Lozan’da gizli pazarlıklar, anlaşmalar yapıldı mı?
Sosyal medyada da çok dolaşan bir iddia var, “Lozan’da 100 senelik bir anlaşma yapıldı.” diye. Böyle bir şey gerçekten olmuş olsa bile, ki ben bu kanaatte değilim, bunun ispatlanabilmesi, bugünkü uluslararası siyasî şartlarda imkânsız. Ortada belge yok! Spekülasyonlar ile tarih olmaz. Dolayısıyla burada ihtiyatlı gitmekte fayda var… Ama bu, Lozan’da “resmi tarih”i rahatsız edici nitelikte hiçbir şey olmadığı anlamına da gelmiyor. 

Biz de sizle aynı kanaatteyiz. Lozan’da aslında neler oldu? 
 “Rauf Orbay’ın Hatıraları”nda üstü kapalı bir şekilde “Lozan’da birtakım dolaplar döndü” şeklinde ifadeler var. Bu, Lozan’da gizli ve hainâne bir şeylerin döndüğüne dair ciddi dayanak. Çünkü Rauf Orbay’ın ideolojik olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin “kurucu babaları”yla pek fazla görüş ayrılığı yok! Deseler ki, bu da “İslâmcıdır, iftiradır”, böyle bir şey söz konusu değil. Orbay’ın ideolojik kimliği ortada, son tahlilde moderniteden yana bir Batıcıdır. Daha mühim olanı, Lozan görüşmelerinin devam ettiği tarihte Rauf Orbay başbakan idi. Devletin üst düzey “sırları”nı bilme yetkisi olan en önemli üç-beş kişiden birisi. Rauf Orbay’ın Hatıraları’nda yer alan imâlarla ilgili –ilk dile getirilişi 1960’lardadır- bugüne kadar resmî tarih cenahından ciddi denilebilecek hiçbir karşı açıklama, te’vil, izah gelmemiştir, geçiştirmişlerdir. Bir diğer husus, Haim Nahum’un Lozan’daki rolü… Hâlâ net olarak anlaşılabilmiş değil. Şunu biliyoruz ki, Haim Nahum Osmanlı’nın son başhahamı... Sonra Cemal Abdünnasır kendisini Mısır’da görevden alana kadar orada başhahamlık yaptı. Oğlu Bernar Nahum, Koç Holding’in üst düzey yöneticilerinden biri. Haim Nahum, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, İstiklâl Harbi yıllarında Ankara’daki bazı üst düzey kişiler adına Avrupa’da çeşitli akçalı işler takip etmiş bir isim. Rothschildlerle irtibatta olduğuna dair birtakım ispatlanamamış iddialar dolanıyor. Böyle bir ismin Lozan’da ne işi vardı? Buna en net cevap veren Rıza Nur’un Hatıratı’dır. Rıza Nur, hatıratında “Haim Nahum, Türkiye’yi ve Türk menfaatlerini satmak için Lozan’a geldi, burada son derece karanlık işler yaptı” diyor açık açık. Resmî tarih ise, Haim Nahum’un Lozan’da ne iş yaptığına dair tatminkâr bir şey söyleyemiyor!.. 

