Recep Garip kimdir?
1956 Tarsus doğumlu olan Recep Garip, 1976 yılında Yüksek İslâm Enstitüsü’ne girdi. Bu dönemlerde Yüksek İslâm Enstitülerine akademik hüviyet kazandırılması için yapılan boykotlar sebebiyle bir yıl uzaklaştırma cezası aldı, ardından Danıştay kararı ile okula geri döndü. 1980-1981’de mezun olduktan sonra bir müddet öğretmenlik yapan Recep Garip, sonraki süreçte belediyelerde kültür ve sosyal işler müdürlüğü yaptı. 2002-2007 yılları arasında ise AK Parti’nin Adana milletvekilliğini yaptı. Recep Garip’in kültür, sanat ve edebiyat ağırlıklı yayınlanmış 25 kitabı bulunuyor. Ayrıca ressam da olan Recep Garip’in iki kataloğu ve otuz kişisel sergisi var. Şair, yazar, ressam ve Sebilürreşad dergisinin yayın kurulu başkanı olan Recep Garip, evli ve dört çocuk babasıdır.
 
Gençliğinizde nasıl bir arayış içerisindeydiniz, aradığınız fikriyatı nerede buldunuz? Kısaca anlatabilir misiniz?
Ben Adana İmam Hatip Lisesi mezunuyum. Siyasal hareketlilikler, bu okulda okuduğum yıllarda, 1968-1969 yılları itibariyle başlamıştı. Biz bu hareketliliği 1972-1973’te fark etmeye başladık. O yıllarda MTTB ve Akıncılar Teşkilatı’na gidip gelmeye başlamıştım. Bu gidiş gelişlerimiz kendiliğinden gelişmeye başlamıştı. Belki İmam Hatipli olmanın, belki de Ahmet Garip hocanın evladı olmanın getirmiş olduğu bir sonuç icabı gerçekleşmişti. Tabi o süreçte Milli Görüş hareketinin de içinde bulunmuş olduk. 1974-75 yılında Adana İHLyi bitirdikten sonra İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde 1976’da girdiğim sınavla hak kazandım.

Necip Fazıl ve Büyük Doğu ile tanışmanız nasıl oldu?
1973-74’lü yıllarda Üstad Necip Fazıl Adana’ya konferans için misafir olmuştu. Ben o dönem MTTB’de aktiftim. İl MTTB başkanı Abdulmüttalip Bey tarafından bana Üstad’ı ve misafirleri karşılama görevi verildi. Üstad Adana’da bulunan bir düğün salonunda konferansını verecekti. Üstad’ın elini öpme fırsatı bulmuş olduk. Belki de İmam-Hatipli olmanın avantajıyla Büyük Doğu eserlerini okumaya başlamıştım. Büyük Doğu mecmuasından haberim vardı. Aynı yıllarda Sezai Karakoç’un Diriliş mecmuasından da haberim vardı. Her iki derginin düşünce ekseninde yol almaya başlamıştım. Lisede okuduğum yıllarda da arkadaşlarımla birlikte edebiyat dergisi çıkarmaya başlamıştım. 1976’da İstanbul’a geldikten sonra ise doğrudan Büyük Doğu yayınlarının merkezinin bulunduğu Cağaloğlu’na gitmiştim. Birkaç defa Büyük Doğu’yu ziyaret ettim. Üstad’ın orada da elini öptüm, muhabbet ettik. Daha sonra kendilerinden bir randevu talebinde bulundum. Kendisini evinde ziyaret etmek için. Bir Nisan veya Mayıs ayı olmalıydı. Erenköy’deki evinde bulunan bahçeli köşkünün kamelyasında ağırlamıştı. Orada kendisiyle 2 buçuk saat kadar sohbetimiz olmuştu.

İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda bir Gençlik Gecesi olmuştu. O geceyle ilgili anılarınız var mı?
Oraya sadece dinleyici olarak gelmiştim.

