Yakın tarihte bir gazete için kaleme aldığınız makalenizde, yaşadığımız salgın olaylarıyla birlikte, mevcut literatüre “post-corona” kavramının gireceğini, topluma ve olaylara bakışta ciddi değişiklikler yaşanacağını söylüyorsunuz. Bu tespitinizi biraz açar mısınız?
Dünyanın normal görülen seyrinde dikkat çeken parametrelere baktığımızda, koronavirüsün olayların yönünü keskin bir şekilde değiştiren temel meselelerden biri olarak hayatımıza girdiği görülüyor. Tabiî, sosyal bilimcilere düşen husus, bu değişimin bir sonraki aşamasının nasıl olacağına dairdir. Bunu yaparken de takdir edersiniz ki, günümüzü geçmişle mukayese ederek yapıyoruz. Mesela biz modernizm-postmodernizm tartışmaları yaparken her iki kavramı birbiriyle mukayese ederiz. Veya geleneksel dönemle modern dönemi mukayese ederken de böyledir. Şimdi, hakikaten “post-corona”, yani koronadan önce-koronadan sonra şeklinde bu dönemle ilgili bir analiz yapmadan önce, koronavirüs öncesi dönemdeki düşünce biçimlerinin, siyasal kurumların, siyasi sistemlerin ve ilgili sosyolojik yapıların nasıl olduğuna da bakmak gerekiyor. Dünyada daha önce kurgulanmış olan sözkonusu mekanizmaların birkaç çok büyük eksiği olduğu konusunu doktora tezimde de işlemişimdir.

Hangi eksiklikler onlar?
Korona öncesi dönemde mevcut olan sistem ve işleyişin, sosyal yapının, hayat tarzının çok ciddi handikapları, problemleri vardı. Bana sorarsanız bunlar salgınla birlikte gün yüzüne çıktı. Fakat sorunun karmaşık hâle gelen tarafı şu; bu gerçek bir türlü kabullenilmiyor. Korona öncesi kabul gören temel değerler, demokratik kurumlar veya uluslararası sistem, bunların büyük bir kısmı ihtiyaçlara cevap vermiyordu. Ama biz veriyormuş gibi yapıyorduk. Halihazırda kabul etmiyoruz. Bu gerçeği görmek zorundayız. Çünkü şu anda insanlığın yaşadığı sistem inanılmaz bir özgüven içinde ekonomik, ticarî, sosyal iletişim, bilgi sistemi kurdu ve işlevsel olduğunu ortaya koydu. Ancak insanların hakikî ihtiyaçlarına cevap vermedi. Dünyadaki mekanizmaları, işlevlerine bakarak değerlendiriyoruz. Ateş ne işe yarıyorsa ona göre mesela… Neyi hazırlamaya yarıyorsa onun işlevi yani…

Faydacı bakış…
Aynen öyle. Ama sonunda beklenen maksimum faydayı sağlayamadı. İnsanoğlunun tüm kâinatın sırlarına vakıf olduğu iddia ediliyordu oysa... Bu sefer ciddi sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Ben, bundan sonrası için ekonomik, sosyal, siyasi alanlarda ve kurumların temel felsefesindede ve mantalitesinde de bir değişime gidileceğini, gidilmesi gerektiğini düşünüyorum. Buna da inanıyorum. Aksi takdirde problemler devam edecek.

Çağın insanının kapitalist sistemde bencilliğinin öne çıktığını, kendisine “ben kimim” sorusunu sormayı unuttuğunu ifade ederken neyi kastediyorsunuz?
Aslında kapitalist olsun, sosyalist olsun, her iki sistem için de böyle vakalarla karşılaşıldığı zaman, insan doğasında var olduğunu kabul ettiğimiz diğergâmlık, fedakârlık, başkasını tercih etmek gibi bir faziletin hayattan çekildiğini, tamamen bittiğini görüyoruz. Bu fazileti gündeme getirmek bile -afedersiniz- enayilik olarak görülmeye başlandı. Bu, Çin’de de, İspanya’da da, ABD’de böyle.

Mesela İspanya’da yaşlılara bakmakla sorumlu hizmetlilerin kurumdan kaçarak insanların ölümüne sebebiyet vermesi...
Evet. Tunus’a, Avrupa’nın çeşitli ülkelerine giden maskelere başka Avrupa ülkelerinin el koydukları görüldü. Koca devlet bunlar. Her iki sistemde de insana dair değerlerin gölgelendiğini, ihmal edildiğini düşünüyorum. Burada ciddi bir sorun var. İnsana dair soruları, bağlamları kaybettik. İnsanın buradaki varlığının anlamı nedir. Antik dönemden insana dair meselelerin gün yüzüne çıktığı dönemlerden ve semavi dinlerin Âdem peygamberle birlikte inmeye başladığı dönemlerden itibaren de temel bir soru var: “Ben kimim, insan nedir?” sorusu… Aslında bu sorunun cevabını bulmak için değil, aramak için yükümlüyüz. Bu bizi aramak çabası içinde olmamız gerektiği yönünde ihtar ediyor. Cevabını bulduğumuzu düşündüğümüz anda aslında kaybolmuşuz anlamına geliyor. Böyle paradoksal bir durum var. Dolayısıyla günümüz insanı bu soruların cevabını bulduğunu düşünüyor. Ancak bu soruyu sormaya devam etmeliyiz. Mutlak cevabından hiçbir şekilde emin olamayız. O zaman bu tür krizlerle karşılaştığımızda bütün insanlığa fayda sağlayacak bir çare bulabilelim. Korona için de bütün insanlığa deva arayan bir toplum olduğunu sanmıyorum. Herkes şu anda kendi ülkesinin, kendi vatandaşının derdinde… Ama insanoğlunun ilk hedefi kendisini kurtarmak değil insanlığı kurtarmaktır. Bu çaba içinde ben de kurtulurum diye düşünür. Bu, Korona salgını öncesinden kalma temel bir problemdir. 

