Öncelikle sizi tanıyalım, Ergün Yıldırım kimdir?

Zor bir soru, insanın kendisini tanımlaması çoğunlukla çok özel bir şeydir. Elazığlıyım. İlk ve orta öğretimimi Elazığ’da tamamladım, sonrasında İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünü kazandım. Esasında edebiyat okumak istiyordum fakat Frantz Fanon beni etkiledi, onun etkisiyle sosyolojiyi tercih ettim. Sadece sosyolojiyle ilgili birisi değilim; felsefe, edebiyat ve ilahiyat okuyorum. Kendimi bir uzman olarak değil de Müslümanların meselesine vakıf olmaya çalışan ve o konuda aydınlatıcı bir şeyler yapma gayretinde olan bir insan olarak görüyorum, bu şekilde kendimi tanımlıyorum.

Sosyoloji alanınızdan devam edelim, cemiyetin ahvali üzerine konuşabiliriz. Son dönemlerde toplumumuzda tabiri caizse ortadan kılıçla yarılmışçasına bir bölünmüşlük oluştu. Özellikle siyaset üzerinden. Kimsenin hakikatin peşinde koştuğunu göremiyoruz, sadece kendi doğrularını tasdik ettirmek ve bu konuda başkalarından destek alma arzusuyla hareket eden bir topluluk hâli görüyoruz. Dolayısıyla karşısındakinin söylediğini de dinlemeyen, sürekli kendi doğrularını dikte etmeye çalışan insanlar çıkıyor karşımıza. Cemiyetin en basit insani irtibatlardan dahi arındığı bu sığlığın sebebi nedir, bunun zemininde ne var?

Ben bunu toplumun nefs-i emmare toplumu haline gelmesi olarak algılıyorum. Dünyada böyle bir yönelim var. Toplumun sadece egosuyla, sadece maddi boyutlarıyla, sadece nefsin olumsuz yönleriyle tanımlanması, var olması, yemesi, içmesi, kalkınması, kişi başına düşen milli gelir vesaire. Toplumun sadece maddi parametrelerle tanımlanması bir nefs-i emmare toplum durumudur. Oysa toplumun temelinde ahlâk vardır. İnsanlar dayanışma içinde ve yardımlaşmak için bir araya gelirler. Bizim İslâm toplum düşüncesinin temeli buna dayanır. Toplum bu durumdan gittikçe uzaklaşıyor. Toplumda aşırılıklar, hakikatten kopma durumu var. Kendi bireysel egoist ölçülerini merkeze alarak dünyayı yorumlama tutumu var. Bu tutum topluma da yansıyor. “Benim istediğim, benim bakış açım” gibi ifadeleri çok sık görüyoruz. Halbuki insanlar, diğer insanlarla beraber yaşayarak hayatlarını sürdürüyorlar. Diğer insanları düşünmeden hayatımızı sürdürmeye kalkıştığımız zaman bu çok ciddi sorunları beraberinde getiriyor. Evet bireysel özelliklerimiz var, bireysel alanımıza düşen birtakım hakikatler var fakat aynı zamanda objektif olan, değişmez olan, ebedi olan hakikat ölçüleri vardır. Bu hakikat ölçülerini biz benimsersek o zaman bir arada daha kolay, daha huzurlu, daha adil bir biçimde yaşamayı becerebiliriz. Dünya bundan uzaklaşmış durumda. Kapitalizmle birlikte bu çok daha derinleşmiş durumda. Nihilizm ile birleşen bir kapitalizm var. Yani hakikat yok, yorum var. Herkese göre değişebiliyor. Oysa biz Müslümanlar için hakikat vardır, özdür, değişmezdir, ebedidir ve her çağa da hitap eder. Biz onlara sahip olursak ve yeni değişmeleri, durumları onlara göre yorumlarsak bahsettiğimiz sorunlar çıkmaz. Bir de Türkiye’ye özgü olan toplumunun kendi içinde ciddi bir yarılması, kutuplaşması ve karşıtlık durumu var. Bu daha çok Türkiye’nin siyasal dönüşümü ve bu dönüşümü sürdürme çabası olan siyasi aktörlerin zihin dünyasıyla ilgili esasında. Siyaset bir rekabet, çatışma alanı ama aynı zamanda siyaset toplumu evirip çevirme, idare etme alanıdır. Eğer idare etme alanı lehine bahsettiğimiz evrensel ahlâkî temellerden bütünüyle koparak yürürse, burada çatışmalar yükselir. Medeni toplumun anlaşmalara dayalı siyaset yapma ve toplumsal yaşamı sürdürme özellikleri gider, bunun yerine vahşi toplumun veya ben nefs-i emmare toplumu diyorum, çatışması, kutuplaşması, dünyevileşmesi temelinde bir durum ortaya çıkar. Türkiye maalesef böyle bir süreç yaşıyor. Aşırı bir çatışma ve kutuplaşma var. Siyasetle tümüyle angaje olan bir toplum var, siyasetle tümüyle angaje olan aydınlar var, siyasetle tümüyle angaje olan bir medya var. Elbette bunlar birbirleriyle etkileşim içinde olabilir ama herkesin kendi özgü, şahsi duygularını koruması lâzım. O zaman bahsettiğimiz siyaset düzenindeki çatışmalar ve sorunlar bu kadar fazla olmaz, topluma da bu kadar fazla zarar olarak gelmez. Çünkü siyaset değişken bir alandır. Siyaseti insanlar yanlış da yapabilirler, eksik de olabilir, zaaflar da olabilir. Ama biz siyasette bir taraftarlık tutumu geliştirirsek ortaya da ciddi sorunlar çıkıyor.