Sizin Yüksek İslâm Enstitüsü boykotlarında da bulunduğunuzu biliyoruz. Boykot öncesinde, sırasında ve sonrası olanlar hakkında bilgi ve görüşlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
İslâmî hareket içindeki arkadaşlarımızın üzerinde dağınıklık vardıO dönemlerde Anadolu yakasında aktif olmaya ihtiyaçvardıBizim Yüksek İslâm Enstitüsü’nde eyyamcı, sıradan, Demirel taraftarı öğrenci kitlesi fazlaydı. Biz ise daha dinamik bir yapı oluşturmak için gayret ediyorduk. Bir taraftan da Enstitü olmayı içimize sindiremediğimizden akademi olması yani fakülte olması veya ilahiyat fakültesi olması gibi düşünceler etrafında toplantılarımız oluyordu. O dönemin unsurlarından en önemlisi bizdeki pasifliğin giderilmesi anlamında YİE bünyesindeki gençliğin kendi arasında güçlendirmek, İslâmî harekete yön vermek amacımız da boykotumuzun önemli ivmelerindendi.

Siz boykot sürecinde “Adanalı Recep” namıyla biliniyordunuz. Öğrencilerin katılımı nasıldı?
Boykotun Kâzım Albayrak, Hüsnü Kılıç gibi önde gelen isimleri vardı. Hatta öğrenciler onlara lakap takmıştı, “Boykot Kâzım”, “Akademi Hüsnü” diye; ancak geniş bir katılım ve güzel bir dayanışma ruhu vardı öğrenciler arasında. 

O dönemi nasıl canlandırabilirsiniz?
O dönemin Talebe Federasyonu’nun başkanlığını Ali Mazak yapıyordu. Hasan Fehmi Ulus, Basri Özbay vardı. Bu arkadaşlarımız bizden birkaç yaş büyük olduğundan biraz daha temkinliydiler. Boykot faaliyetlerimize fazla rıza göstermiyorlardı. Belki de dernekçilik yaptıklarından bu tür işlerin başka türlü çözülmesinden yanaydılar. Biz ise, biraz daha hareket isteyen, açıkçası ortaya bir varlık koymak, İslâmî ve dinamik bir hareket ortaya çıkması için çabalıyorduk. Felsefî temellendirmelerimiz olsun diye düşünüyorduk. “Adanalı Recep Garip” biraz dobra bir adam. Fazla tavizden yana olmayan, duruşu olan, sert bir mizaca sahip. Boykotu başlattıktan sonra okulu boşalttıktan sonra öğrenci arkadaşları Valide Atik öğrenci yurduna götürmüştük. O süreçte bazı abiler en arkadan gidiyordu. Bu abiler kendi kendine mızırdanırken ben sesimi yükseltmiştim. “Bugün söz dinleme sırası sizde, sessizce yürüyeceksiniz, canımı sıkmayın benim...” gibi ifadeler kullandığımı hatırlıyorum. O anları zaman zaman hatırlatırım; gülüşürüz. O günkü hareketlilik içinde biz belki sekiz-on kişi, belki de o kadar yoktuk. Ama 1500 kişiyi yürütebilecek, yönlendirebilecek düşünce hareketliliğimiz vardı. Ehl-i Sünnet çizgimiz çok netti. Zaten Anadolu’dan gelen İmam Hatipliler olarak oradaki hocalarla zihniyet farklılığı nedeniyle sıkıntılar yaşandığına dair bilgi edinmiştik. O dönem Suudi Arabistan merkezli Vehhabilik hareketinin çok fazla reklamı yapılıyordu. Bu bilgilerden kaynaklı biraz tavrımız vardı. Büyük Doğu’dan aldığımız görüş ve inanışla dersler işlenirken hocalara sorduğumuz sorular oluyordu. Üstad Necip Fazıl’ın konuşmaları, yazıları elbette her birimize Büyük Doğu merkezli biraz daha vahiy merkezli bakarak aksiyon hareketi içinde olmamızı temin ediyordu. Belki o dönem bu kültür farklılığımız vardıYeni bir diyalektiği kendi içimizde geliştiriyorduk. Bir taraftan yürüyüşlerde, mitinglerden, duvar yazılamalarının ötesinde gece sabahlara kadar kitap okuyan yanlarımızı hocalarımız bilmiyordu. Bizim sıradan insanlar, okumaya değil kavga gürültü çıkarmaya çalışan delikanlılar olarak görüyorlardı. Lakabımızın “Adanalı” olması da tarzımız ve tavrımızdan kaynaklanıyordu. O dönem Adana’dan bir şalvar getirmiştim. Üsküdar’da şalvarla gezerken herkes bize bakardı; “Bu adamın giydiği ne böyle?”

