Bu hafta 3. Tarım Şurası yapıldı. 60 maddelik bir karar listesi yayınlandı. Bu husustaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Yüz yıllık bir devletten bahsediyoruz ve bugüne kadar sadece üç tarım şurası yapılabilmiş. Daha fazla söze gerek yok. Olması ile olmaması arasında bir fark görmüyoruz.

Geçtiğimiz günlerde basında çıkan bir haberde, buğdayın anavatanının Anadolu olduğu ve Türkiye’nin buna rağmen buğday ithal ettiği belirtiliyordu.
O bilgi doğru değil. Bunu bir manipülasyon aracı olarak kullanıyorlar. Bir şeyin anavatanı denilmesini pek doğru bulmam. Allah ne nerede gerekiyorsa onu orada var etmiştir. Buğday bizim değil her coğrafyanın ürünü. Ayrıca biz buğdayı ihtiyacımızı karşılamadığı için değil, işleyip ihraç ettiğimiz için ithal ediyoruz.
 
“Batıcı zihniyetle üretilen projelerden Müslümanlara fayda gelmez!”
 
Manipülasyon olduğu belli; fakat bu kozu da vermemek gerekmiyor mu?
Sıkıntı şu: Asıl meseleye gelmezsek anlayamayız. Dünyada ideolojiler var. Ateistler, Kemalistler, komünistler ve hatta İslâmcılar vesaire... Dünyaya bakış açısından bunların birbirinden hiçbir farkları yok. Bir ateistin kültüre, sanata, ziraate, çevreye bakışıyla bir dindarın, bir solcuyla liberalin bakışı arasında isimlendirmenin dışında fark kalmadı.

Şu anki mevcut şartlar altında diyorsunuz, değil mi?
Tabii ki, Türkiye’de de dünyada da bir fark yok. Çok istisnalar var. 80 milyonluk ülkede 800 kişinin farklı düşünmesi, bir fark olduğu mânâsına gelmez. Yüzde üçü yahut beşi farklı düşünmüyorsa o fark değildir. 

Neden ideolojiler arası makas sıfıra indi? İki nedeni var: Birincisi hiçbir taraf samimi değil. İkincisi de herkes tek tip eğitimden geçiriliyor. Şimdi mesela tıpçılar için yahut mimarlar için vs. fark etmez… Üniversitede öğretilen seküler “dogmatik bilgi”, bilim adını alıyor. Onlar için bu bilgi mukaddes bir şeydir. Onun dışında konuşan, onu eleştiren herkes düşmandır. Dolayısıyla üniversitelerdeki bu anlayışı düzeltmedikçe hiçbir şeyi düzeltemezsiniz. Cemaatleri de düzeltemezsiniz, sokağı da düzeltemezsiniz, siyaseti de, vakıfları da. Hülasa düzeltilmesi gereken herhangi bir şeyi düzeltemezsiniz. Eğitim sisteminde Müslümanların kendilerine has usulleri yok. Eğitim modeli diye bir şeyimiz yok. Böylece düşmanınızdan bir farkınız kalmamış oluyor. Düşmanınız ile aynı yolu takip ediyorsunuz, aynı sistemi ve yöntemi kullanıyorsunuz. Aynı şekilde düşünüyorsunuz ve aynı usulle hareket ediyorsunuz.

Dolayısıyla dünya görüşü de bir noktada aynılaşıyor. 
Tabiî. Adlarınızı değiştiriyorsunuz. Senin adın Faruk, diğerinin adı Hans. Geçen bir üniversitenin sitesine girdim, adam Müslüman Arap; ama internet sitesine adamın adını “Adams” olarak yazıyor, “Âdem” demiyor. Siz neyi düzelteceksiniz böyle? Davud’a David diyorsun. Mesela İstanbul Adliyesi’nin karşısında bir okul var. “Ömer Muhtar” ismi. Ama “Omar Moaktar” diye yazmışlar. Burası Müslüman bir belde. Türkçede Arapça kelimeler Arapçada olduğu gibi yazılır. İngilizcede yazıldığı gibi yazılmazlar. Siz Müslüman olarak ister Arap’ı, ister Acem’i, ister Türkmen’i; kim olursa olsun, kendi lisanınızda gerçek ismi yerine İngilizce ismini yazıyorsanız, affedersiniz ama sizden hiçbir şey olmaz. 

