Ayasofya’nın Müslümanlar için mânâsı nedir?
Ayasofya İstanbul’un İslâm şehri olmasında fethin sembolüdür. Fetihten sonra Hristiyanlar kendi mabetlerinde serbest bırakıldı. Hiçbir şekilde mabet sıkıntısı yaşamamışlar, baskı altına alınmamışlardır. Fakat Ayasofya Bizans kralının kendi mülkündeydi. Kralın sarayının müştemilatından olan Ayasofya da bu yüzden fetihten sonra “kılıç hakkı” olarak alınmıştır. Kamuya ait olan mal ve mülkler, 20 yüzyıla kadar galip tarafça “kılıç hakkı” olarak alınır. Ayasofya, Sultan Fatih’in emriyle camiye dönüştürülen emanetimizdir. Miladî 537 senesinde kilise olarak açılan Ayasofya’nın Ortodoks dünyasının Kudüs’teki Yeniden Diriliş Kilisesi’nden sonra en kutsal mabedi olduğu bilinir. Buna karşın aynı Ayasofya’nın bütün İslam âlemi için kudsiyyet sebepleri saymakla bitmez. Bundan dolayı Emevilerden itibaren o zamanki adıyla “Konstantiyiyye”yi almak için nice seferler düzenlenmiştir. Bu kudsiyyet sebebiyle İstanbul’un mânevî fâtihi kabul edilen Ebâ Eyyub el-Ensârî (Eyyup Sultan) pîr-î fânî iken at sırtında binlerce kilometreyi aşıp burada şehit olmuştur. Ayasofya ibâdete açıldıktan sonra zaman zaman hasarlar meydana gelmiştir. Bir rivâyete göre paygamberimiz (SAV) doğduğu gece diğer ünlü mâbedler ve saraylar gibi Ayasofya’nın kubbesi de çökmüştür. Bir türlü tutturulamayan kubbe için Bizans İmparatoru çare aramıştır. Nihayet o zaman peygamberimizin huzuruna gelen bir elçi vasıtasıyla bir şişe içinde mübarek ağız suyu tevdi edilmiş, bu suyun katıldığı harç ile kubbe tutmuştur. Hatta o meşhur hadisi o zaman buyurdukları rivayet edilir. Ahşap bir kubbeydi. Peygamberimizin himmetiyle bu kubbenin kıyamete kadar yıkılmayacağı müjdelenmiştir. Bu manevi destek ile birlikte Mimar Sinan’ın minarelerden kubbeye uzanan payandalarını, yani maddi tedbirleri de hatırlatalım. Ayrıca biliyorsunuz, “Konstantiniyye elbette fetholunacaktır. Onun fetheden emir ne güzel emir, onun askeri ne güzel askerdir!” müjdesi de sâdır olmuştur. Bu hususlar ile ilgili oldukça zengin, bir o kadar da farklı rivâyetler vardır ki, hepsi de Ayasofya’nın Müslümanlar açısından kudsiyyetini teyit etmektedir. 21 Nisan 1453’te başlayan fetih harekâtı 29 Mayıs 1453’te zaferle sonuçlanmıştı. İstanbul’un fethi ve Osmanlı döneminde de birçok manevi değeri önemli hadiseler yaşanmıştır.

Uluslararası siyasetteki konumu nedir?
1930 şartlarında ezanların yasaklanması ve Ayasofya'nın önce tamir gerekçesiyle kapatılması yıllar sonra müzeye çevrilerek açılmasıyla önemli dış politik gelişmelerin çakıştığı görülmektedir. Bunlardan ikisi Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne kabulü ve Lozan'da Uluslararası Komisyonun kontrolünde olan Ayasofya'nın da dahil olduğu Boğazlar şeridinin Montrö Sözleşmesi ile tam olarak Türkiye'nin egemenliğine bırakılmasıdır. Çünkü Lozan'da Boğazlar şeridinde Türkiye’ye bir anlamda nâkıs egemenlik verilmişti. Montrö'nün hazırlık ve müzakereleri süreci ile Ayasofya'nın cami olmaktan çıkarılması tarihlerinin çakışması ilginçtir. Bununla beraber müzakerelerde Ayasofya şartının olup olmadığı kesin olarak bilinmemektedir.