Siyasi figürlerin zihin dünyasından doğan” dediniz. Siyasi figürlerin zihin dünyasındaki bu farklılaşmayı kategorize etme imkânımız var mı?

Türkiye’de siyaset uzun süre Kemalistlerin temsil ettiği elitlerin bir egemenlik alanı olarak yürütülüyordu. Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan’la birlikte buna karşı bir meydan okuma ortaya çıktı. Artık Kemalizm’in siyasal egemenliğine son verilmek istendi. “Beyaz Türkler” dediğimiz egemen olan elitleri, egemen olan oligarşik yapı ile yeni yükselen, meydan okuyan, Türk toplumuna din siyasi alanını renklendirmek isteyenler arasında bir çatışma çıkarıldı. Bu çatışmanın önemli ölçüde tarihsel kökeni buradan geliyor. Ama Türkiye bu çatışmayı daha uzun süre taşıyamaz. Yaşanan çatışmalarda belli sorunlar çözüldü, mesela dini özgürlükler meselesi. Bu hususta çok önemli adımlar atıldı Türkiye’de. Türk toplumunun çoğunda belli kabuller benimsendi ama bu anayasal olarak henüz bir toplumsal sözleşmeye dönmedi. Türkiye’de yaşanan çatışmaların ve kutuplaşmaların sürmesinin en önemli nedenlerinden bir tanesi de yeni bir toplumsal sözleşmenin yapılmamasıdır. Türkiye artık yeni bir toplumsal sözleşme yaparak buna son verebilir. Bu ülkede hepimiz varız, farklı ideolojiler var. Ülkücüler, İslâmcılar, sosyalistler vs. bunlar birlikte yaşayacaklar. Ama biz bir milletiz, ortak bir devletimiz olacak, ortak bir dilimiz olacak, ortak kültürel değerlerimiz olacak. Bu konuda Batıcıların “En gelişmiş doğru değerler, normlar Avrupa’dadır, biz ona göre yaşarsak bu toplum iyi olur.” gibi iddialarından artık vazgeçmeleri gerekir. İkinci olarak, bizim gibi çevreden gelerek yükselen aydınlar, siyasetçiler, aktörler de bunları tümüyle dışlamak yerine bunlarla uzlaşarak toplumsal sözleşmeyi yapmalı ve Türk toplumuna yeni bir bütünleşme siyasetini göstermeleri gerekir.

Toplumsal mutabakat ve yeni bir toplumsal uzlaşmadan bahsediyorsunuz. Kanlı yahut kansız “Bir hesaplaşma yaşanması gerekiyor” diyebilir miyiz? Çünkü, 100 yıldır süren bir statüko var, son dönemde birtakım kazanımlar elde edilmiş olsa da o statükonun bir şekilde devam ettiğini görüyoruz. Statükodan yani Kemalizm’den doğan sorunlar bir şekilde tekrar gün yüzüne çıkıyor. 100 yıldır bu gücü elinde bulunduranların ise; “Buyurun gelin yapın, biz vazgeçiyoruz.” demesi ihtimal dahilinde değildir.