Size de yakışıyormuş.
Eyvallah...
Talebe Federasyon Başkanı Ali Mazak akademileşme çıkmaza girerse boykot kararı aldıklarını ve destekleyeceklerini ifade etti. Federasyon da boykotu istiyordu herhalde fiili olarak resmî bir kuruluşun bu işin kanunla örtüşüp örtüşmeyeceği tereddüdündeydiler
Ben de aynı görüşteyim. Ali Mazak, Hasan Fehmi Ulus, Hasan Basri Özbay Ankara’ya gidip geliyorlardı. Özellikle Ankara, İzmir, Erzurum, Samsun, Konya YİE şubeleri vardı o dönem hatırladığım kadarıyla...

Yedi şehirde vardı.
Bu şehirlerdeki öğrencilerin de boykota katılmaları için epey emek vermiştik.

O dönem idareci ve siyasîlerden destek bulabildiniz mi?
O dönem Tayyar Altıkulaç Din Eğitimi Genel Müdürü idi. Biz federasyonla beraber Tayyar Altıkulaç’ı ziyarete gitmiştik. Boykotun nedenlerini anlatıp kendisinden siyasi çözüm noktasında yardım talebimiz olmuştu. Ancak o süreçte Tayyar Bey buna karşı çıkmıştı. Sanırım o dönemin TBMM’sinde bulunan siyasi partilerini de ziyaret etmiştik. O dönem rahmetli Ecevit vardı, rahmetli Erbakan, Süleyman Demirel de vardı.

Boykota karşı duran Altıkulaç dışında bir grup hocayla Nesil Vakfı da vardı. Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu gibi isimler de vardı. Neydi mesele?
O günkü yaşımla bunun cevabını vermem bugünkü yaşıma göre çok farklı. Bugünkü değerlendirecek olursam farklı baktığımı düşünebilirim. Onlar belli bir yaş ve ilmî terbiyeden geçmişlerdi. Belki zayi olmamızı, kaybolup gitmemize çok fazla rıza göstermiyorlar. Her ne kadar siyasi görüş farkı olsa da bu vatanın evlatlarının daha iyi, daha kaliteli yetişmesi, geleceğin yöneticilerinin bizim içimizden çıkacağını düşünüyorlardı belki... Belki bizi esirgeyip koruma adına tavır koyuyorlardı.

Bu cevabınız milletvekilliği yapmış bir siyasetçi yorumu oldu... Buna kesinlikle katılmıyorum. “Adanalı Recep” olarak yorumunuzu alabilir miyim?
Söyleyeyim; biz siyaseten önümüzde engeldi bu isimler. Her biri Millî Görüş’ün dışında ya Demirelci veya ülkücü, milliyetçi kesimdendiler. Hocaların geneline bakıldığı zaman, kapısını çalabildiğimiz iki veya üç hocamız vardı. Rahmetli profesör Dr. Osman Öztürk, rahmetli Nedim Urhan, Prof. Dr. Mehmet Maksutoğlu...

Ömer Çam hoca?
Evet, nur içinde yatsın. Belki bunların yanına koyabileceğimiz birkaç isim daha olabilir ama genelde hocaların tamamı, yöneticiler de dahil olmak üzere bizim o günkü mücadelemizi anlamıyorlardı; bize karşı tutumları vardı. Çünkü sistemden yana, pasiflikten yana tarz ve tavır içindeydiler. Biz ise yeryüzündeki bütün Müslüman mazlumların sözcüsü durumundaydık. Akıncılar’ın eylemlerinde bu tavır görülüyordu. İslâmcı hareketlerin içindeki dinamizmin temsil makamı Akıncılar’dı. Bu duruş onlar için büyük bir kayıptı. Çünkü onlar, “mazlum kalalım, ses çıkarmayalım, elimizdekini elimize, başımızdakini başımıza vursunlar hatta elimizdekini alsınlar...”  şeklinde düşünüyorlardı. “Şalvarlı Recep” o günkü aklıyla böyle düşünüyordu. O dönemin mücadelesine yansıyan muarızlıklar kesinlikle böyleydi.