İşin en yaygın-popüler kısmına gelirsek… Lozan’da Hilafet’in kaldırılması, kanunların lâikleştirilmesine dair söz verildi. Bunlar kesinlikle doğru... Bunun için de gizli bir belge aramaya gerek yok, durum apaçık ortadadır. Lozan tutanakları dikkatli okunduğu zaman görülecektir, bu iki konu da o tutanaklara geçmiştir. Yani Lozan’ın “gizli boyutu”nu bir kenara bırakın, tutanaklarda resmî olarak bu konular geçmiştir. Mesela adlî kapitülasyonların kaldırılmasıyla ilgili, İtalyan Delegesi Montagna’nın başkanlığını yaptığı komisyonda bizimkilere, “şeriat kanunlarıyla idare ediliyorsunuz, halbuki biz kendi tüccarlarımızın, Türkiye’deki tebaamızın bu bize göre “ilkel” kanunlarla yargılanmasını istemiyoruz. Dolayısıyla adlî kapitülasyonların devam etmesi lâzım” diyerek baskı yapıyorlar. Bu söylediklerim resmî tutanaklara geçmiş ifadeler! Türk tarafı ise buna cevap olarak diyor ki: “Çok ısrar etmeyin! Biz zaten bu kanunları kaldırıp tamamen Batı-Avrupa kanunlarını getireceğiz!” Yani, bir komplo teorisi havasında “gecenin birinde, bir otelin gizli odasında, Türkiye’de Şeriat Hukuku’nun Batılı kanunlarla değiştirilmesine dair böyle hainane söz verildi” dememize gerek yok. Bu iş, açık açık resmî toplantılar sırasında yapıldı!
Söylediklerimize kısaca, Musul’un terki konusunu da ilave edebiliriz. Ayrıca başlangıçta Lord Curzon’un asıl görüşmelerin heyetler halinde gündüz değil de, kulis faaliyeti biçiminde geceleri otel odalarında yürütülmesinin daha verimli olacağı teklifi dahi tek başına şüphe çekici bir mesele.

Hilâfet ile Lozan arasında nasıl bir alâka var?
Hilafet’in ilga edilmesiyle İngiliz Parlamentosu’nun Lozan’ı tasdik etmesi arasındaki ilişkiyle alâkalı... İngiliz Parlamentosu, Lozan’ı tasdik etmek için, 1924’e kadar bekliyor. Bir buçuk sene kadar, 3 Mart 1924’te Hilafet ilga ediliyor, İngilizler de Lozan’ı 10 Nisan’da tasdik ediyor. 

Tek Parti dönemiyle ilgili ilginç, önemli ve pek bilinmeyen bir diğer mesele ise Rum ve Ermeni mallarının, yani tarihteki adıyla “Emval-i Metruke”nin başlarına gelenler. Ne oldu onlara?
Üst düzey siyasî şahsiyetlere ve hususiyetle “belli birisine” bu malların, yani emval-i metrukenin en yağlı kısmı veriliyor. Geriye kalan da o şehrin eşrafı/mütegallibesi arasında paylaştırılıyor. Otomatikman bu paylaşıma hiç kimse itiraz edemez hâle geliyor. O dönemde yaygın olan taktik bu. Mesela Yaşar Kemal romanlarında üstü kapalı olarak bu temayı işlemiştir, Çukurova’da yapılan yağmalar bağlamında…

Bu dönemde Türkiye’de gerçekte nelerin yaşandığı noktasında ne yazık ki yerli kaynaklar son derece suskun; yurtdışı kaynaklarda durum nasıl?
Sözünü ettiğimiz döneme ait, büyük Batılı devletlerin basın arşivleri keşke taranabilse! Ben tesadüfi olarak çok sansasyonel bilgiler olduğunu tespit ettim. Örnek veriyorum; 1924’de bir Kanada gazetesinde bir haber: “Cumhurbaşkanı M. Kemal Paşa’ya suikast yapıldı, eşi Latife hanım hafif yaralandı” şeklinde, yani o sırada Türkiye’de yaşanmış olan bir olayla ilgili detaylar var. Fakat bahsettiğim gazetedeki haberin detayları Türkiye’de ne o gün, ne de daha sonra meydana çıkmadı. Mesela, üst düzey siyasî zevatın, özel hayatlarıyla ilgili, cinsel konulara varıncaya kadar bir sürü haberler çıkıyor. Sonra mahkemelik oluyorlar, devlet başkanları arasında resmî özür mektupları gönderiliyor: “Bizim gazetemizde çıkan bu tür haberlerden ötürü özür dileriz” diyorlar. Bunların bir kısmı, bugün için bile gündeme gelemez zaten. Çünkü kesin içeri girersiniz.

Peki, dile getirilmesi daha az sakıncalı olabilecek türden bir örnek verebilir misiniz?
Mesela Mareşal Fevzi Çakmak’ın Cumhuriyet dönemine ait günlükleri kayıp... Şu hususu yakın zamanda tespit ettim: 1930’larda Japon istihbaratı ile Sovyetler’e karşı Türkiye Genelkurmayı’nın özel bağlantısı var, özellikle de Mareşal Fevzi Çakmak’ın... Yani bir Turan devleti kurmaya yönelik, Japonlarla birlikte Sovyetler’e saldırıp, Sovyetleri paylaşmaya yönelik birtakım işaretler. Tabiî bu ütopik bir proje, fakat tarihçilerin bile hala farkında olamadığı bir dosya. 

