ABD’nin başını çektiği Batı’nın, Türkiye’ye bu denli düşmanlık etmesini neye bağlıyorsunuz?
Birincisi şu: Batı ve Türkiye tamamen yol ayrımında ve Batı Türkiye’yi artık kontrol edemiyor. Diğer husus da Türkiye’nin elinin Batı’ya karşı güçlenmiş olması. Batı, kendi içerisinde bölünmüş vaziyette. Dolayısıyla bu zayıflık ortamından yararlanabilen bir Türkiye var. Batı’nın karşısında yükselen bir Doğu var. Doğu’nun yükselmesi de Türk dış politikası için bir manevra alanı ortaya çıkarıyor. Bu manevra alanı Türkiye için denge anlamına geliyor. Batı’nın üzerinde Türkiye’ye baskı uygulayabileceği eski araçlar yok. Dolayısıyla Batı’nın hem kendi içinde zayıflaması hem de yükselen Doğu’nun karşısında rekabet gücünü kaybetmesi ve Türkiye üzerindeki eski gücünü kaybetmiş olmasından dolayı; Batı, Türkiye’yi kaybetme paniğiyle pervasızca hareket ediyor.

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir yazınızda Amerikan Ulusal İstihbarat Konseyi’nin yapmış olduğu bir araştırmadan bahsetmiştiniz; bu araştırma çerçevesinde Türkiye’nin yeni bir kıskaca alınması için ne planlanıyor?
Türkiye’ye uzun zamandır saldırıyorlar. Öncelikle 15 Temmuz ile birlikte Türkiye’ye yönelik tehdit yolunu denediler. Onun öncesinde de birtakım dolaylı yollarla müdahale söz konusuydu. Dolaylı yoldan çıkarak 15 Temmuz’da tam anlamıyla harekete geçtiler. Sonrasında da burada umduklarını bulamayınca Trump ile birlikte başlattıkları yeni bir şey var; o da ortaklıklar dönemi. O yüzden Türkiye’yi birtakım ortaklıklarla yenebilirler. İngiltere Başbakanı Theresa May’in ziyaretini de bu kapsamda değerlendirmek gerekir.

Sorunuza gelince, Batı’da herhangi bir yazar, emekli büyükelçi, asker yahut düşünce kuruluşunun Türkiye aleyhinde beyanat vermediği veya yayın yapmadığı gün yok. ABD’de bir hükümet kuruluşu olan ve daha çok uzman ve kıdemli “istihbaratçılar kulübü” kimlikleriyle ön plana çıkan, “Ulusal İstihbarat Konseyi” (UİK) de geçtiğimiz günlerde bir rapor yayınladı. Millî Gazete’de yayımlanan yazımda da belirttiğim üzere, “kulüp” ve “rapor” deyip geçmeyin. UİK, öylesine bildiğiniz bir “kulüp” değil. Hükümet, üniversite ve özel sektörden seçilen, bölgesel-işlevsel konularla ilgili kıdemli uzmanlar ve istihbarat analistlerinden oluşuyor. 17 istihbarat ajansı tarafından sentezlenen ve daha çok orta-uzun vadeli stratejik raporlarıyla/analizleriyle ön plana çıkan profesyonel bir “harmanlama merkezi”. 

1979’dan bu yana faaliyette bulunan ve 1997’den itibaren her yıl düzenli olarak “Küresel Eğilimler Raporu” yayınlayan “Kulüp” üyeleri bu yıl da bir rapor hazırlamışlar. 9 Ocak’ta yayımlanan, dünyayı ve Türkiye’yi yakın gelecekte bekleyen güvenlik risklerine değinilen “Küresel Eğilimler: İlerlemenin Paradoksu” başlıklı raporda Türkiye ile ilgili milliyetçi ve dini eğilimler daha yaygın hâle gelecek tespiti ilk dikkat çekenlerden. Yeri gelmişken belirtelim; bu tespit sadece Türkiye için geçerli değil. Çin ve Rusya ile birlikte “siyasi denetimi iç siyasi alternatifleri elimine ederek kontrol etmeye çalışıp sağlamlaştıran liderlerin bulunduğu diğer ülkelerde” şeklinde bir genelleştirme söz konusu. 