Öğrenciler zarar görmesin düşüncesinin temelsiz olduğunu şu şekilde delillendirebiliriz; 55 gün temiz bir boykot oldu. Ardından derslere girilmeye devam edildi. Ardından beş kişiye “ceza” verildi. İdareciler talebeleri gerçekten düşünselerdi bu ceza verilmezdi. İki kişiye ömür boyu “eğitimden mahrumiyet” cezası verildi.
Bu isimler “Boykot Kâzım”, “Akademi Hüsnü” idi. Ben de okuldan tamamen atılmıştım, daha sonra Sultanahmet civarında bir arkadaşın tavsiyesiyle avukat buldum. Bizim şeriatçı olduğumuzu söylediğimiz bu avukat solcu bir avukattı. Avukatla dobra dobra konuşunca, “ben dedi sizin davanızı üstlenir ve sizi okula döndürürüm ama her biriniz için 5 bin liranızı alırım ama madem mert, yiğit adamlarsınız bu sisteme karşısınız, ben de karşıyım, sizden 3’er bin lira alırım” dediğini hatırlıyorum. Benim dışında dernek muhasibi Polat Aygün ve “Filistinli” lakaplı Eyüp Ali Uyar da ceza alanlar arasında vardı.

Akıncıların isim ve mânâ babası biliyorsunuz, Salih Mirzabeyoğlu idi ve o dönem Gölge Dergisi’ni çıkarıyordu. Boykotlarımıza hem fikrî ve fiilî önemli destekleri olmuştu. Mesela Gölge kadrosundan Kaya Balaban devamlı okulda nöbet tutardı belki hatırlarsınız?
Hatırlamaz olur muyum. Gölge’yi Kaya çıkarıyordu; takip ediyordum. Salih Mirzabeyoğlu o zaman yanlış hatırlamıyorsam bir elektrikçi dükkanına uğruyordu, ben de ziyaret ediyordum. Orada Salih ağabeyle sohbetlerimiz olmuştu. Nur içinde yatsın. Güzel bir kalemdi. Dinamik bir duruşu vardı. Söylemleri çok netti. Üstad Necip Fazıl’ın diyalektiğini gençliğe en iyi şekilde aktarabilen dostumuzdu. Sistem, bir şekilde onu da mahkûm etti. 12 Eylül’ün, 28 Şubat terörünün bedellerini ya bize çıkaracaklardı veya başkalarına... Bunların bir kısmını hep beraber yaşadık. Kaya’yı okulun öğrencisi zannederdi birçokları. Yalçın Turgut ağabeyin küçük kardeşiydi. Kaya ile dosttuk. Rahmetli Metin Yüksel ile de dosttuk. O da birkaç defa yanımıza gelmişti. Kaya bir öğrenci gibi bizimle beraberdi; “Çevik Kuvvet” polisleri okula her baskına gelip dinimize imanımıza küfrederek cop çekerlerdi. Biz de onlara karşılık verirdik. Orada çok dayak yedim. Bazı arkadaşlar bizi bırakıp kaçtı. İsim vermek istemem. Hatta bir masa ayağı bulup kendimizi savunuyorduk. Sağ bileğim, omuzum, belim mosmor olmuştu. Yakın bir eczaneye girdiğimde eczacı elini havaya kaldırmış, benim “terörist” olduğumu sanmıştı.  Durumumu izah ettim paramı uzattım ilaçlarımızı almıştım. O süreçte öncü olan Kaya ve Metin Yüksel vardı. Metin’i bir araca alıp epey darp ettiler. Polislerden biri Metin’i bırakmaları için silahını çekip “Bırakınadamı öldüreceksiniz!” demişti. Otobüste darp edilirken Metin Yüksel “ayete’l kürsî” okuyordu. Bu arbededen fırsat bulup Metin kaçmıştı. Sanayi mahallesinden dört şehidimiz vardı. Onları defnettikten sonra Mecidiyeköy son durağında otobüste tekbir getirince askerler girdi. Sırtımda parka olduğu için sopa yedim. Benzer olaylar yaşadık. 

Akıncılar’ın şehid cenazesi miydi? 
Evet, Sanayi Mahallesi’nde dört Akıncı şehidimizin cenazesine gitmiştik. Sanayi’ye gittik, definden sonra dönerken hâdise yaşandı. 