Dolayısıyla Kültür Şurası’nda bu kararı almışlar, Eğitim Şurası’nda şunu yapmışlar, Çevre Şurası’nda şunu konuşmuşlar, Tarım Şurası’nda bunu şöyle demişler hiç bir ehemmiyeti yok. Birçok insan Tarım Şurası ile ilgilenmemi istedi; ama zerre kadar ilgilenmedim. Sadece biri WhatsApp’dan atmış Şura kararları diye, şöyle hızla bir baktım. Detayına bile girmedim. Çünkü ne yazarlarsa yazsınlar, zihinler Batılı olduğu müddetçe hiç bir şey değişmeyecek. Kur’an ve Sünnet merkezli düşünemeyen kişinin adının William olmasıyla Ahmet olması arasında bir fark yok. Ben 50 yıllık ömrümün 20-30 yılında bu işlerle ilgilenerek geçirdim. Geldiğim netice bu. Bu her alanda böyle, siz hadis usulünü reddedip batılı normlarla hadis makalesi yazıyorsanız geçmiş olsun. Fıkıh usullerini terk edip fıkıh metinlerini batılı makale üslubuyla yazıyorsanız size de geçmiş olsun. O iş bitmiştir. 

“BATI’YI DEĞİL, KENDİMİZİ ELEŞTİRMELİYİZ!”
Peki, “bu iş bitmiştir” deyip duracak mıyız? Ne yapacağız, ne yapmamız lâzım? 
Yok. Biz bir tespit yapıyoruz. Tespit yapmadan, teşhis etmeden tedavi olmaz. Her kafadan bir ses çıkmıyor artık. Tek tip ses var. O ne diyorsa herkes tekrarlayıp aynını yapıyor. Tamam, hadi bütün dünyayı fethedelim; ama kiminle fethedeceksin, adam yok.

Fethettiğinde yerine ne koyacaksın orası da bir muamma. Esasında bunu konuşmamız gerekmiyor mu?
 Şüphesiz öyle! İnsan çok ama usul bilen, batıya meydan okuyabilecek adam yok! Batı’ya meydan okuyabilecek on kişi sayamazsınız bu memlekette!

Ne yapmamız lâzım?
Başımızı iki elimizin arasına alıp düşüneceğiz, sonra ‘la’ diyeceğiz, batılı/batıyı reddedeceğiz. Sonra tarihe dönüp ecdadı başarıya eriştiren şeyler neydi onu öğreneceğiz. Onun üstüne ne koyabiliriz ona bakacağız. Dünden kopmadan bugünü ıskalamadan, geleceği ihmal etmeden… Şunu haykırmak zorundayız: “Gittiğiniz yol, yol değildir. Gavurun izini sürüyorsunuz. Gavurun izini süren adam ne dünyaya, ne de ahirete fayda sağlamaz. Ne Müslüman’a, ne de gavura fayda sağlamaz. Hiçbir canlıya, hatta toprağa fayda sağlamaz. Çünkü Batı’nın izi şeytanın izidir. Batı’nın izini takip eden şeytanın izini takip ediyordur, şeytanın izini takip edenin gideceği yer cehennemdir!” Ardından kendi sözümüzü Müslümanca söyleyeceğiz.

Batı’yı eleştirmemek hususunu da biraz açabilir miyiz?
Batı’nın suçu yok. Batı görevini yapıyor. İnandığı değerlerin gereğini yapıyor. Burada mesele olan Müslümanlar! Yani eleştirilmesi gereken kendimiziz. Sizin 200 üniversitenizin en az 150’si yeni. 150 tane üniversite kuruncaya kadar bir tane usul geliştirseydiniz, yeni bir eğitim modeli ortaya koyabilirdiniz! Biz marifetin diplomada olduğunu sanıyoruz. Oysa marifet insanda, diploma ile insan olunmuyor, sadece diplomalı olunuyor... Bu süreçte üniversiteye alternatif yeni bir eğitim kurumu oluştursaydınız. İsmine medrese mi deseniz, okul mu deseniz, ne derseniz deyin, tabiî ki isim önemsiz değil. İsim ruhtur, ruhu olmayanın derdi olmaz! Onun içinde yeni bir anlayışla zuhur eden bir eğitim müessesesi. Yeni bir usul, yeni bir eğitim müfredatı… Acil ihtiyaç bu! “Biz doktorayı, doçentliği, profesörlüğü attık çöpe. Bundan sonra biz yeni bir şey söylüyoruz” diyen var mı? Yahut bu uğurda çaba sarf eden var mı? Akademide, sadece Batı’nın izlediği usullerle dergiler çıkarıyorlar, Türkiye mantar gibi türeyen akademik dergi çöplüğüne döndü. Niye çıkarıyorlar? Rant var çünkü.

Her alanda olduğu gibi burada da rant elde etmek için memleketin geleceği peşkeş çekiliyor yani.
Peşkeş değil de, kifayetsizlik, çıkarcılık, iş bilmezlik… İyi niyetli de cesur da değiller. Batı’nın yolunu izleseniz bile niyetiniz kötü olduğu için hiçbir şey elde edemezsiniz. Bu ülkede kurumlar birbiriyle kapışıyor hatta savaşıyor adeta. Birinin yayını 100, diğerinin 500. 500 olan iyi, 100 olan kötü. O 100 yayını olan yahut tek bir makalesi olan adamın makalesinin niteliği 500 yayından kaliteli olsa bile bu önemli değil. Önemli olan matematik yani sayı değeri. Kemmiyetçilik sarmış yer yanı. Keyfiyet kimsenin umurunda bile değil. Oysa belki o makale dünyayı altüst edecek derecede bir makale olabilir. Ama 500 yayını olan daha fazla olduğu için daha önemli. 