Rapor, bu tespitiyle Batı’da, özellikle de Avrupa’da yaşanan yeni faşist süreçte ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, İslamofobi’yi adeta karartarak, bir kez daha “ötekileri” suçlama “eğilimi”nde. 
Bu “ötekiler”in niçin böyle bir ithamla karşı karşıya kaldıkları sorusunun cevabını da yine raporda görüyorsunuz. Bu ülkelerin suçları “güç olma iddiaları” ve Batı’yı “tehdit” etmeleri. Dolayısıyla, Batı’nın tekelinde olan “güç”e talip olan her bir ülke ve liderlik “anti-demokratik”, “otoriter” ve “diktatöryel” bir “tehdit” olarak bu raporda itham edilmekte. Bu köşeyi düzenli olarak takip edenler Türkiye’nin uzunca bir süredir NATO ve ABD tarafından müdahale edilmesi gereken riskli bir ülke olarak ilan edildiğini bilirler. Artık riskli ülke değil de muhtemel tehdit olarak algıladıklarını da açıkça belirtiyorlar. Türkiye’nin bağımsız ve millî bir dış politika izlemesinden rahatsız olduklarını ve bu durumun AB ve NATO’yu da parçalayacak en önemli unsur olduğunu söylüyorlar. Yani Batı’nın saplandığı bataklığın müsebbibi olarak da Türkiye’yi göstermeye çalışıyorlar. Şunu da açıkça ifade ediyorlar: Türkiye ve “diğer ötekiler” arasındaki olası bir ittifak, ABD/Batı hegemonyasının sonu olacaktır ve bu engellenmelidir. Bunu önlemenin tek yolunun ise istikrarsızlaştırma olduğunu söylüyor ve Gezi olaylarını referans gösteriyorlar. Yani becerebilirlerse, Türkiye yeni bir Gezi sürecine şahit olabilir.

Rusya senelerdir ekonomik spekülasyonlarla sallanıyor, şimdi Türkiye de benzer bir sürecin içerisinde… Spekülatif hareketlerle gerçekleştiği aşikâr olan döviz kuru yükselişi de bu işin bir parçası mı?
Evet, operasyonun bir parçası. Tam da bu noktaya geliyordum. Bu hem Türkiye’yi ikna etme yolunda atılan adımlardan bir tanesi, hem de olası sosyal hareketleri tetiklemenin en önemli aracı. Türkiye’yi dize getirmek için ellerindeki bütün araçları seferber etmiş vaziyetteler. Şu anda Türkiye’nin buna cevap verebilme kapasitesi yüksek; çünkü onların da önünde şöyle bir şey var, Türkiye’yi kaybetmekten korkuyorlar. İkincisi ise tamamen zayıflamış bir Türkiye onların da işine gelmez. Dolayısıyla böyle bir çıkmazları da söz konusu.

“Theresa May’in geliş sebebi Türkiye’yi pazarlığa zorlamaktır” dediğiniz. Bu ne tür bir pazarlık, ne istiyorlar?
Amerika Birleşik Devletleri tek başına dünyayı inşa edemiyor. ABD’nin bu konuda birinci destekçisi İngiltere. Dolayısıyla İngiltere’den devraldığı mirası, İngiltere ile birlikte yönetmek istiyor. Ve bu ikilinin fikirlerini yürütmek istediği yer, eski Osmanlı; yani bizim alanımız. Burada Türkiye’ye rağmen bir şey yapabilmeleri mümkün değil. Önlerinde iki seçenek var; ya Türkiye ile tekrar çatışacaklar ya da Türkiye’nin çok kutuplu dünya söylemine dikkat ederek hareket edecekler. İngiltere nasıl ki Brexit ile Avrupa Birliği’nden ayrılıp çok kutuplu dünyada ABD’nin safında yer almak istiyorsa, Türkiye’nin de Türk İslâm dünyasıyla ayrı bir kutup olduğunu kabul etmeliler. Türkiye’nin dengesiz yerlerin dengesi olabileceğini kabullenmeleri gerekiyor.