Burada çatışma kaçınılmaz bir şey ama biz bunu kanlı değil de daha çok söylemsel, siyasi rekabet, demokrasi içinde yürümesini isteyelim. Kanlı olursa topluma maliyeti yüksek olur. Bu statükonun sadece Türkiye sınırlarında var olduğunu düşünmemek lâzım, bu statüko büyük ölçüde Batı ile ilişkili. Kendi gücünü Avrupa’dan ve ABD’den alan bir statüko var burada. Bu yüzden Türkiye’de sıkıştıkları zaman hemen oraya kaçıyorlar. Orayı Amerikan rüyası, AB rüyası olarak benimseyeme başlıyorlar. Ama Türkiye rüyaları hiçbir zaman olmadı. Mehmet Kaplan Hoca 1969 yılında “Büyük Türkiye Rüyası” diye kitap yazmıştı. Böyle kitaplar geçmişten beri var. Bu ülkenin, bu milletin artık kendi rüyası olmalı. 100 yıldır devam eden bir statükodan bahsettiniz, bu statükoyu devam ettirenler bunu uluslararası statükoyla beraber sürdürüyor. Sürekli onlarla işbirliği içinde hareket ediyorlar. Bizim gibi çevreden gelen, milli iradeden ilham alan, bu toplumun tarihini, inancını, geleneğini de hesaba katarak modernleşmeden yana olan, dünyada bu çerçevede var olmak isteyen sosyolojik kesimlerin tabi ki bunlarla hesaplaşması da kaçınılmazdır.

Burada bahsetmiş olduğunuz global kutuplaşma ve bu değişimin temelinde postmodern düşünceyle, geleneksel düşüncenin bir çatışması olduğundan söz edebilir miyiz?

Postmodernist görüş daha parçalı daha çoğul işi, “hakikat yok, her şey olabilir” diyor. Dolayısıyla ırkçılık da olabilir, evrenselcilik de olabilir, yerelcilik de olabilir. Daha çok fayda, kullanışlılık, çıkar önemli. Postmodern düşüncenin bir yönüyle bize modernitenin tekçi, tahakkümcü yönlerine karşı daha esnek davranmayı getirdiği doğru ama öte yandan ortaya koyduğu şey; evrensellik yok, genelgeçer doğru yok, “her şeyi yapsan mubahtır” gibi sonuçlara yol açıyor. Bir yandan çok ırkçı fikirler diğer yandan çok liberal fikirler var. Bir yandan çok hümanist görüşler öbür yandan insanı tamamıyla gayriinsani bir biçimde algılayan bir görüş. Bunlar dünyanın merkezi olan Avrupa’da ve ABD’de ortaya çıkabiliyorlar. Bu postmodernitenin hoş olmayan dünyasını yansıtan bir şey.

İlk soruya bağlanan şeyler söylediniz. Postmodernizmin getirmiş olduğu çok seslilik, herkesin doğrusunun kendine olduğu bir dünya. Türkiye’deki manzaraya bakacak olursak; herkes kendi doğrusunu tasdik ettirme çabası içinde. Bu büyük bir çıkmaz değil mi?

Evet, çok büyük bir çıkmaz. Özellikle gençlerde çok daha yaygın bir durum. Gençlerle konuştuğunuz zaman diyorlar ki; “Bu benim bakış açım ama” Şöyle bir örnek verelim; önümde bir çay bardağı var, benim bakış açımda farklı gözükebilir ama netice itibariyle bardak gerçekliği, çay gerçekliği var. Bu hepimiz için aynıdır, objektiftir. Hakikat de öyle. Hepimiz için objektif olan hakikatler var, objektif olan doğrular var, genelgeçer olan ilkeler var. Biz onlar üzerinde buluşursak toplum oluruz, millet oluruz, medeni bir varlık oluruz ve bir arada yaşarız. Ama herkes kendi söylediğinin, düşündüğünün doğru olduğunu söylerse, hakikati tamamıyla yoruma indirgerse o zaman ortaya insan sayısı kadar doğru çıkar ve dolayısıyla doğru diye bir şey olmaz. İnsanlar birbirleriyle kavga edip durur, birbiriyle iletişimsiz bir ilişki biçimi geliştirir, anlaşamazlar. Birbirlerini tahakküm etmeye ve kimseyi takmamaya başlarlar. Büyük bir egoizm, bencillik oluşmuş olur. “Ben kuşağı” diyor bir düşünce adamı, çok doğru bir şey. İnsanlar dünyanın kendisinden ibaret olduğunu sanmaya başlıyor. Evet, bizim bir dünyamız var fakat bir de bizden bağımsız bir dünya var. Bizsizlerden bağımsız dünya hepimizi kuşatan bir dünya. Yaşamak için de hepimizi kuşatan ortak ilkelerimizin olması gerekiyor. Bu olmadan kaos, çatışma ve egoizm ile dolu olan bir hayat içinde yaşarız. Hakikat burada parçalanmıştır, yoktur, hakikat kişinin kendi menfaatine, egoizmine, nefsine indirgenmiş durumdadır. Bu kişilere de zarar verir, topluma da zarar verir, dünyaya da zarar verir. Dünyada bu kadar çok terör olaylarının olması bununla ilgili. Devletler doğruları tamamıyla kendilerine göre tanımladıkları zaman, bütün devletleri kapsayan ortak doğrular olmadığı zaman, çevreyle ilgili, suçla ilgili, madde bağımlılığıyla ilgili, fuhuşla ilgili vs. ne olur? Bu sefer terör grupları “Bizim doğrularımız bu, biz bununla savaşacağız.” der. Dünyada adalet, nizâm-ı âlem diye bir şey kalmaz. Nizâm-ı âlem dediğimiz şey ne? Mutlak âlemde olan, hakikatin izdüşümü olarak yeryüzünde de onu yapmaya çalışmak, bu gayrette olmak. Bunun temel, değişmez ilkesi nedir, adalettir. Adalet kişiden kişiye göre, sınıfa göre, cinsiyete göre değişmez. Zengindir, erkektir, siyahtır, beyazdır, Arap’tır, Türk’tür diye bir ayrım olamaz. Kanunun önüne kim gelirse gelsin eşit bir şekilde yargılanması gerekir.

