seyrüsülûk” vardır. Her şey zapturapt altındadır. Âlem-i halk ve âlem-i emir… Kalp, ruh, sır,hafi, ahfa…

Efendi Hazretleri’ni Türkiye’nin gündemine taşıyan, onu yorumlayan Necip Fazıl oldu. Onun bakışıyla bakmak önemli. Büyüklere nasıl bakılacağı, davasının nasıl yürütüleceği hususunda çarpıcı bir misal oldu.

Haddi zatında gerçek İslâm âlimleri hiçbir zaman gündemden düşmezler. Onlardan ne kadar bahsedilirse bahseden kişi ondan berkeketlenir ve feyizlenir. Merhum Cemil Meriç “ Ben bir bilim adamıyım o ( Necip Fazıl) ise İman adamı kendisi çok dolu bir insan bütün ruhunu Arvasi İnşa etmiş Arvasiyi çekerseniz geriye bir şey kalmaz” der.

Üstad Necip Fazıl merhumu Van’da iki defa gördüm. Konferanslarına katıldım. Başka yerlerde de katıldım. Kendisini evinde, vefatından bir ay önce ziyaret ettim. Şunu gördüm; bir defa ruhen çok genç idi. Kendisi şeker hastası idi. Bana yaş pasta ikram etmişti. Fakru zaruret içinde idi. Elinde tuttuğu bastonu gösterip, “Bu baston efendimden bana hediye kaldı.” demişti. “Sakalım için ne diyorlar?” diye sordu. Biz beş ziyaretçiydik. Oraya giderken kimse konuşmayacağını, korktuklarını söylemişti. Ben de konuşmayacağımı söylemiştim. Sakalı çok da güzeldi. “Efendim gayet düzgün, çok da yakışmış.” dedim. Hakikaten öyle söyleniyordu. Üzerinde bir sabahlık vardı. Bir radyosu vardı, iple bağlıydı. Önünde teksir kağıtları vardı, samankağıdından... Meğer Kafa Kağıdı adlı eserini yazıyormuş.

Anıların yeri ayrı ve biraz da özel oluyor. Asıl sormak istediğim Necip Fazıl’ı nasıl takdim edebiliriz bu devrin insanlarına?

Necip Fazıl, Türk Edebiyatı kitabı yazarı Ahmet Kabaklı ile röportaj yapıyordu ve ona dedi ki, “Kenan Evren bana haber göndermiş” ismini söylemedi yalnız, o zamanda “Sultanü’ş Şuara” payesini vermişlerdi Üstad’a, Taksim Kültür Merkezi’nde ödül töreni yapıldı. Ödüle de itibar etmeyen bir konuşma yapmıştı. Neyse, haber göndermiş Üstad’a “Seni affedeceğim.” diye... Affetmek için haber göndermiş, cezalıydı Üstad... Sonra Üstad buna cevap gönderdi “Ben af istemiyorum!” diye. Aynen böyle söylemişti: “Ben mahkum olarak Rabb’imin huzuruna çıkmak istiyorum!” Bu ifadeyi bizzat duydum Üstad’dan. Necip Fazıl’ın aksiyoner bir yapısı vardı, ruhen çok gençti, kalbi çok dinçti, meselelere bakışı ufuk açıcı, zekâsı berrak ve parlaktı. Geçtiğimiz günlerde Necip Fazıl’ın Ayasofya Konferansı’nı dinledim. Siz de dinlemişsinizdir herhalde, “Ayasofya açılacak!” diyor... Necip Fazıl ne diyor: “Ektik ektik yeşerecek, çoğu gitti azı kaldı. Vur kazmayı dağa Ferhat, çoğu gitti, azı kaldı!” Ayrıca Üstad’ın “Sakarya Türküsü” isimli şiirini de biliyoruz... O güzel mısralar da Türk gençliğine hitaben yazılmış. “Ayağa kalk Sakarya!” Üstad, hiçbir zaman ümidini yitirmedi ve gerçekten Necip Fazıl’ın ne kadar ileri görüşlü olduğu, ne kadar ümitvar olduğu bu konferans ve dizelerde aşikârdır. Zindandan Mehmed’e Mektup şiirinde ise ne güzel söylüyor: “Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”

Size Salih Mirzabeyoğlu’nun bazı eserlerini gönderdim... Necip Fazıl’a bu kadar teveccühünüz var...