Merkel’in Türkiye ziyaretinin de bunlarla bir ilgisi var mı?
Kesinlikle var. Türkiye’nin şu an için dış politikada eli eskisine göre daha kuvvetli ve manevra kabiliyeti yüksek gibi görünüyor. Doğu-Batı arasında ve Batı’nın kendi içindeki mücadelede paylaşılamayan bir aktör konumunda olan Ankara da bunu sonuna kadar kullanmak niyetinde gibi ve kullanmalı; ama bu durum taraflar buna müsaade ettiği sürece devam eder. Taraflar kendi aralarında dünyayı paylaşma noktasında anlaştıklarında ve fişinizi çekmeye karar verdiğinde yapabileceğiniz çok bir şey yok. İzlediğiniz denge politikası çöküyor ve altında kalıyorsunuz. 

Batı’nın kendi içerisindeki dağılmaları Türkiye üzerinde bir rekabet piyasası çıkarıyor. Türkiye hem Batı hem de Doğu üzerinde paylaşılamayan bir durumda. Ama Türkiye burada Batı’nın parçası olmak yerine, ikisi arasında kendi etkin pozisyonunu almak istiyor. Merkel’in ziyareti bana göre Türk dış politikasını rahatlatıcı bir durum. Batı’nın kendi içerisindeki rekabet ne kadar derinleşirse, Türkiye o kadar rahat hareket edebilir. Merkel de Anglosakson ittifakına Türkiye’yi kaptırmamak için May’in arkasından Türkiye’ye geliyor. Anglo-Sakson Batı (ABD-İngiltere ikilisi) ile Kıta Avrupası (Almanya-Fransa) arasında yoğun bir güç mücadelesi söz konusu. “Denge Oyunu”nda ön plana çıkan dört aktör aynen şöyle: ABD, İngiltere, Almanya ve Rusya! Yani, yüz yıl öncesinin aktörleri bir kez daha devrede. Dolayısıyla Ankara’nın bu tehlikeli oyunu görmesi ve buna göre farklı bir denge politikası geliştirmesi kaçınılmaz. “Denge içerisinde denge” diyebileceğimiz bu politika geliştirilemediği takdirde, yüz yıl öncesi “değerli yalnızlığa/dışlanmışlığa” düşebiliriz. 

Saldırıların yanı sıra oynanan bu denge oyunlarının önlemi alınabiliyor mu?
Alıyor, alamıyor demek doğru olmaz. Türkiye’nin 27 Haziran’da başlattığı dış politikada normalleşme süreci bunun bir parçası. Çünkü Türkiye’nin denge politikası kaybolmak üzereydi. Türkiye yine Amerika’ya mahkûm hale getirilmeye çalışıldı. PYD-YPG tarafında gelişen hâdiseler Türkiye’yi daha da radikal bir karara itti. Dolayısıyla Türkiye hem 27 Haziran’da Rusya ile başlattığı denge politikası, hem de 24 Ağustos’ta Cerablus üzerinden sahaya inmesi Türkiye’yi aktif role itti. Yani Türkiye böylece dışarıya tepki vererek mücadele sürecine girdi. Öte yandan Türkiye kendi tarihî kodlarına yöneliyor; referandum da Türkiye’nin kendi tarihîne, özüne dönmesine yönelik bir arayıştır. Türkiye II. Dünya Savaşı sonrası kendisine dayatılan sistemi reddediyor.