Ayasofya ile ilgili hadisler hakkında aykırı söz sarfedenler için neler söyleyebilirsiniz?
Bu gibi rivayetler konusunda, özellikle kiliseden dönüştürülen üniversitelerde kariyer yapan, ruhban sınıfı mensubiyetini “bilimsel” cüppeyle gizleyen akademisyenlerden feyz alan ilâhiyatçılarımız muhaliftirler. Bununla beraber batılı üniversitelerle ilgisi olmadığı halde Hadis-i Şerifleri inkâr veya gereksiz görenler olduğu gibi belirtilen üniversitelerde okuduğu halde İslam'ın temel kaynak ve inançlarını sahiplenen akademisyenlerimiz de bulunmaktadır. Modern bilimin temellerinden olan referans (dipnot) usulünün hadis alimlerince ilk defa kullanıldığını mühendis bir profesörümüzden öğrendim. Halbuki son derece sağlam referanslarla derlenen ve asırlarca İslam itikat, amel ve ahkamının Kur'an'dan sonra ikinci esas kaynağı olan sahih kitaplar bir anda tartışmaya açılmıştır. Diğer hususlarda olduğu gibi İstanbul'un fethi kapsamında Ayasofya'nın da Müslümanlar açısından kudsiyyet kapsamında rivâyet edilen hadis-i şerifleri inkârı vazife edinenleri iknâ etmek mümkün değildir. Çünkü bu gibilerin sorunu doğruyu aramak değil, Müslümanların inanç ve ibadetlerini dejenere etmektir.

Ortodoks kilisesine merkezlik iddiasındaki Yunanistan’ın Ayasofya hakkındaki çıkışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Geçtiğimiz yıl, ateistliğini her fırsatta izhar eden Yunanistan Başbakanı Çipras’ın iki günlük Türkiye programında Ayasofya ve Heybeliada ziyaretleri, gündemi oldukça fazla meşgul etti. Teokratik vasfı oldukça güçlü Yunanistan’da kutsal kitaba el basmadan yemin eden ilk başbakan, Çipras’tı. Patrikhane ve Teokratik vasfı oldukça güçlü Yunanistan’da kutsal kitaba el basmadan yemin eden ilk başbakan, Çipras’tı. Patrikhane ve kilise Müslümanlara karşı katliam ile ülkenin kuruluşundan itibaren her döneminde merkezinde olup günümüz Yunan politikalarında da bu ağırlık sürmektedir. Aynı zamanda ekonomik alanda da kilisenin önemli bir gücü ve etkisi vardır. Yunan başbakanın gezisinde iki ülke arasında son derece sıcak olan adalar, Batı Trakya, Doğu Akdeniz gibi konuların pek gündeme gelmemesi, en azından sorunların çözümü yönünde bir programın zikredilmemesi diplomatik açıdan kayıplar arasındadır. Halbuki bu alanlarda saldıran, ihlal eden, uluslararası hukuku ve mahkeme kararlarını yok sayan, bütün bunlara karşın mağdur rolünü ustalıkla oynayan Atina yönetimidir. Ayasofya’nın Ortodoks dünyasının en kutsal ikinci mabedi olduğu beyanlarına karşın Türk yetkililer ısrarla buranın müze olduğunu vurgulamışlardı. Bu anlamda, Çipras’ın kendisi ateist olsa da Ortodoks dünyası mensubu olarak bu mabet ile bütünleşen bir kimliğe sahip olduğunu gururla dile getirmişti. İki asırdır, savaşta ve barışta uygulanan ve her dönemde bir aşama daha kazanan Megali İdea’nın son maddesinin İstanbul olduğunu hatırlatalım. Çipras’ın inanmadığı halde Ayasofya ve Heybeliada’yı ziyaret edip oradaki ayine katılma sebeplerini, inkârcı ilahiyatçılarımızın da düşünmelerini öneririz. Ve Megali İdea’nın son aşamasını heyecanla bekleyenlerin değirmenlerine su taşımamaları gerektiğini hatırlatırız. Netice olarak Ayasofya’nın kudsiyyeti konusundaki Müslümanların inancı, “bilimsel delillendirme” önemlidir.