Peki bunlar devlet arşivlerinde yok mu?
Vardır, fazlasıyla hem de…

Nerede bu arşivler?
Bu arşivlerin bir kısmı Genelkurmay’dadır, bir kısmı Cumhurbaşkanlığı Arşivleri’ndeydi. 

“Nerede bu arşivler?” sualinden kastımız da bu aslında. (Faruk Hanedar, Baran Dergisi’nin “Cumhurbaşkanlığı Arşivleri Açılsın! 1922-1938 döneminde ne olup bittiği ortaya dökülsün” manşetli 619. sayısının kapağını gösteriyor.)
Bu sayınızda bana da katkı yapacak şeyler vardır... Kenan Evren bir Pazar günü, Çankaya’nın bahçesine söz konusu arşivi çıkartıyor ve kendi gözetiminde arşivdeki belgelerin bir kısmını yaktırıyor. Daha sonraki senelerde bu olay gündeme getirildiğinde de, tasdik ediyor böyle bir şey yaptığını. Gazeteciler sorunca, savunması da aynen şöyle, “Atatürk’ün hiç kimseyi ilgilendirmeyen, özel-mahrem hayatına ait ‘lüzumsuz’ şeylerdi onlar” diyor. Bu aslında onun akıl ve anlayış düzeyini ispat eden bir cümledir… Oradan Genelkurmay’ın ATASE arşivine gönderilmiş olan belgeler de var, sanıyorum onlar biraz daha siyasî nitelikli şeylerdir. O “hiç kimseyi ilgilendirmeyen mahrem şeyler” dediği de, ağırlıklı olarak cinsel konularla ilgilidir. Çok belge yaktırılmış... Atatürk öldükten sonra imha edilen dosyalar da var. İsmet İnönü’nün Hatıraları’nın ikinci cildinde İsmet Paşa’nın belgelerle alâkalı bir savunma yaptığını görüyoruz mesela...

Daha başka?
Örneğin, Mustafa Kemal’in ölümüyle ilgili çok ciddi “sırlar” var. Bunlar iki kısma ayrılıyor. Birinci kısım, “kasten yanlış ilaç verildi, zehirlendi” gibi iddialar. Fakat bu iddiaların, en azından şimdilik, somut ve ciddi bir kaynağı/dayanağı yok. İkinci kısım ise, Atatürk’ün ölümünün sansasyonel boyutudur. Bu, tamamen ayrı bir dosyadır. Atatürk’ün tedavisinde yer alan üç doktordan bir tanesi, bir ay kadar sonra yeni Cumhurbaşkanı İnönü’ye: “Paşam psikolojik olarak çok yıprandım, bir Avrupa seyahatine gitmek istiyorum” diyor, 1938’in sonlarında… İnönü de ona: “Ağzını sıkı tutmak şartıyla gidebilirsin” diyor. Bugünkü Mim Kemal Öke’nin dedesi Mim Kemal Öke zamanın meşhur doktoru, Türkiye’nin 33. dereceden masonlarından... Atatürk’ün tedavisinde rol almış. Dede Öke’nin 1940’ların sonlarında Heybeli ya da Büyükada’daki köşkü, iki sefer hırsızlık süsü verilerek o zamanki Millî Emniyet ajanları tarafından elden geçiriliyor. Hatıra defterleri, belgeler ve saire toplanıyor. 