Bizim yapmamız gereken, Türk İslâm dünyasının tarihine ve vizyonuna sahip çıkmaktır. Bize yüklenen bir misyon var ve bu misyona uygun hareket edilmediğinde, coğrafyamız güç mücadelesinin yaşandığı bir kan gölüne dönüşüyor. Bu güç boşluğuna son vermemiz gerekiyor. 

Yani Türkiye, İslâm dünyasının hamisi olmalı…
Olmak zorunda. Türkiye’nin çok kutuplu dünyada yer alması Türk İslâm dünyası adınadır. Bu böyle değerlendirilmeli. Sayın cumhurbaşkanının açıklamalarını da ben bu kapsamda önemsiyorum. Zaten Trump’ın açıklamalarına baktığımız zaman, görüyoruz ki o da sayın cumhurbaşkanımızın vurgu yaptığı şeylere dikkat çekiyor. ABD Soğuk Savaş’ın bütün artığı olan örgütleri tasfiye sürecine girmiş vaziyette. Yani Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve NATO. Bu da Türkiye’nin işini kolaylaştırıcı bir husustur.

Trump söyledikleriyle farklı bir dış politika seyredeceğini belirtiyor. Bunda muvaffak olabilir mi?
Şu an tamamen yeni bir şey inşa etmek istiyor. Eskileri revize ederek yenileşmeyi Bush ve Obama yönetimiyle görmüştük. Trump bu yüzden sıfırdan başlayarak daha radikal şekilde yeni döneme uygun, daha değişik yapılar inşa etmek istiyor.

Doğu Avrupa ülkelerine asker sevkiyatını artırdılar. Bunu niçin yapıyor?
Birincisi Avrasya kuşağını Rusya üzerinden kontrol altına almaya çalışıyorlar. Çünkü çevrelenmiş Rusya aslında çevrelenmiş Çin demektir. Bir diğer şey de ABD, Almanya’dan hayli rahatsız. O yüzden yeni bir Alman çıkışının önünü kesmeye çalışıyor. Avrupa’da artan Amerikan askerinin varlığı aynı zamanda Almanya’ya yöneliktir.

Almanya’ya bir tehdit...
Evet.

Astana görüşmeleri beklediğiniz gibi geçti mi?
Kesinlikle. Astana görüşmeleri Cenevre sürecini anlamsızlaştırdı ya da Cenevre sürecinin bir oyalama olduğunu tüm dünyaya ilan etti. Astana süreciyle birlikte Suriye’deki inisiyatif bölge güçlerine geçti. Astana süreci Büyük Ortadoğu projesini ve onun bölgedeki uzantılarını tasfiye etmeye yönelik bir adım ortaya attı. Amerika Birleşik Devletleri ya bu bölgedeki inisiyatiflerle oturup ortak uzlaşma gerçekleştirecek yahut da bu inisiyatiflerle çatışacak. Şu anki duruma bakıldığı zaman daha çok çatışma kokusu geliyor. Amerika’nın bu inisiyatifi bölmeye yönelik teşebbüsleri var. Rusya’ya yakınlaşmasını da İran’a karşı kullanıyor; Türkiye ile de yeni bir dönem arayışı söz konusu.

Suriye’de nasıl bir çözüm öngörüyorlar?
Amerika Astana’da çıkan tabloyu kabul etmedi. Dolayısıyla Suriye’de inisiyatifi ele alabilmek için PYD ve YPG’ye yükleniyor. Güvenli bir bölge açıklamasıyla da PYD-YPG’yi orada barındırmaya çalıştığını gösteriyor. Bir yandan da hızlı bir şekilde onları silahlandırıyorlar.  ABD, kalan PYD ve IŞİD mensuplarıyla bölgede bir şeyler yapmak isteyecektir.  O yüzden Türkiye-Rusya ve İran açısından önemli bir süreç söz konusudur.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.
Kolay gelsin.

Baran Dergisi 526. Sayı