Adalet her şeyi yerli yerine koymak değil midir?

Elbette. Modern eşitlik kavramıyla aynı mânâya gelmez. Zaten modern hukukta eşitliğin yol açtığı problemleri görünce bu defa pozitif ayrımcılık gibi saçma bir kavram üretildi. Şimdi de böyle bir şey çıkardılar.

Hukuktan bahsetmişken; adaleti temin edecek müessese hukuk, hukuk da ahlâkın pıhtılaşmış hali. Peki, toplumun mutabakat halinde birleştiği bir ahlâk nasıl oluşacak?

Postmodernistler bunu çok göreceli, izafi hale getirdiler. “Topluma, kişiye, sınıfa, mezhebe göre ahlâk değişir.” şeklinde düşünceler var. Esasında bu böyle değil, ahlâkın evrensel ilkeleri vardır. Sokratik gelenek bunu ortaya koyuyor. Miskeveyh gibi, Farâbî gibi filozoflar Sokratik geleneği İslâm’a yakın buluyorlar, hikmet olarak görüyorlar. Orada da yine temel ahlâk ilkeleri vardır. Bu temel ahlâk ilkeleri nedir? Hırsızlık yapmak kötü bir şeydir, insanlara yardım etmek iyi bir şeydir, ister kafir olsun ister Müslüman büyüğe saygılı bir biçimde yardımcı olunur. Anadolu’da büyük birisi geldiği zaman ayağa kalkılır, hâl hatır sorulur, bir şeyler ikram edilir değil mi? Bu evrensel bir ahlâktır. Modern insan hakları teorisi de evrensel ahlâk ilkeleriyle oluşan bir şey ve temelini İlâhî dinlerden alır. Günümüzde postmodernistler bunu sekülerize ediyor. Mesela Avrupa kendi değerlerine ait birtakım ilkeleri evrensellik diye bütün dünyaya yaymaya çalışıyor, bu problemli bir şey. Biz Türk olarak, Müslüman olarak kendi ahlâkî ilkelerimizle orada yoksak o evrensel olmaz. Burada kültürel görecelik kavramı var. Her toplumun kendine ait kültürü, farklı inançları var. Bunlardan kaynaklanan farklı ahlâkî tercihler de olabilir, onları koruyacağız, yok etmeyeceğiz ama üst düzeyde herkesi kapsayacak evrensel ahlâk ilkeleri olabilir. Çevreyle ilgili, çevreyi yok edecek kadar gaz salınımı olmasın, çevreye iyi davranalım, iyi insan olalım, insanları öldürmeye karşı olalım, hırsızlığa karşı olalım, daha paylaşmacı olalım. Ama kapitalizm “paylaşma biriktir” diyor. Burada kapitalizmin ahlâkından nasıl bahsedeceğiz. Temel felsefesinde ahlâk yok. Biz tabiî ki İslâmî düşünce geleneğinden hareket ederek konuşuyoruz ve biz şuna inanıyoruz; bizim yaratılışımızda evrensel ahlâk ilkeleri var. Allah bizi yaratırken o ilkelerle birlikte yaratmış. O nedenle bir ateiste de bakıyorsunuz; iyilik yapmaya yönelik davranışları var. Ateisti de Allah yarattı, onun fıtratını da. Ama bir de toplumların kendi aralarında uzlaşarak geliştirdikleri normlar, ahlâkî değerler var. Mesela Türk toplumunda inanç kuralı önemli bir temel, örf önemli bir temel. Burada da ahlâkın bahsettiğimiz göreli bir boyutu var. Hem evrensel hem göreli boyutunu birlikte düşünmemiz gerekir. Postmodernizm ise tamamıyla bunu parçalayan bir şey.