Müslüman mabetlerinin uluslararası hukuktaki statüsü hakkında görüşlerinizi alabilir miyim?
Ayasofya, hiçbir zaman kilise mülkü olmayıp İmparatorun şahsi mülkü üzerinde kurulmuştu. Fetihten sonra dönemin uluslararası hukuku tarafından tanınmış haliyle kamu malı olarak yeni yönetimin hakkı olmuştur. Fatih Sultan Mehmet burayı kendi mülküne geçirmiş, cami olarak vakfetmiştir. Bununla beraber Hıristiyanları kendi kiliselerinde, mabetlerinde hür bırakmış, hatta yıkık kiliselerini tamir ettirmiştir. Halbuki 8 asır boyunca Endülüs’te, Kurtuba’da, Malaga’da ve diğer İspanya kentlerinde Müslümanlarca  inşa edilen camilerin tamamı ya yıkılmış veya kiliseye çevrilmiştir. Yunanistan’da da belgelerle varlığı sabit Osmanlı’dan kalan yüzlerce caminin yerinde yeller esmektedir. Heybeliada Ruhban Okulu’nun Osmanlı tarafından açıldığını, bunun Osmanlının büyüklüğünü gösterdiğini, yeniden açılmasıyla Türkiye’ye daha da büyüklük kazandıracağı yönündeki iddialar, bazı çevrelerce özellikle “Osmanlıcı” kılıflarla yayılırken, aynı Osmanlı’nın Ayasofya’yı cami olarak muhafaza etme konusundaki hassasiyetini hiç hatırlamıyorlar. Heybeliada’daki okulun, mevcut yasalar dahilinde açılabileceği her fırsatta bildirilmiştir. Patrikhane ise mevcut yasalara uymadan “devlet içinde devlet” hatta ekümenik (evrensel) bir güç olarak, kendileri dışında konulan kurallara bağlı olmadan hareket etmektedir. Bu durumda bir de Batı Trakya’daki Müslümanların dînî, kültürel ve eğitim konularında Yunanistan’ın uygulamalarına bakmak gerek.

Sizce Ayasofya açılabilir mi?
Ayasofya’nın statüsü ile ilgili Lozan’da bir karar alınmadığı halde tamir gerekçesiyle kapatılıp sonra da müze olarak açılmasının yasal bir temeli de bilinmemektedir. Bu konuda verilen soru ve yasa tasarıları es geçilmektedir. Türkiye egemen bir devlet olarak tarihinin, halkının inanç ve hassasiyetlerinin gereğini yerine getirmelidir. Ayasofya’nın mutlaka açılması lazım. Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesinde belirttiği emanetine hıyanet edenlere lanet ettiği ferman herkesin malumudur. Vakfiyenin gereğini yerine getirmek sadece dini bir yükümlülük değil hemen bütün hukuk sistemlerinde Medeni Hukuk gereğidir. Ne pahasına olursa olsun açılmalıdır. Bu bağlamda ekonomik veya siyasi tehditler dikkate alınmamalıdır. TBMM'nin bir maddelik kanunu veya Başkanlık Kararnamesiyle bunu gerçekleştirmek mümkündür. Zaten yıllar önce verilmiş kanun teklifleri halen beklemektedir. Bu konudaki tehditleri dikkate almak yeni tehditlerle yeni tavizlere hazır olmak demektir.


Baran Dergisi 698.Sayı