O dönem şehidlerden olan Mustafa Sevim, Salih Kaya, Gürsel Kabadayı ve hepsini rahmetle analım.
Akıncı kardeşlerimizdi onlar...

Boykotlar birlik beraberlik içerisinde yürüyordu, kenetlenme söz konusuydu dediniz. 
Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencileri içerisinde etkimiz büyüktü, arkadaşlarımız Millî Görüş ve Akıncılar mensubuydu. Hepsi İslâmcı hareketin içerisindeydi, en pasifinden en dinamiğine kadar arkadaşlar arasında koordinasyon vardı... Bugünün söylemiyle “FETÖ’cüler” ve eyyamcı tipler hareketin içerisinde yer edinmeye çalıştı, onlar zaten boykotu kırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı, bazı hocalarla beraber. Onlar sürekli Akıncılar’dan dayak da yiyordu zaten!

FETÖ’cüler uğursuz misyonunu o dönemde de icra ettiler galiba. Boykot kırmaya teşebbüs etmişlerdi, bu meseleden bahsedebilir misiniz? Nurettin Veren’in anılarında geçiyor, Fetullah Gülen bizzat okulun oraya gelmiş mesela.
Gelmiştir, biliyorsunuz İzmir’i Yüksek İslâm boykotuna dahil etmemek için çok uğraşmışlardı. O dönemde İzmir’deki Yüksek İslâm öğrencilerini boykot ettirmemek adına FETÖ’cü grup çok çalışmıştı. İstanbul’daki Yüksek İslâm Enstitüsü’nde çok olmasa da herhalde otuz-kırk kişi civarında da FETÖ’cü vardı.

Boykotu kırmaya geldiklerinde bu civarda idi. Bin kişi kadar da toplam öğrenci sayısı vardı. 
Bin 500 kişi diye kalmış benim hafızamda. Daha çok Yüksek İslâm’ın çevresinde var olan hâdiselerde koordinasyon sağlıyorduk. Erenköy, Kadıköy civarında etkiliydik; bu alanda Ömer Özdemir, Mehmet Sandıkçı, Akın Ergenekon ve ben vardım. O zamanki plânları da beraber yaptığımızı ifade edebilirim. Gündüz Ömer Özdemir, Kâzım Albayrak ve Özgür Kılıç ile de birçok kere istişare yaptığımızı hatırlıyorum. 

FETÖ’cülerin derse girme olayını hatırlıyor musunuz peki?
Onları dersten bir şekilde çıkarttığımızı hatırlıyorum ama derse nasıl girdiklerini özetleyebilecek kadar hâdiseyi hatırlamıyorum. 

Polisin öğrencilerle yaşanan çatışmalarını anlatmıştınız, Metin Yüksel’in de dahil olduğu. Mevzubahis olaylardan sonraki gün müdür darp edildi, boykotlar ikinci aşamaya geçmişti.
Eyvallah.

Sonra okul süresiz kapandı. Düzenbaz tiplerin “İslâm’da boykot yoktur!” şeklinde ifadeleri oldu. Mezunlar federasyonuyla bildiri yayınladılar; Ergun Göze’nin boykota aleyhtar yazıları ve saire... Bunları işbirlikçilerin çizgileriyle beraber göz önünde bulundurarak topluca değerlendirebilir misiniz?
Bunların hepsi Türkiye’deki ve dünyadaki İslâmî hareketin dinamizmine karşı muhalif duran Emperyal tiplerin yansımasıdır. “Boykotun İslâm’da yeri yoktur!” ifadesi gibi birtakım mesnedsiz sözler yanlış. Haklarımız elimizden alınmış idi. Kur’an’ın dinamizmi aynı zamanda bir hayat tarzıdır. İslâmın dinamizminize karşı pasif-sıradan, kapitalizmin boyunduruğu altında inim inim inleyen bir tipolojik yapı üretiyorlardı. Bizim bütün kıyamımız eyyamcılara, emperyalizme, kapitalizme karşıydı. Dinamik bir duruş ortaya koymuştuk. Onlar ise “Size tokat atılırsa diğer yanağınızı uzatın” diyordu. Akıncılar hareketi dünyadaki İslâmî hareket içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Misyonu dünya çapındadır amma ve lâkin Türkiye’deki İslâmî hareketi bizim başlamış olduğumuz çizgiyle anlatmak yerine Sebilürreşad, Sırat-ı Müstakîm’den, Büyük Doğu’dan, Diriliş’ten, düşünce iklimimizi de bu tarafa getirerek o dönemdeki İslâm dergisi, kadın ve aile dergilerini bu işin içine koyarak, Gölge’yi, Vesika’yı anmamız gerekir.