Mim Kemal Öke’nin mi?
Tabiî. Mesela Nihat Reşat Belger isminde ordinaryüs profesör titri olan bir tıp doktoru var. Resmî müdavi doktorlardan, tedavide bizzat yer alan birisi yani. Rahmetli Menderes’in 1950’de birinci kabinesinde kısa süre de olsa Sağlık Bakanlığı yapmış, meşhur bir isim... Bu ordinaryüsün İngiliz istihbaratında görevli olduğu Rıfat Bali’nin bir kitabında resmî belgeyle ifşa edilmiştir. Reşat Belger, resmî belgeyle ispatlı bir İngiliz ajanı! 1970’lerde Atatürk’ün hastalığı ve ölümüyle ilgili kitap hazırlayan başka birisi, Sağlık Bakanlığı’na müracaat ediyor: “Bana arşivi açın, bu konuda çalışmak istiyorum” diyor. Sağlık Bakanlığı, “Atatürk’ün hastalığı ve vefatıyla ilgili arşivimizde hiçbir belge bulunamamıştır” diye cevap veriyor. Hastalık sürecinde Dolmabahçe’de Atatürk’ün yüzlerce fotoğrafını çekmiş bulunan bir şahsın 1970’lerde arşivi yanıyor. Bunların hepsini bir araya getirip baktığınızda, tesadüfe mâl edemeyeceğiniz şekilde hâdiseler yaşanmıştır. Doğrudan bu işte önemli rol almış herkesin ya kulağı çekilmiş, ya arşivi yakılmış yahut da evine “hırsız” girmiş. Bir şekilde elekten geçirilmişler. 

Tek Parti döneminin sırları arasında toplumsal nitelikli olan neler var dersek, aklınıza önce ne gelir?
Mesela Zonguldak’ta köle işçileri mevzuu vardır. Batı Karadeniz civarlarından köylüler zorla, maden işçisi olarak jandarma eşliğinde götürülüyor, Zonguldak kömür madenlerinde çalıştırılıyor. Ölüm oranı hat safhada, hiçbir güvence yok!.. Verilen yemeklerde bile… Hayvan yemi olarak kullanılması gereken baklalarla işçiler için yemek pişiriliyor. Bir-iki tur giden, madenlerde ölüyor. Köylüler dağa kaçıyor madende çalışmamak için. Jandarma ceza olarak bazı olaylarda köylülerin karılarına tecavüz ediyor. Okuyunca insanın inanası gelmiyor!.. Bu başlı başına bir dosyadır. Devam eden akisleri de var. Yapı Kredi Yayınları’ndan Cemil Koçak iki ciltlik bir eseri yayına hazırladı: 27 Mayıs dönemine ait Bakanlar Kurulu tutanakları... Zonguldak hâdisesinden yirmi sene sonra yayınlandı bu tutanaklar. O uygulama çoktan gündemden kalkmıştı. Zonguldak hâdisesiyle alâkalı iki bakan arasında bir konuşma geçiyor. Darbe lideri ve devlet başkanı Cemal Gürsel de orada, “bunlar zaten karılarını satan insanlar” deniliyor. Bir kişi de “arkadaş sen ne diyorsun?” diye itirazda bulunmuyor. 

Türkiye’de arşivlerin akıbetini söyledik. Peki ya İngilizler arşivlerini açarsa ne olacak, Lozan vesair meselelerdeki pislikler ortaya saçılmayacak mı? Bunu da düşünemiyorlar mı?
İngiliz arşivleri hâlihazırda Türkiye-İngiltere arasındaki siyasî ilişkilerin gereği olarak kapalı tutuluyor. Bu ilişkiler ilerde bir şekilde radikal bir değişim yaşarsa ve arşivler eksiksiz, sansürsüz bir şekilde açılırsa asıl bomba o zaman patlar. 