Bu noktada beşeri ideolojilerin çöktüğünü, modern paradigmaların iflas ettiğini, hümanist ilkelerin çıkmaza girdiğini belirtiyorsunuz. Nereye gidiyoruz peki?
Doğru, öyle diyorum. Hümanizmanın çıkış yaptığı ülkeler Batı Avrupa ülkeleridir. Eski Yunan, Roma, Fransa… Mesela bugün Fransa diyor ki, “Biz bir aşı geliştirdik. Gidelim, Afrika’da deneyelim.” Yunanistan’ın mültecilere yaptığı muameleleri görüyoruz. Devletle arasında maske kapışması yaşanıyor. Hümanizma ne olarak anlatılıyordu. “Başka insanın varlığını kendi nefsinden daha üstün görüp onu kutsamak” demekti. Burada böyle bir şey olduğunu söyleyebilir misiniz? Hayır. Demek ki bu gerçekçi bir ilke değil, maskeymiş. Bunu kim yapabilir o halde? Sadece bir Müslüman olarak bunu sormayalım. Böyle bir ilke dünyada başka hangi düşünce veya inanç sistemleri içerisinde mevcuttur? İslâm’da bu ölçü belli ve çok net: “Nefsin için istediğini Müslüman kardeşin için de istemedikçe Müslüman olamazsın.” Sadece Müslümanlara has bir durum değil bu. Hangi sistem bugünkü sorunların çözümü için temel parametreleri ortaya koyuyor; buna bakıyoruz. Baktığımızda, pek çok insanın takdir edeceği inanç sistemi İslam dinidir. O halde yeniden İslâm’ın bu husustaki ilkelerini, ölçülerini dikkatle gözden geçirmeliyiz.

Batı’nın en uygar, gelişmiş, ileri gösterilen toplumlarında gördüğümüz yağma, hırsızlık olaylarını akılda tutabilirsek, herhalde insanlığın da bundan sonra ahlâkî sorgulamaya girmesi gerekiyor fakat hangi ahlâk?
Elbette. Çok haklısınız. Aslında insanoğlunun iradesini nasıl kullandığı ve o iradenin nasıl denetlenip kontrol altına alınabileceği anlar baş gösterdiğinde, takdir edersiniz ki bunlar “kriz” anlarıdır. Kriz dışı, normal zamanlarda erdemliliği test edecek bir ortamınız, imkânınız olmaz malûm. Demek ki, bizim bir sağlama yapmamız gerekiyor. Bu erdemin sağlamasını yapmaya kalkıştığımızda, işte Newyork gibi dünyanın en meşhur caddesi olan 5. Cadde’de, dünyanın en meşhur markalarının yer aldığı mağazaların tabelalarına tahta çakılarak kapatılmış. Yağmaya karşı tedbir… Demek ki, güvenlik kontrolü zayıf. İnsanlar kendilerini erdemle, ahlâkî bir müeyyide ile kontrol etmiyor belli ki. Bu durum, insanların erdem, etik, değer talimi üzerine kafa yorulması gerektiğini gösteriyor.

Topluma karşı sorumlu kurumlar açısından neler söyleyebilirsiniz?
Birincisi, bizim hakikaten toplum olarak eğitime verdiğimiz önem dışında, değerler eğitimini de işin içine katmamız gerekiyor; bilgi-beceri yetmiyor. İkincisi, her daim dünyaya, kâinata yönelik sorgulamalarda işin bir hikmetinin olduğunu gözönünde bulundurmalıyız. Hikmetten kastettiğimiz şey sır değil. Yani her şeyin bizim kontrolümüzde olduğu düşüncesinden kendimizi arındırmalıyız. Üçüncüsü, günümüz insanı ölümü haddinden fazla hayatın dışına itti. Buna dair bir yazımda misâl vermiştim; Dubai’deki mezarlıklar, şehir merkezinin 100-150 km uzağında, çölün ortasında iki metre yükseklikte duvarlarla çevrili yapılmış. Ölüm hayatımızda yokmuş gibi davranılıyor. Oysa hayatın mütemmim cüzü anlamını taşır. Kesin olan bir şey varsa bildiğimiz, o da öleceğimizdir. Dolayısıyla bu üç hususa dair yeniden eğilmeli, yeni bir teorik altyapı oluşturulmalı. Böylece hayata ve ölüme karşı tavrımızı belirleyip yolumuza devam etmeliyiz. Bakın; şunu hamaset için söylemiyorum. Bugün dünyanın bize ihtiyacı var. Bu gerçeği en iyi bilen bizim milletimizdir. Dünyaya iddialı bir sözü olan tek toplum Türklerdir. Bu noktada tarihî ve kültürel olarak birikim sahibiyiz. Bir inanç sistemini “makul” şekilde yorumlayarak yaşamak bakımından imkân ve güç sahibiyiz.