Boykotlar; yani o hareketlilik, öncesiyle ve sonrasıyla size ne kazandırdı?
Bu çok önemli bir soru. Önemsiyorum bu soruyu. Ben Adana İmam-Hatip’ten mezun olduğum dönemden itibaren, Akıncı Recep Garip’in İstanbul’a gelip, kendi ayakları üzerinde, bir grup arkadaşıyla birlikte böyle bir mücadele içerisinde, bir taraftan Afganistan cihadını, bir taraftan Bosna savaşını, bir taraftan Çeçenistan mücadelesini, bir taraftan Afrika’daki Eritre’yi, Moro’yudüşünecek kadar dünya Müslümanlarıyla en azından koordinasyon sağlayabilecek bir ortam oluşturma hayallerim, düşlerim vardıHedeflerimiz vardıBu hedeflerimizden hiç vazgeçmedik. Dolayısıyla benim Yüksek İslâmda vermiş olduğum mücadeleyi ve iki yıl gecikmeli de olsa en son şansımı kullanarak okulumdan mezun olduğumda, arkadaşlarım benden iki-üç yıl önce okulu bitirip gitmişlerdi. Benim Yüksek İslâmı bitirdikten sonra, askerlik ve öğretmenlik dönemlerim de dahil olmak üzere bugüne kadar vermiş olduğum mücadeledeki yazdığım bütün eserlerimi, verdiğim bütün konferanslarımı bizim bu mücadeledeki duruşumuzşekillendirmiştir. Bugün olduğum noktayıo günkü mücadelemize borçlu olduğumu ifade edebilirim

Bazıları mücadele çizgisini sürdüremiyor, sonra da işi olgunluğa veriyor.
Biz o gün gençtik ve ben o gün yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Bugüne kadar da asla pişmanlık duymadım. Bugün olsa, yine aynı dostlarımla aynı safta durur, aynı tavrı sergiler, aynı kavgayı, aynı mücadeleyi veririm. 

Bu yapılan işlerin büyükler tarafından takdir görmesi hem teşvik edici hem de moral verici bir unsur oluyor. Bu hususta bir şey nakledeceğim. Salih Mirzabeyoğlu, Akıncı Güç kadrosu olarak Üstad’ı, Erenköy Köşkü’nde ziyaret ediyor. Orada Ergün Göze de var. Üstad’ın da huzurunda, Üstad’ı da hakem tutarak Ergün Göze’nin Yüksek İslâm boykotları aleyhinde yazdıkları soruluyor. Üstad buna mülaki olunca, “Öyle mi? Bu gençler doğru mu söylüyor? Sen boykotların aleyhinde yazı mı yazdın?” diye çıkışıyor. Ondan sonra Ergün Göze kem-küm etmeye başlıyor.
Allah rahmet eylesin Üstadımıza... Üstadımızı hayırla yâd ediyoruz. Ülkemiz ondan çok şey öğrendi. Biz ahirete irtihal eden insanları hayırla anarız. Çünkü Kur’an’dan ve Peygamber Efendimiz’den öyle öğreniyoruz. Onların kusurlarını açığa çıkarıp, ortaya dökmek yerine, iyiliklerini ve güzelliklerini ortaya çıkarmakla memur olduğumuzu düşünüyorum. O, Türkiye için, Müslümanlar için çok şey yaptı. Biz onu bu zamana kadar hep rahmetle ve minnetle andık. İnşallah bizim evlatlarımız da bu şekilde anmaya devam ederler.