Fakat İngiltere’ye kadar gitmek de şart değil! Türkiye’de açık satılan pek çok yayın var ki satır aralarına dikkat edilirse çarpıcı şeyler öğrenilebilir. Mesela Muammer Bey’in, yani Latife Hanım’ın babasının Atatürk’e mektupları var. Boşandıktan sonra gönderilen mektuplar bunlar. 1925’te ayrılmıştır Latife Hanım ve Atatürk. Mektuplar ise hiç de boşanmış bir kız babasının eski damadına göndereceği cinsten şeyler değil! Canım-balım tadında… Son mektuplarda biraz bu durum değişiyor ve Muammer bey Atatürk’ü tehdit etmeye başlıyor. Şöyle bir söylemi var, Atatürk’ün eski yaveri ve çok yakın arkadaşı olan Salih Bozok’a hitaben yazılmış ama gerçek muhatap, bizzat Atatürk’ün kendisi. Muammer Bey diyor ki, “herkesi zengin ettiniz, bir tek bizi görmüyorsunuz!” Devletten rantiye istiyor yani; diyor ki “Benim sizden istediğim akçeli işler verilmezse, ben yapacağımı bilirim, her şeyi ortaya dökerim.” Neyi kastediyor? Onu bilemiyoruz ya da bilsek, en azından tahmin etsek bile, söyleyemiyoruz. Neyse, sadede dönersek… Hatta bazı kitaplarda bu mektupların orijinal fotokopileri de mevcut. Hem de Kemalist yayınlarda mevcut. Örneğin, S. Eris Ülger’in “Latife-Gazi Mustafa Kemal” kitabının eklerine bakılabilir. Fakat bunları ele alıp, tarihsel önemini vurgulayarak değerlendiren kimse yok. 

Mesela bir diğer, son derece çarpıcı dosya da Mustafa Kemal’in serveti hakkında. Mustafa Kemal döneminde Türkiye’nin emisyon hacmi 167 milyon lira, yani piyasadaki toplam kağıt para tutarı bu kadar. Mustafa Kemal’in ise sadece İş Bankası’ndaki hesabında 1 milyon 600 küsur bin lira mevcut, yani sadece bir hesabında, Türkiye’nin emisyon hacminin yüzde birine sahip. 1937 Eylül’ünde hazineye devredilmiş mallarının yekûn tutarı ki, sadece toprak kısmı 155 bin dönüm! Araştırma yaptım ve o tarihten beridir Türkiye’de 155 bin dönümlük kadar arazisi olan sadece bir kişi tesbit edebildim. Yani o tarihte Mustafa Kemal, Türkiye’nin ikinci büyük toprak ağası... Mesela, Makbule Hanım ki Atatürk’ün kız kardeşidir, diyor ki “Benim abimin toplam serveti 10 milyon lira civarındadır.” 1939 senesinde hükümet bütçesi 250 milyon lira, buna kıyasla tablonun korkunçluğunu görebilirsiniz. Ve biz bu bilgileri Atatürk’ün yakınlarının beyanlarından öğreniyoruz. Rıza Nur gibi bir adam demiş olsa belki hasetten demiştir diye aklımızdan geçebilir; fakat kardeşi söylüyor bunları. 

Bir tek hesapta 1 milyon 600 bin lira bilgisinin kaynağı ne? Bunu bilen kaç tane Atatürkçü vardır, merak ederim? Cumhurbaşkanı Atatürk’ün ölünceye kadar genel sekreterliğini yapan Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarında geçiyor. Kitap, Yapı Kredi Yayınları’ndan. 155 bin dönümlük araziyi nerden çıkardım? Meclis Müzakere Zabıtları’ndan... Devletin resmi yayını, “Ayın Tarihi” dergisinin Ekim 1937 tarihli sayısında da aynen çıkmış. Yoruma bile gerek yok, buyurun. İnönü bununla ilgili zabıtlara geçen Meclis konuşmasında aynen şu cümleyi kullanıyor; “Tamamı kendi emeği sayesinde elde edilmiş maldır”. Bunun yorumunu da okuyucu yapsın!

Bir diğer dosya; 1948’de ilk Filistin harbinde Araplara silah satışı yapan Nuri Killigil’in Sütlüce’deki silah fabrikası havaya uçuruluyor ve o dönem hiçbir tahkikata uğramadan üstü örtülüyor bu olayın. Uğur Mumcu bile Nuri Killigil’in ölümünde Yahudilerin parmağının olabileceğini söylüyor.

Bu sabotaj kim tarafından gerçekleştirilmiş belli mi?
Büyük ihtimalle Mossad... Fakat onların yerli işbirlikçileri var; çünkü devlet olayın üzerine gitmiyor. Ondan önce de Nuri Killigil defalarca tehdit ediliyor, “İsrail düşmanlarına silah satmayacaksın” diye. Uğur Mumcu bile olaya bu şekilde bakıyor. Ezer Veizmann ki,1939 senesinde uluslararası siyonizmin başıdır, İsmet İnönü ile gayrı resmi olarak birkaç defa görüşüyor, tabii içeriğini bilemiyoruz bu görüşmelerin… Hemen arkasından da İkinci Dünya Savaşı başlayacak malumunuz. 