Bu dediğinize yaşadığımız süreçte de örnek hareketlere şahit olunuyor…
Evet ve bizi buna daha fazla kafa yorup temel tezlerimizi insanlıkla paylaşmak için harekete geçmeliyiz.

Salgının başlangıcında dillendirilen tedbirler yanında, dua tavsiyelerinin çeşitli kesimler tarafından bilimcilik adına horlanmasını, dine ve Müslümanlara hakarete cüret edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Belirttiğiniz hususun altını çizerek söylüyorum. Buradaki sorunu insanlarla paylaşıp kabul ettirmekte de zorlanacağız. Düşünün, her şeyimizi bilime yatırmışız. Bütün kozları “bilimsel bilgi”ye yatırdık ama bu bizi kelimenin tam anlamıyla yarı yolda bırakmış; üstelik bilgiye de yeteri kadar yatırım yapmadığımızı iddia ediyoruz. Yeterince referansta bulunulmadığını iddia ediyoruz. Bu ciddi bir problemdir. Peygamberlerin getirdiği dine karşı insanların hep şu aklın kullanıldığı Kur’an’da kaydedilir: “Doğru söylüyorsan o halde bize mucize göster…” Kur’an diyor ki, “mucize getirilse de zaten inanmayacaklardı.” Çok haklısınız. Ciddi olarak bilimin her şeyi çözecek bir sihirli formül olmadığı gerçeğini bilerek bilime bakalım. İşin sonunda şifayı verecek olan Allah’tır. Yani işin hikmet tarafı muhakkak her zaman vardır. Bu gözardı edilemez. Dünyada toplumsal olarak değişim ve dönüşümü her daim yakalayabilecek vizyona sahip olma çabasında olmalıyız.

Bilgi ile hikmet arasındaki farka vakıf olmak gibi mi?
Bilgi bütün her şeyin temelden tabiatına göre değiştiği ve buna bağlı olarak bilinmesi mucip sebep, ilke ve kanunları bilmektir. Yağmurun nasıl oluştuğunu ve yağdığını biliyoruz. Bunu teknik olarak izah mümkün. Ancak Kur’an’da diyor ki, “biz onu indirdik…” Şimdi bu noktada bir hikmet olduğunu görmeliyiz. Asıl sebep. Bütün kâinat içerisinde bir anlamı olduğunu işaret ediyor. Bulmak için değil aramak için. Dünyada mutlak bir doyum yok. Öyle bir yemek yiyelim ki, bir daha acıkmayalım. Bu mümkün değil. Veya öyle bir su içelim ki, susamayalım. Öyle bir uyuyalım ki bir daha uyumayalım. Bu mümkün değil. Kusursuz bir şey elde etmek için gereken dürtü ve çabalara sahibiz. Kendimizi, kusursuzluğu aramakla mükellef görürüz ama bulamayacağımızdan emin olmalıyız. Hikmet burada idrak edilmeli. İnsanın varlığını tahkim eden bir arayıştır. Aramakla mükellefiz; bulmakla değil. Modern insan bunu bulduğunu düşünüyor. Sıkıntı burada. Türkiye’de de muhafazakâr-mütedeyyin çevrelerde eskiden daha fazla gündem olur; tartışılırdı. Son zamanlarda bir ihmal sözkonusu.

Sebebi ne olabilir?
Herhalde sorunları çözdüğümüzü varsayıyoruz. Kastettiğim bu çevre, Türkiye’de uzun bir süredir siyasal sistemin parçası değillerdi. Sistemin parçası haline gelince de, bu sefer temel meselelerin çözüldüğü zannedildi. Bunlar tarihî, kültürel, ahlâkî meseleler en başta.. Oysa sadece siyaset değildir kurucu ve kalıcı olan. Kültür, ahlâk, ilimdir. Toplumu bunlar kurar ve ilerletir. 1908 Ahrar Fırkası’ndan bu yana Anadolu’daki insanımız, siyasî mekanizmanın içerisinde olmak için çok çaba gösterdi. Belki de ilk defa bu, AK Parti iktidarıyla gerçekleşti. Ancak bütün sorunlar çözülmüş olmadı. Tarih içerisinde kurucu aktör olunması gereken alanlardaki sorumluluk sürüyor. Bunlar ilim, kültür, ahlâk ve toplum alanlarıdır en başta…  Bu mekanizmanın şekillenmesi noktasında çuvaldızı kendimize batırıp, tüm yaşananları bir sınanma idraki içerisinde görüp yapılması gerekeni yapmakla mükellefiz.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ediyorum.


Baran Dergisi 691.Sayı