Bir şey daha ilave edeyim. Önceki sayılarda BARAN’da yayınlanan mülakatında Federasyon Başkanı Ali Mazak anlattı, konferans için Üstad Necip Fazıla ziyareti esnasında boykot mevzularını da biraz konuşmuşlar. Üstad, Ali Mazak’a demiş ki: “Siz bunu partinin güdümünde mi yapıyorsunuz?”, Ali Mazak da “Yok, bizim gençlik olarak isteklerimiz var, taleplerimiz için bunu yapıyoruz. Bir aksiyon çizgisi bu.” demiş, Üstad da “Tamam. Getir boykotlarla ilgili bilgileri, ben yazı yazayım.” demiş. Bunu da ilave edeyim. Ali Bey’de götürmemiş galiba, “Üstad’a o kadar da zahmet vermeyelim” diye düşünmüş. O zamandan beri Üstad mevzuya mülaki... 
Üstad aksiyon adamıdırPısırıkkorkakürkek, mıymıntı adamları sevmez. Neme lazımcı insanlardan asla hoşlanmaz. Tavır adamıdır. Tarzı vardır. Duruşu vardır. Bunun için de kendisinden beslenmiş olan kültür adamları, edebiyat adamları, şairler de; Sezai Karakoç, Nuri Pakdil ve Mavera ekibinin hepsi bu duruşu Üstad Necip Fazıl’dan almışlardır diye düşünüyorum. 

Gölge Dergisi’nin peşinden 1979’da Salih Mirzabeyoğlu öncülüğünde Akıncı Güç çıktı. Ondan da bahsedebilir misiniz?
Bir grup Millî Türk Talebe Birliği’nden arkadaş Akıncı Güç’e olumsuz olarak baktı. Ben buna katılmadığımı söylemeliyim. Çünkü Akıncı Güç, Akıncılar’ın aksiyoner tarafını kendilerine doğru çekerek farklı yöne doğru yol aldı. Tesirliydi.

MTTB zaten eskisi gibi değildi, pasifist bir çizgiye doğru kaymıştı. 
MTTB’nin pasif duruşunu tahlil ettiği için Akıncı hareketi başlamıştı. Akıncı hareketini de “pasifist” diye niteleyen içimizdeki bir grup arkadaş Akıncı Güç’ü başlattığında bir süre sonra bu bölünmenin doğru olmadığı konusunda kanaate sahiptim. Akıncılar yapması gerekeni yapıyordu, çünkü Türkiye’deki mücadelenin top-tüfek, kavga-gürültüden ziyade fikrî yönle devam edeceğini düşünüyorduk. Her birimizin fikrî yapısı, Kur’an’a sünnet merkezli bakışımız vardı. Hem Türkiye’deki hem de dışarıdaki ilim-irfan sahiplerini okuyarak kendimizi geliştiriyorduk. Bunlardan en önemlisi Türkiye’den Üstad Necip Fazıl yâni Büyük Doğu’ydu! 

Salih Mirzabeyoğlu da Üstad’ın çizgisini benimseyerek zuhur etti, bir kütüphane çapında eser bıraktı. 
Salih Mirzabeyoğlu elbette ki, Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunu diyalektik olarak en iyi anlatan kalemimizdir! Nur içinde yatsın... 1980 öncesi, 1979’larda Aydınlık Savaçıları Moro Destanı’nı hatırlıyorum.  “Sen oradan kıracaksın zinciri ben buradan! Herşey aydınlığa çıkmak için” mısraları... O zamanın gençliği şiirlerini ezbere okurdu rahmetlinin... Daha sonradan yazdığı şiirlerin de çok daha dinamik olduğunu ifade edebiliriz. Bunların üzerine çok ciddi tahliller yapılabilir. 