Fıtrat üzerinden yürütülen bir mücadele var. Postmodernizmin tasavvurunda olan bölünmüş bir toplumdan bahsediyoruz. Birçok fikrin, birçok doğrunun olduğunu düşünürsek, birisinin hakimiyet sağlaması ve bir yerde kendisini dayatması zaruri bir hale geliyor ki, zaten bölünmüşlerin hepsi kendisini dayatmaya çalışıyor. Burada nasıl bir noktaya varacağız, ortaya nasıl bir sonuç çıkacak ve bu dayatmayı kim, nasıl bir güçle sağlayacak?

Türkiye’nin modernleşme tarzıyla Kemalist oligarşinin “egemenlik” adı altında kurucu ilkeler diye dayattığı, mutlaklaştırdığı birtakım ilkeler var. Bunlar, bizim asırlardır devam eden tarihimizden, geleneğimizden, inancımızdan, tecrübelerimizden ilham almıyor. Bu ilkeler toplumumuza dayatılmış, eklemlenmiş, biçilmiş bir elbise olarak, proje olarak sunuldu. Sorunların bir kısmı bundan geliyor. Biz bundan kurtulmak istiyoruz. Burada elbette mücadele gerekiyor, mücadele önemli bir şey. Biz kötülükle mücadele edeceğiz, diyeceğiz ki; “Bu toplum, bu millet yüzyılda var olmadı, bu millet binlerce yıldır var.” Biz özellikle bin yıl diyoruz çünkü biz İslâm ile kendimizi temsil ettiğimizi düşünüyoruz, İslâm ile biz bir dünya milleti olduk, İslâm ile şereflendik, İslâm ile bütün farklı mezhepleri, inançları bir arada tuttuk. Üç kıtada dünyaya bir adalet sunduk. Bunun yenilenerek varlığını sürdürmesi gerektiğine inanıyoruz. Sanki 100 yıldır varmışız gibi bir algı oluşuyor, bu millete yapılmış olan büyük bir haksızlık. Biz mücadelemizi fikren, politik olarak, siyasi partilerle, demokrasiyle, STK’larla, ticari olarak sürdüreceğiz. Egemen olan dünyadaki küresel hegemonyayla eşgüdümlü hareket eden insanlar mücadele ediyor. 72 tane firma Türkiye’de birleşerek “toplumsal cinsiyet eşitliği” adı altında eşcinselliği destekliyor. Onun mücadelesini veriyor, araştırmalar yapıyor, kitaplar bastırıyor, müfredat programları geliştiriyor, toplantılar yapıyor, sempozyumlar yapıyor, mücadele ediyor. Bizim kitabımız diyor ki; “İyilik için mücadele edin, küfre karşı mücadele edin.” Küfür dediğimiz; hakikati örten eylemler, hakikati gizleyen davranışlar, toplumu fesada uğratan, kötülüğe çağıran örgütlü yapılar. Bunlara karşı mücadele etmemiz gerekiyor

Bunun için de örgütlü bir yapı olmak gerekmiyor mu?

Kesinlikle.

Kemalist statükonun tüm kazanımlara rağmen yerinde devam ettiği bir devletin de bunu yapabileceğini düşünmüyoruz açıkçası?