Daha başka ne gibi dosyalar var, sizce ilginç olan?
O döneme ait, Erzincan depremine dışarıdan gönderilen maddî yardımların yağmalanması ve iç edilmesi gibi meseleler de var. 

Mustafa Kemal ile General Townshend’in Büyük Taarruz’dan bir ay evvel 1922 Temmuz’da bir görüşmesi oluyor. Konya Aksaray’da bu görüşmenin olduğu biliniyor. Townshend, Kut’ul Amare’de Osmanlı’nın esir aldığı İngiliz komutanıdır. I. Dünya Harbi’ni İstanbul’da bir köşkte esir olarak geçiriyor ve sonra serbest kalıyor. Ondan sonra Mustafa Kemal ile sürekli irtibatı var. Bu irtibatın ticari boyutu da var. Bu ilişkiyi düzenleyen kişi de Haim Nahum’dur. “Yunanlıları denize döktük” dediğimiz Büyük Taarruz’dan iki ay önce yapılan bu görüşmenin içeriği ile alâkalı hiçbir yerde hiçbir bilgi yok.

İstiklal Harbi’nde Türk ordusunun İzmir’e giriş tarihi 9 Eylül’dür. Urla ve Çeşme’de Yunan ordusunun İngiliz ve Yunan gemilerine elini kolunu sallaya sallaya binip Türkiye’yi terk etmeleri 19 Eylül’e kadar devam ediyor. Geri çekilen Yunan birliklerine dokunulmuyor ve onların rahat bir şekilde Anadolu’yu terk etmelerine göz yumuluyor. Aynı şey Marmara’da, Mudanya’da da gerçekleşiyor. Yunan askerlerinden esir aldıklarımız 15 bin civarındayken, resmi belgelere göre Anadolu’daki işgalci Yunan askeri sayısı ise 200 binin üzerinde! Yani biz güya Yunan’ı denize dökmüşüz!

Mesela İstiklal Harbi’nde Manda olayı var üzerinde durulması gereken; General Harbord başkanlığında Amerika’dan bir heyet geliyor. Mustafa Kemal ile Sivas Kongresi zamanlarında uzun uzun birkaç kere görüşüyor. Görüşmenin içeriği ile alakalı tutanaklar ise gizli olarak devlet arşivlerinde duruyor. Üzerinden yüz sene geçmesine rağmen açıklanmamasının makul bir izahı yok. En çarpıcı ve önemli olan başlık: İstiklâl Harbi’nin başından sonuna kadar İngiliz siyaseti kendi içinde bölünmüştür. İngiliz ordusu ve Lloyd George’un siyaseti. Hatta İngiliz hükümeti bile bölünmüştür. Başbakan Lloyd George, çok samimi, net bir Yunan destekçisi. İngiliz ordusu İngiliz imparatorluğunun stratejik çıkarlarının gereği olarak net biçimde Yunan karşıtı ve Ankara’nın gizli müttefiki. O itibarla İstiklâl Harbi tarihinin sıfırdan, en ince detayına kadar yeniden yazılması gerekiyor. Çünkü olayın taşıyıcı unsuru bu. İngiliz ordusu Ankara’yı sürekli el atından destekliyor. Bu çizgi, süreci İstiklâl Harbi’nin kazanılmasına götürüyor. Mesela Yunan ordusunun yok edilmeden Anadolu’yu boşaltması bu pazarlığın alt unsurudur. İngilizler özet olarak, “tamam siz vatanınıza sahip olacak, Yunanlıları buradan çıkartacaksınız. Kabul ettik sizi destekliyoruz ama Yunan ordusu yok edilmeyecek.” dedi. İngiliz küresel siyaseti için asıl tehlike Bolşevik Rusya’nın Kafkaslar üzerinden Hindistan-Ortadoğu yolunu kesmesidir. Buna karşı yüz sene öncesi Napolyon harplerinden başlamış bir “Kafkas Seddi” projesi var. Yunanistan da bu proje içerisinde Türkiye ile beraber İngiltere’nin bölgedeki müttefiki olarak konumlandırılıyor. Bu stratejiye göre, Yunanistan’ın da güçlü bir orduya, Türkiye ile beraber sahip olması lazım. Birbirlerine ve İngiltere’ye de yakın olmalılar. Bu iki devletin Süveyş kanalının, Hindistan yolunun ve Ortadoğu petrollerinin önünü Kafkaslardan ve Boğazlardan tıkayacak olan, ABD’li stratejistlerin ifadesiyle “şişenin ağzındaki tapa” olması lazım. NATO’ya geldiğimizde de aynı hadise yeniden gündem getirildi. Bu sefer başrolde ABD vardı. 