Fikrî derinliği olan şiirler-eserler...
Salih Mirzabeyoğlu felsefî, fikrî derinliği olan, Üstad Necip Fazıl’ın ortaya koymak istediği alanlardaki boşlukları gören, ayrıntılı bir şekilde diyalektikle ortaya koyan bir fikir ve aksiyon adamı idi. Çok yan yana söylenmez ama “felsefenin babası Aristo” derler, Aristo’nun felsefesini, diyalektiğini sistematik hâle getiren Farabîdir. Eğer Farabî olmasaydı, felsefenin bugünkü sistematik gelişimi sağlanmış olmazdı. Süreç başka şekilde ilerler, belki yine de sistemleşebilirdi ama bunu da söylemiş olalım. Başka bir misalle de ifade edeyim, çok kıymetli bir altın madeninden çıkan şeyleri alın bir şeyin üzerine koyun... Elmasları insanlara gösterin, ona sadece bir “taş” olarak bakın, işte o zaman elmas basit bir taş parçasından ibarettir, hiç kimse için bir mânâsı yoktur! Felsefeyi Aristo masanın üzerine koymuş, terazide tartmış, incelemiş, hayatın içerisine geçirebilmiştir. Ama onu tesbih taneleri kadar nizami hâle getirip düzenleyen Farabî’dir. Şimdi bu misali hatırlayarak meseleyi geriye dönerek toplayalımÜstad Necip FazılİdeolocyaÖrgüsü eseri için ne diyorduBu eser, benim bütün varlığımvücut hikmetim, her şeyim… Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldımŞiirlerim de, piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım ‘müştemilât’dan başka bir şey değil…” İdeolocya Örgüsü’nün gençler, akıncılar ve münevverler tarafından yeterince tahlil edilmediğini düşünüyorum. Ama İdeolocya Örgüsünümisalimizdeki gibi masanın üzerine koyan, tahlil eden, tesbih taneleri gibi dizen, diyalektik hâlde değerlendiren şahsiyet Salih Mirzabeyoğlu’dur. Biraz önceki misalimizi de bunu ifade edebilmek adına verdim.

İdeolocya Örgüsü neden münevverler tarafından yeterince tartışılmadı? Yüzde yüz yerli, bu topraklarda yeşermiş bir değer... 
Üstad Necip Fazılın düşüncesi de Nurettin Topçunun düşüncesi de ve hatta Sezai Karakoç’un “Diriliş”i de Türkiye’nin münevverleri tarafından yeterince anlaşılmadı; anlaşılması için çok fırsat da verilmedi. Bunun üzerine uzun uzun tahlil yapmak icap eder. 

İslâmcı cenah İdeolocya Örgü- tahlil edipüzerine çalışmalar yaptı ?
Burada sıkıntı şu, İslâmcı gençlik, siyasî ve sosyal hareketlilik içerisinde edebiyat, şiir, felsefe ve diyalektikle, irfan ve ilimle yeterli derecede meşgul olabilmiş değildir. Meseleyi şu noktaya çekmek istiyorum müsaadenizle: Türkiye’deki İslâmî hareketin dünyadaki İslâmî hareketle bir paralellik hâlde olduğunu, dünyadaki İslâmî hareketin öncülüğünün Türkiye’de olduğunu, 1978 Akıncı hareketiyle de bu hareketin taçlandığını söylemeliyim. Akıncı hareketin içerisinde var olmuş, kendisini yetiştirmiş, nice kalemler, soylu dostlarımızın anıları not alındığı yerlerde kaldı. Kimisi kayboldu... Bu taçlanan kritik dönemin tiyatrosu oynanmadı, romanı yazılmadı, felsefî temeli oluşturulmadı, sinemaya aktarılamadı azizim... Eğer Türkiye’de bir yenilenmeden bahsedilip, dirilişten söz edilecekse, bunun sanatı ortaya koyulmalı. Edebiyat, tiyatro, musiki hayatın bütün alanlarında var. Bu alanları dolduramadık. Çok ciddi imkânlara sahip olunmasına rağmen, vakıflar, STK’ların hiçbirisi o sürece el atmış değildir. 

Muhakkak, bu sahaları boş bırakırsak, başkaları doldurur. Öyle de oldu.
Dostum, bu alanı Recep Garip on beş yıldır söylüyor. Sineması yapılmadı, şiiri yazılmadı, tiyatrosu oynanmadı, yarışmalar yapılmadı. STK’larımızın kaç tanesi idealist bir gelecek hülyası içinde? Kapitalizmin rehaveti içerisindeler. Zehirli sarmaşıklar olur, bir ağacı sarar hani. Zehirli sarmaşık bir selvi ağacını sekiz-on gün içerisinde kurutur. Dolayısıyla İslâmî hareketin geçmişteki bu birikimi yeniden bir teşekkülle, yeni bir evreye aktarılmalıBunu da söylemiş olalım.

Teşekkür ederiz.
Rica ederim. Bütün okuyucularımıza hayırlı okumalar diliyorum.

Baran Dergisi 671. Sayı