Devletimiz I. Dünya Savaşı’ndan sonra çok büyük bir “mutasyon” geçirdi. Devamlılık arz eden, din-devlet olan formül ciddi bir sarsıntıya uğradı. Din, orada yer yer tasfiye edildi, yer yer tahakküm altına alındı. Dolayısıyla din-devlet formülü yok oldu gibi. Şimdi o formül ile her alanda varolmaya çalışıyoruz. Bu perspektif sıradan değil. Devlet elbette önemlidir. Gazalî, “Devlet bekçidir, şeriat ise bostandır.” diyor. Şeriat dediği, toplumu bağlayan hukuk kurallarıdır, normlardır. Devlet olmadan milletin birliği sağlanamaz. Devlet olmadan toplumun normlarıyla varlığını sürdürmesi mümkün olamaz. Devletsizlik demek küresel güçlerin çok fazla taarruz etmesi demek. Devlet mutasyona uğradı, dedik. Küresel güçler karşısında, “beni yok etmeyin, ben sizin gibi olurum” felsefesi ortaya atıldı. Ama şimdi de diyoruz ki, “Sizin gibi olmadan da devlet olmak istiyoruz.” Bu çok önemli bir aşama. Kendimiz olabilmek, devlet olabilmek; bu hakikaten önemli. İkincisi, toplum da önemli tabiî. Toplumu aydınlatan, ona öncülük eden aydınlar, elitler çok önemli. STK’ların örgütlenmesi, belli bir özerklik ile üretim yapması, derinleşmesi gerekir. Toplumu ıslah etmeleri gerekir. Etkilerinin olması lâzım. STK’lar siyaset ile tamamen bütünleşmemeli. Onların asıl görevi bütünleşmek değildir. Tamam siyaset ile ortak çalışabilirler ama siyasetle bütünleşmemeliler! Toplumun nabzını tutmak, ıslah etmek, yol göstermek ve öncülük etmek; bunu yapmalılar. Birisi üst düzeyde politik örgütlenme, diğeri ise toplumsal düzeyde yapay bir örgütlenme. Cemaat diyoruz. Cemaat elbette teşkilatçılık değil. Cemaat daha sivil bir şeydir. FETÖ bir teşkilattı mesela. Cemaat değildi, onu gördük.

Ajan yapılanmaydı.

Uluslararası boyutlara da yönelen, millî iradeyi dışlayan yapı. Bu ülkenin, meşru başbakanını “terör örgütü lideri” olarak göstermeye çalıştı. Ama cemaatler dediğimizde, bu daha da sivildir. Toplumun değerleriyle gelişen, yapılanan, şeffaf olandır. Elbette Türkiye’de cemaatler şeffaf değil, bu da Kemalizm’in sürekli ürettiği korkudan dolayıdır. Hala ikide bir, “tarikat, tarikat” diye çığlık atıyorlar. Bastırma eylemidir bu. Cemaatler de kendilerini STK formatında, daha sivil bir biçimde var kılmak değil de, mahrem tutumlara yöneliyor. Bunun da anayasal güvencesi olmalı. “Toplumsal sözleşme” diyoruz ya, cemaatler için anayasal güvenceye ulaştırılması lâzım.

İş, yeniden devletleşmeye geliyor.

Kesinlikle. Kendimiz olabileceğimiz bir devlet lâzım. Taklitçi olmayan, bizim tarihimizden ilham alan, toplumla çatışan değil, ona kulak veren, “millet” bilincine sahip olan bir devlet olması gerekir.

“Eşcinsel hakları” ile beraber yeni bir ideolojinin imar edilmeye çalışıldığından bahsediyorsunuz. Eşcinsel hakları iddiaları üzerinden, “toplumsal cinsiyet eşitliği” gibi kavramlar üretiliyor. Bu suretle yapılmak istenen şey nedir?

Şu an bütün dünyada öne çıkan bir mesele. Masum kavramlar kullanılarak, paketleniyor, pazarlanıyor. Kapitalizmin bütün reklam, imar, para, endüstri imkânları kullanılıyor. Bu nereden çıkıyorsa, çıktığı yerin yanında devletler ve örgütler var. ABD, Kuzey Avrupa ülkeleri hep bunun arkasında. Ticarî yapılar da destek veriyor. Şirketlerin büyük destekleri var. AB’nin bizzat kendi kurumları da destekte çekinmiyor. Bir ideoloji olarak bunu öne sürüyorlar. Bunlar Avrupa-ABD’nin içinde gelişen fikir-akımlardan etkileniyor ve bütün dünyaya eşcinselliği mâl etmek istiyorlar. Bütün insanlar için “evrensel” diyorlar. Garip bir şey. İnsanların evrensel ilkeleriymiş gibi sunum yapıyorlar. “Kadın hakları”, “insan hakları” gibi kavramların arkasından iş yapıyorlar. “Eşitlik” kavramı modern dönemin en itibarlı kavramlarından bir tanesi. Bana göre masaldır!.. Çünkü, toplumlarda eşitlik yok, sınıflar var. Sınıflar arasındaki seviyelerin daha düşük olmasını isteyebilirsiniz, uçurumları azaltmak isteyebilirsiniz, etkileşim olsun isteyebilirsiniz. Ama “eşitlik” Komünizmin tahayyül ettiği bir cehennemdir. Kapitalizmi de cinsellik üzerinden gündeme getirmeye çalışıyorlar. Marksizm eskiden ekonomi-sınıf meselesini gündeme getiriyordu. Şimdi de eşitliği cinsel kimlik üzerinden işliyorlar. Marksist birikimlerini de bunun üzerine kullanıyorlar. Çok enteresan. Türkiye’deki solcular, Hegel, Michel Foucault, Jacques Derrida’dan edindikleri müktesebatı eşcinsellik üzerinde yorumlar yaparak kullanıyorlar. Kadın ve erkek arasında “eşitlik” adı altında kıyas yapıyorlar. Aradaki farkı da düzlüyorlar. Nüansları yok ediyorlar. Türk kültüründe, İslâm kültüründe aile, kadın, erkek, anne, baba, hatun, avrat ile oluşan müktesebat var. Bunun üstünü çiziyorlar, aşağılıyorlar. “Geçti, tarihsel olarak oluştu”, diyorlar. Peki sizin bilgileriniz, son otuz yılın tarihselliğinden çıkmıyor mu? Avrupa ve ABD’nin tarihselliğinden çıkıyor. Türk tarihselliğinden çıkan bir şey mi bu? Hayır! Feminist fikirler, toplumsal cinsiyet kavramını Türkler mi icat etti? Bizim coğrafyamızdan mı çıktı? Hayır, bu neden “evrensel” oluyor da dayatıyorsunuz bize? Bir toplumun kendi gerçekliğinden çıkmayan, dışarıdan dayatılan fikirlere biz “ideoloji” diyoruz. Bilgi sosyolojisinde böyledir yâni.