Elhamdülillah.

Necip Fazıl’ın anlaşılmasını sağlayan Salih Mirzabeyoğlu olmuştur. O olmasaydı Necip Fazıl, Mehmet Akif gibi, Yahya Kemal gibi bir şair olarak kalacak idi. Onun sadece “şair” olmadığını, bir mütefekkir, aksiyoner bir fikir adamı olduğunu ortaya koyan Salih Mirzabeyoğlu’dur. Üstad’ı kütüphanelerin tozlu raflarından kurtulmasında İbda Mimarı Mirzabeyoğlu’nun tesiri çok olmuştur. Bu hususta ne diyeceksiniz?

Cenâb-ı Allah istedikten sonra olmayacak bir şey yoktur. Necip Fazıl, Efendi Hazretleri (Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî) ile tanışmasaydı, buluşmasaydı, “Üstad” olabilir miydi? Efendi Hazretleri de Muhyiddin Arabî’yi çok güzel bilirdi. Necip Fazıl kolay kolay dize gelecek bir adam değildi. Efendi Hazretleri’nin manevî tesiri o kadar büyüktü ki, Üstad’ı dize getirdi... Ne diyor Necip Fazıl, “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız; ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” Peygamber Efendimiz buyuruyor ki, “Mü’minin ferasetinden sakının! Çünkü onlar Allah’ın nuruyla nazar ederler.” Peki Çile şiirinde ne diyor Üstad: “Ensemin örsünde bir demir balyoz, kapandım yatağa son çâre diye, bir kanlı şafakta, bana çil horoz, yepyeni bir dünyâ etti hediye.” Efendi Hazretleri’yle olan münasebeti çok mühim Üstad’ın. Şu bahsi de anlatmam lâzım. “İki bin 400 metre yüksekliğindeki sarp yayladan İstanbul üzerine inmiş, hakikatte ışığı milyarlarca seneden gelen yıldızların tepesinde bir fezâ ve bir mânâ kartalı diye takdim edersem sanmayın ki bir şey söyleyebilmiş olurum.” diyor. Ve Üstad, O’na “yirminci asrın bekçisi” diyor. Başka bir yerde ise, “bütün fikirlerimin kontrol mührü” diyor... Böyle bir zât...

Efendim, Allah Teâlâ Hazretleri mutlaka ve mutlaka kendisine emanet verdiği kişileri akil bırakmaz. Akil şu demektir; evlatsız bırakmak, nesilsiz bırakmak… Muhakkak o güzel şeylerden istifade edecek kişiler yaratılmıştır. Bu böyledir. Sordunuz ya Mirzabeyoğlu’nun tesirini... Allah rahmet eylesin.

Âmin.

Kendilerini şahsen görmedim. Mirzabeyoğlu gibi insanlar zemheride, karakışın ortasında, karın altında çıkan kardelenlerdir. Kardelenler, kışları ilk açan çiçekler arasında bilinir... Necip Fazıl’ın, Mirzabeyoğlu hakkında söylediği bir söz var; “Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci.” Seneler önce duymuştum bu sözü, doğru mudur?

Doğru.

Bizim burada Van Müftüsü Merhum Kasım Arvas Amca var idi. Cahit Zarifoğlunun Kayınpederi. Onun yanına geldiler. Üstad da gelmişti. Cahit Zarifoğlu’nun Mirzabeyoğlu için, “Üslubu Necip Fazıl’ınkine benziyor.” dediğini duydum. Allah rahmet eylesin Salih Mirzabeyoğlu’nun birçok alanda altmış-yetmiş kadar kitabı mevcut...

Evet, 70’e yakın eseri var. Size de bazılarını gönderdim, bakabildiniz mi?

Tabiî, baktım biraz.

Ne kanaat oluştu sizde?

Benim kanaatim müspet tabiî… Ne diyebilirim ki? Çok yetenekli bir insan. Zaten Üstad demiş; “Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci” diye... Aksiyon adamı… Üslubu da aynı Üstad’ınkine benziyor. Ben buna başka yorum yapamam… “Kökler” isimli bir kitabı var Mirzabeyoğlu’nun. Bu kitapta genelde tasavvuf bahsi var, Nakşî yorumu… En önemli eserlerinden biridir.