Buna göre resmî tarih altüst olur.
Tamamen altüst olur. Arkada bıraktığımız yaklaşık son yüz senenin temelinde bu hikâye var. Mesela, İnönü Vakfı’nın yayınladığı “Fransız Belgelerinde İsmet İnönü” adlı kitabında “1922’de Türk taarruzunun plânları Türk kurmaylarıyla Fransız kurmayları tarafından birlikte hazırlandı.” Resmî tarih ne diyor? “Yedi düvelle harp ettik...” Yedi düvelden biri İngiltere, diğer Fransa’ydı. İzmir’in merkezi, Konak meydanı alırsanız, Urla’ya kuş uçuşu 10 km. ötede, senin “denize döktük” dediğin ordu ülkenin gözünün önünde 10 gün boyunca elini kolunu sallayarak rahat bir şekilde gemilere biniyor, Yunan anakarasına gidiyor. Aynı şekilde Mudanya iskelesinden... Bu İngiliz plânı. Bir kısım tarihçiler de bu fikirde, ancak bu bilgiler kitlelere mal olmuş bilgiler değil. Uzmanların bildiği, bir sebeple gündeme getirmediği veya getiremediği bilgiler bunlar. Bir Yahudi tarihçisinde bile aynı tespitle ilgili şöyle diyor, “Türk Kurtuluş Savaşı’nın gerçek tarihi bilinmiyor. İngiliz ordusunun içinden Türklere ciddi bir destek var.” Ayrıntılara girmiyorum. Sakarya Savaşı’nda tabur çapındaki birlik kaydırmaları bile günlük olarak, 22 gün boyunca İstanbul’daki İngiliz komutanın masasında yer alıyor. Bu şu demek, Ankara’da Türk genelkurmayının önünde açık olan haritanın aynısı General Harrington’un önünde de var. “İstihbarata karşı koyma” dedikleri şey sıfır. Asıl çarpıcı olan ise, İngiliz subaylardan Yunanlılara zerre kadar bilgi gitmiyor ve biz Sakarya’yı kazanıyoruz.

Biraz farklı bir konuya gelmek istiyorum. Cumhuriyet döneminde bugünkü burjuvazinin oluşumu… Neler söylersiniz?
Bu konuda üç önemli nokta/olay var. Birincileri, “Varlık Vergisi”dir. O zamanki yönetim kadrosu, geleceği tamamıyla kendilerinin kurguladığını zannettiklerinden ve kendilerini sorgulayacak, eleştirecek birilerinin çıkacağını düşünmediklerinden çok rahat konuşmuşlar ve çok ipucu vermişlerdir bu tip konularda. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun bir Meclis konuşmasında şu gibi ifadeler geçer: “Bu lalettayin bir vergi değildir; piyasanın Türkleştirilmesine yönelik bir projedir.” Örneğin; bu sıralarda Koç Holding ne kazandı tabii ki net bir bilgimiz yok. Görünürde 500 bin kadar vergi vermiş; ama mühim olan olayın arka planının ortaya çıkartılması. Bu operasyon sayesinde azınlıklardan aktarılan sermayenin hangi “yerli ve milli” unsurların eline geçtiğinin somut olarak belirlenmesi. Neticede mevcut burjuvazinin şekillenmesinde belirleyici olan birinci olay Varlık Vergisi’dir. İkincisi, 1949 senesinde Marshall Yardımı başladıktan sonra kurulan Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’dır. İlk genel müdürü bir Amerikalı. Bu banka ABD’den gelen yardımın kimlere kredi olarak dağıtılacağına karar veriyor. Yani Amerika eliyle hangi Türklerin zengin edileceğini belirliyor. Üçüncüsü, 6-7 Eylül 1955 olaylarıdır. Buna da Varlık Vergisi’nin devamı ve tamamlayıcısı gözüyle bakabiliriz