Bu dayatmadan evvel varolan şeylere “evrensel” demek daha kolay halbuki.

Evet.

Batı ile Doğu’nun geleneksel toplumlarda biribirine mutabakatı daha kolaydır.

Öyle. Enteresandır, İstanbul Sözleşmesi’nde diyor ki “kız kavramı” kullanılmayacak. Biz, “kız” deriz mesela. Görüyor musunuz? Bizim, şiir, hikâye, ata sözlerimiz ve sufî metinlerimizin hepsinden kız kelimesini, hatun kelimesini çıkar, bu olur mu? Kültürel katliam… Sen kim oluyorsun da, benim kavramlarımın hangisini kullanıp, kullanmayacağımı bana söylüyorsun? Bir de öğretmenlik yaparcasına!.. Kendim karar veririm, çok özgürdünüz hani? Bu eleştirileri yaptığımızda da “homofobik” diye bize saldırıyorlar. İnsan düşmanı olmuşlar. Hem dostu hem düşmanı onlar tanımlıyor. Hegel’in köle efendi diyalektiğinde bahsettiği gibi. Bize kölelik rolünü veriyorlar, kendilerine de efendilik. Üretiyor, tanımlıyor, şablonluyorlar, “itaat edin” diyorlar. Etmeyince de, insan düşmanı oluyoruz. Bu Türkiye’de o kadar çok yapılıyor ki. 72 şirket dedim, Birleşmiş Milletler ile TÜSİAD ile çalışıyor… Daha evvel de yazdım köşe yazılarımda. Şu an köşem de yok. Kaç senelik bir süreç ile tanıtım yapıp, güçleniyorlar. “Toplumsal cinsiyet eşitliği” diyorlar, mülteci kamplarında da çalışıyorlar. 4-5 yaş grubu çocuklara dersler verip, “kendi cinsiyet kimliğinizi tercih edebilirsiniz” diyorlar. Çocuğun aklı var mıdır ki karar versin? Hukukta “reşit” diyoruz, Türkiye’de yaş sınırı 18. Anne ve babayı aradan çıkarıp, otorite kurup dayatıyorsun. Böyle bir şey olabilir mi? Korkunç bir tahakküm.

Bir mücadele var ve bir taraf tahakküm etmek zorunda. İnsan fıtratı bu. Mücadele lâzım.

Evet, mücadele etmezsek, tahakkümleri devam eder. Bizim buna karşı mücadele etmemiz gerekiyor, çocuklarımızı onların düşüncelerinden koruyup, hesaplaşmamız lâzım. Sol aydınlar, teorik arka plânı destekliyor. Liberal tüccarları parayla, STK’ları müfredat programlarıyla, devletin içindekileri de siyasetle harekete geçiriyorlar. Toplumların maddileşmesi, hazcılığa düşmesi ve cinsellik alanında giderek deforme olması; işte Batı budur. Ahlâkî deformasyon sonrası problemler cinsellik ile dışavuruyor. İbn Haldun, 14. asırda Mukaddime’de bunu yazmış. Yazarken de, teorik olarak yazmamış. Kurtuba’ya, Granada’ya gitmiş. Hatıralarını anlatıyor: “Granada hükümdarı sefahat içinde yaşıyordu, eğlenceler tertipleyip saraydan çıkmıyordu. Düşmana karşı uyanıklığı yoktu.” Bunları söyledikten 40-50 sene sonra da Endülüs düşüyor. Enteresan… İyi bir sosyolog İbn Haldun. Toplumların cinsellik alanında aşırılaşması, ahlâksızlığın en büyük belirtisidir.