Mevlânâ Safiyüddin’in “Reşehâtu Aynil Hayat” diye bir kitabı vardır, epey eskidir. Bu eser Farsça yazılmış daha sonra Arapçaya tercüme edilmiş. Hakikaten Efendi Hazretleri, “Reşahat” kitabındaki muhabbete bu eski eserin vesile olduğunu ifade buyuruyor. “Kökler” kitabı da hep “Reşahat”a nisbetlidir. Sohbet tadında, sıcak, insanı kuşatan bir eserdir. Her paragrafının, her cümlesinin üzerinde ayrı ayrı durmak gerekiyor. Güzel bir çalışmadır. Kökler ile Reşahat arasında kuvvetli bir bağ vardır.

Allah ikisine de rahmet eylesin, hem Necip Fazıl, hem Salih Mirzabeyoğlu birçok sıkıntı çekti... Üstad Necip Fazıl, “Beni kimsecikler okşamaz madem/Öp beni alnımdan, sen öp seccadem” dizeleriyle zindanı anlatmıştı. Yine her ikisi de son dönemine kadar çok sıkıntılı, çok çileli bir hayat yaşadı. Mirzabeyoğlu’nun kitaplarının gençler arasında yayılmasında fikir, sanat ve edebiyat bakımından büyük fayda var. Fakat “Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl arasında mânevî olarak nasıl bir irtibat vardır?” derseniz, onu bilemem... bu konuda Aşık-Maşuk arasındaki sırra benzer. Ama bir tasavvuf büyüğünün dediği gibi birbirlerini bulmuşlar biri gül diğeri bülbüldür. Gül, bülbülü gördü çıktı kabından bülbül gülü gördü uyandı habından…

Salih Mirzabeyoğlu bir eserinde, “Büyük Doğu-İBDA’nın üzerindeki tuğra isim Efendi Hazretleri’dir.” diyor.

Necip Fazıl da Efendi Hazretleri için diyor ya: “Benim fikirlerimin kontrol mührü O’dur.”

Ben şunu demek istiyorum aslında: Efendi Hazretleri bir genç arıyordu, mânâdaki tohumunu sürdürecek bir genç… Bu normaldir, tabiîdir ve bu bir vazifedir de aynı zamanda. İrşad edicilik de budur. Efendi Hazretleri, Necip Fazıl’ı bulmuştur ve fikirlerini ona üflemiştir. Tâhâ Üçışık (Arvas) ağabeyin benzetmesiydi şu galiba: “Necip Fazıl, Efendi Hazretleri’nin namluya sürdüğü kurşundur.”

O öyle söyledikten sonra bize diyecek pek bir şey kalmıyor zaten… Ne güzel söylemiş.  (Nimetullah Bey, Tâhâ ağabeyin bu ifadesini duyunca sevinip, gülüyor.)

Bu geleneğin sürmesi lazım. Üstad’ın namluya sürdüğü kurşun da Salih Mirzabeyoğlu’dur… Şah-ı Nakşibend Hazretleri’nin bir sözü var: “Faydalanabileceğin kişiyle ilişkiyi kesmek zulümdür, faydalanamayacağın kişiyle de ilişkiyi sürdürmek zulümdür.” Ben de diyorum ki; “Faydalanılabilecek kişiler olarak Üstad ve Salih Mirzabeyoğlu ile olan ilişkimizi artırmamız gerekiyor.” Arvâsî ailesini de kastederek soruyorum. Ne diyorsunuz bu hususta?

Bir konferans verdik Hakkari’de, Seyyid Tâhâ Hazretleri ile alâkalı. Anlattık, anlattık… Orada Hakkari Valisi Orhan Âlimoğlu Bey vardı Allah selâmet versin. “Hocam, aslında Seyyid Tahaları çoğaltmak lazım.” dedi. Bunlar görevlerini yaptılar, gittiler... Yeni gençlerin yetişmesi lazım, demek istiyorum. Üstad’ın okunması lazım. Salih Mirzabeyoğlu’nun okunması gerek. Arvasîlerin bunlara tabiî sahip çıkması lazım; ama hangi Arvâsî? Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri, Seyyid Fehim Hazretleri’nin çizgisini bilmek lâzım. Onların çizdiği yola girmek için ne yapılabilir? Bu, ilimle, ibadetle, edeple, seyri sülükle, çileyle, çalışmakla olur… Ben “şunu-bunu” demişim ne kıymeti var? Bir kere Arvasîlerin içinde böyle adamların yetişmesi lazım. Kime nasıl bir fazilet vereceğini Allah’tan başka kimse bilmez; ama onların yazmış olduğu bu fikirlerin, gençlerin arasında yayılması lazım.