Mustafa Kemal’in halk tarafından çok sevildiği genellemesi sürekli yapılıyor. O dönemde Müslüman toplumun bakışı nasıldı, onun İslâm’a dair görüşleri hakkında toplumun bilgisi var mıydı?
Halkın büyük bir kısmında Mustafa Kemal için “bizi Yunan’dan kurtaran adamdır” teşhisi var. Örneği, kendi çevremden vereyim: Biz Rumeli göçmeniyiz. Ben bunu, adını aldığım dedemden biliyorum. Son derece dindar bir insan, cami uzak olmasına rağmen karda kışta sabah namazını bile camide cemaatle kılmaya giden bir insan. İstiklal Harbi senelerinde Batı Trakya’da ciddi olarak Yunanlılar tarafından katliam korkusu yaşanmış. Yunanlılar bunları kesmeye kalkınca, “Atatürk Yunanlıları tehdit etti, bizi kurtardı. Onlara, ‘bir tek Türk’ün burnunu kanatırsanız ordu Çanakkale boğazında hazır bekliyor, Trakya’ya gönderirim’ dedi” diyorlar. Mesela, benim dedemdeki Atatürk imajı budur. Bu insan, Tek Parti döneminde yapılan din düşmanlıklarını görmemiş mi? Ezanın Türkçeleştirilmesi, Kur’an’ın yasaklanması... Bunları birebir yaşamış; 60’ların başlarında vefat etti. Demek ki, kafasında bu iki şeyi yan yana koyduğu vakit kurtarılmış olmanın halet-i ruhiyesi çok daha güçlü. İkincisi bu insanlar okumuş, İslami ilim ve şuur sahibi insanlar değil. 

Sovyetlerde olduğu gibi camiler yıkılsa, o zaman ortada bir kafa karışıklığı da kalmayacak. Herkes anlayacak ki, yönetim din düşmanı. Bir taraftan ezanı Türkçeleştirip, bir taraftan ibadetini yapma izni olunca zaten cahil olan bu insanların kafası karışmış oluyor. İkincisi ise şu; burada kimlikler iç içe giriyor. Atatürk kimliğiyle CHP kimliği. Halkın bakışında hem özdeş hem değil. Özdeş olarak mütalaa ettiğimizde 1920’lerin ikinci yarısından itibaren çok ciddi bir tepki var. Serbest Fırka olayı bunun fiilî ispatı. Bir muvazaa partisi olarak kurulmasına rağmen 100 gün dayanamıyor. Anlıyorlar ki, “danışıklı dövüş” bir partinin bile varlığına müsaade edilirse CHP iktidarını yerle bir edecek. İyi-kötü serbest genel seçim yapıldığında belki yüzde 80 oy alacak. Konuyu Atatürk olarak değil de CHP Tek Parti iktidarı olarak isimlendirecek olursak korkunç bir tepki var. Bu tepki 1920’li yıllar bitmeden başlamış. 

80 ihtilâli sonrası Kenan Evren’in oluşturmaya çalıştığı “Müslüman Atatürk” algısı sizce bu toplumda tuttu mu?
Hayır tutmadı. Türkçülerde tutmuş olabilir. Ülkücüleri de ikiye ayırmak gerekir; bir milliyetçi ülkücüler, bir de Türkçüler. Seküler ülkücüler. 

Seyyid Ahmed Arvasî kanadıyla Nihal Atsız ayrımı gibi...
Asıl kökeni oraya gider. “Bozkurtçular” ile “Üç Hilalciler”. Türkeş zamanında aralarındaki fark incelmişti. Şimdi, özellikle İyi Parti doğduktan sonra kendini yine gösterdi. İslam o tarafta önemli bir referans değil. 


Baran Dergisi 653. Sayı