Toplumsal deformasyon, devletleri de geri götürüyor. Mesela Amerika…

Çok doğru. Graham Fuller’in geçtiğimiz günlerde bir yazısını okudum. “ABD, 20 yıllık işgalde başarısız oldu, askerlerini çekiyor, dünyadan da çekilmeye başlıyor. Bu ABD’nin gücünü kaybettiğinin göstergesidir” diyor. Açık yâni. Kültürel, siyasî ve askerî anlamda da dediğiniz gibi oluyor. Gerileme söz konusu.

Yakın tarihimizde İslâm’a mugayir birçok şeyin “hocalar” vasıtasıyla meşrulaştırıldığına şahit olduk. Siz de LGBT’lilerin “başörtülü”ler üzerinden öne çıkarıldığını söylediniz. Müslümanlar nazarında bunu meşrulaştırmaya çalışanları görüyoruz. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

ABD ve Avrupalılar tarihte yeni bir şey yapmaya çalıştılar, son otuz senedir. Oryantalizm eskiden de çalışılıyordu, ama bunu çalışanlar hep gâvurdu ama bugün oryantalizmi çalışanlar, Ayşe, Fatma, Ali. Bu yeni bir aşama. Viyana’da, Amerika’da gezdim gördüm, Think Thank kuruluşlarında birçok Müslüman, İslâmcı çalışıyor. Sakallı, başörtülüler, bazı ihtilaflı şeyleri bu kişiler vasıtasıyla gündeme getiriyorlar. “Bak bu da Müslüman, namaz kılıyor işte! Hiç senin dediğin gibi de değil” diyorlar. Müslümanların arasına nifak koyuyorlar. Bunu eşcinsellik propagandalarında da gördük Türkiye’de. Kimisi başörtüsü takıyor, öğrencileri kullandılar. Boğaziçi hâdiselerinde de açıkça gördük. Allah’ın kitabında lanetlediği şey değil mi? Başını örten birisi helali-haramı bilmeli. Allah’ın haram kıldığı şey… Paradoks bir durum bu! İnsanların menfaatleri var, tutkuları, çıkarları!.. Bazen gözüküyor, bazen öne çıkıyor. Eşcinselliği savunan üniversiteler, Müslüman tipteki kızlara konferanslar verdirtiyor. Bilimsel yeterliliği gözetmeden, sunum yaptırıyorlar. Proje yaptırtıyorlar. Yeni dönemde böyle şeyler var. Avrupa Birliği’nden fonlanıyorlar, “şunu çalış” diyorlar, bu kişiler de çalışıyor. Yahu kardeşim, gâvurun parasıyla ahlâkımızı mı bozacağız ya?.. Vaziyet trajik. Gâvurla siyaset yapabilirsin, gerekebilir. Fakat ahlâk işin içine girdi mi bunun pazarlığı olmaz. En temel şey mahremiyettir. İstiklâl Marşı’mızda geçer, Millî Mücadele de bunun için değil mi?.. Din, vatan, namus üç kavram geçer burada… Avrupalıların yaptığı bu proje, Müslümanları çelişik hâle getirmek istiyor. “İslâm içi savaş” konseptininin daha rafine meselelerde uygulanışıdır işte yapılanlar.

Dinin kesin hükümlerine mukabil “Müslüman’ım!” diyenlerin bu şekilde davranması, menfaatleri sebebiyle ahlâklarını satması, imân zafiyeti değil mi?

Ehl-i Sünnet olarak, kimseye kolay kolay kâfir demeyiz. Tekfircilik bizde yok. Ama yaptıkları davranış kesinlikle İslâm’a aykırı!.. Onlar için büyük bir çelişki. İslâm medeniyetinin dışına çıkmaktır bu. Başka mahalleye, düşünceye hizmet etmektir. Müslüman olarak kendi değerlerini, kendini temsil etsen, saygı duyulurdu!.. Orada, temsil edilmek için İslâm’ı kötülersen, vebalin büyüktür!

Teşekkür ederiz.

Kolay gelsin.

Baran Dergisi 766.Sayı