Arvasîlerden kim var şu an?

Taha Abi var, Arvâsîlerin önde gelenlerinden. Hikmet Bey var, Mehmed Said Arvas var... Üstad’ın kitaplarını yorumlayan, onun kitaplarını bize aktaran şahısları da tebrik etmek lazım. Bunlardan birisi de rahmetli Salih Mirzabeyoğlu’dur.

Onların fikirlerini ve mücadelesini anlamak ve sürdürmek için bunları soruyorum. Başka bir gaye için sormuyorum.

Tabiî biliyorum... Ben de bir şey isteyeceğim sizden. Rahmetli Salih Mirzabeyoğlu’nu seven gençlerin sosyal hayatta bir etkinliklerini göremiyoruz. Sosyal medyayı kullansınlar mesela, iletişim çağında yaşıyoruz. İletişimi bize ilk öğreten Resûl-i Ekrem Efendimizdir. Daha sonrakiler mektubatlar yazmışlar mesela… Bunlar bizim için güzîde misallerdir! Şimdiki zamanda da YouTube kanallarının açılması lazım, medyayı aktif kullanmak ve bu fikirleri yaygınlaştırmak lazım. “Kökler” kitabı mesela, birinin onu alıp o kanalda izah etmesi, onun üzerine sohbet etmesi lazım.

Baran ve Aylık dergilerine ulaşabiliyor musunuz?

Baran Dergisi gelmiyor bana, Aylık Dergisi geliyor.

Aylık Dergisi de 16 yıldan beri yayın hayatını sürdürüyor. Onu nasıl buluyorsunuz?

Dergi tabiî güzel. Fikre, düşünceye hitap ediyor. Bir dünya görüşünün oluşmasına vesile oluyor. Ama televizyon televizyon! Belli günlerde, belli saatlerde bir televizyon kanalına çıkarsınlar o kitapları yorumlasınlar. Şiirleri okusunlar, kitapları okusunlar. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nu muhakkak okusunlar, bunu sağlamalı.

Çağın vasıtalarından istifade etmek lazım. Necip Fazıl’ı, Salih Mirzabeyoğlu’nu Anadolu insanı eskisi kadar tanımıyor ki… Bu gibi insanların tanıtılması lazım. Bir tanıtsınlar bakalım… Gençlerin dikkatini çeker onlar zaten. Gençler rol model şahsiyetleri severler. Sadece dergiyle olmuyor. Millet dergi okumuyor artık. Şu anda herkes YouTube’a başladı, okumak yerine seyrediyorlar. Orada herkes kendine bir kanal açmış. Arkadaşlar da açsınlar, orada şiir günleri olsun, fikir günleri olsun, sanat günleri olsun sakıncası yoksa… Necip Fazıl da Anadolu’nun her tarafına gitti, geldi, konferanslar verdi. O zamanki gençliğe sahip çıktı, gençlik de elinden geldiğince Üstad’a sahip çıktı… “Ayağa kalk Sakarya.” dedi, kalktı işte. Bir kişi bile kalksa yeter. Biz onun sofrasından beslendik. Necip Fazıl’ın sofrasından beslendik ve beslenmeye de devam edeceğiz inşallah. Yoksa aç kalırız, susuz kalırız.

Şuursuz da şiir okunuyor, Necip Fazıl’ın şiirlerinden çok bahsediliyor, şiirleri okunuyor; fikriyatına girilmiyor. O da var.

Doğru, ama Necip Fazıl’ın şiirleri, içtimaî problemleri dile getiriyor. Onun için dikkat çekiyor. Onun şiiri normal bir şiir değil ki, daldan dala konmak değil. Hapishaneyi anlatıyor mesela, sosyal bir hâdisedir. “Durun kalabalıklar” diyor, sosyal bir hâdisedir. “Ben artık ne şairim ne fıkra muharriri”, “Gözüm büyük sanatkârlıkta” diyor. Bunların yorumlanması lazım. Gençleri fikirle buluşturmak için şiirle buluşturmak lazım.

Eklemek istediğiniz herhangi bir husus var mı?

Teşekkür ederim, iyi çalışmalar.

Biz de teşekkür ederiz.

Baran Dergisi 702.Sayı