Tarım sektörünün de bir rant sahası olduğundan bahsedilebilir mi? Bu sektördeki lobicilik faaliyetlerinden bahsedebilir misiniz?
Bizim gibi ülkelerde bu rant aracı olabilir ama tarım dünya yönetim silahıdır. İnsanları midelerinden avlıyorsunuz. Gıdaya, tohuma, toprağa ve suya sahip olan dünyanın efendisidir. Dünyayı o yönetir, size de kölelik yapmak düşer. Biz topraktan utanan bir millet haline geldik. Ayağı toprağa değmeyen millet ruhen de, bedenen de hasta demektir. Lobi meselesine gelince dünyanın en güçlü sektörü lobicilik desek abartmış olmayız. Şeytanî bir alan. Ahlâktan, haktan, hukuktan zerre nasibi olmayan bir sektör bu. Şirketlerin çıkarı için bütün bir ülke veya insanlığın hakları gasp ediliyor. Lobiler aklınıza gelebilecek her sahada faaller ve usulleri de kendileri gibi gayri ahlakî…

“YENİ BİR ANLAYIŞA VE SAMİMİYETE İHTİYACIMIZ VAR”
Buna bağlı olarak Müslümanlar da her hususta şekilcilikte kalıyor. 
Müslümanlar her hususta Batı’nın izini takip ediyor. Yani batılın izinden gidiyor. Bu şekilde muvaffak olmaları mümkün değil. Bugün bazı hususlardaki muvaffakiyetleri de, sadece küfrün başarısızlıklarından ve Allahu Teâlâ’nın kâinattaki tebeddülatından yani denge değişikliğinden geliyor. Yoksa bizim başardığımız bir şey yok. Bu Türkiye’ye yönelik bir eleştiri değil. Türkiye her şeye rağmen Müslüman dünyasında en iyi konumdaki tek ülke. Eleştirimiz Türkiye’ye veya siyasete yönelik değil, herkese ve her yere dairdir. En başta insanı ihmal edip binaya yatırım yapan, keyfiyet yerine kemmiyetle meşgul cemaatlere, vakıflara ve tasavvufi müesseselere yöneliktir. Kendimizden saydığım kardeşlerimizedir, kendimizedir. Çünkü bizler, hepimiz zamana, insana, ilme ihanet ediyoruz.

Evet, vakıa bu, peki biz ne yapmalıyız şimdi?
İslam’a döneceğiz. 

Nasıl?
Meselenin hakikatini bileceğiz. Doğrusu nedir bu işin diye düşüneceğiz. Doğru yalnız Kur’an ve Sünnetten çıkar. Bu mutlak doğrudur. Dünyevi ilimlerle ilerleyerek de doğruya ulaşabilirsiniz. Ama bu tesadüfi bir doğrudur. Sizin fiziğinizde, kimyanızda, astronominizde, silahınızda sağlığınızda mimarinizde ilhamını vahiyden almalı, almıyorsa yolunuz yanlış demektir. 

O zaman tatbik fikri mevzuuna da geliyoruz. Yani vahiyden ve sünnetten aldığımız o ilhamı günümüze nasıl tatbik edeceğiz? 
Bunun için iki şey gerekli. Fikir/bilgi ve samimiyet. Bilgiyi doğru kaynaktan alacaksınız. Ne öğrenirseniz öğrenin, öğrendiğiniz şeyin ilk önce İslâmî yönünü öğrenmelisiniz. Müslümanın ilk öğreneceği şey ibadetin fıkhı ve ardından yapacağı dünyevî işlerinin fıkhını öğrenmek, bu işlerini ona göre icra etmektir. Bunu yapmayan hiçbir şey, başaramaz.

Müslümancasını yapamaz. 
Tabii, Müslümancasını yapamaz. Gavurcasını her şekilde yaparsınız. Onu zaten gavur yapıyor siz de taklit ediyorsunuz. Sizin ürettiğiniz herhangi bir şey gavurunki ile aynı olamaz. Çünkü sizin sınırlarınızı çizen bir din var. Bir ilahi irade var. Siz çizilen sınırlar içinde harekete mecbursunuz. İnsana, hayvanata, nebatata ve kâinata zarar verici faaliyetlerde bulunamazsınız. Siz gazeteci olarak yalan yazamazsınız, kötüyü iyi gösteremezsiniz. Sizin yaptığınız bina mahremiyete uygun olmak zorunda. Bütün bunlar için milli şuur yani İslam şuur gerekiyor. 

Yani yeni bir anlayış gerekiyor. 
Evet, baştan sona anlayışlarımızı yenilememiz gerekiyor. Artık şu an diplomalı ama İslâmî zaviyeden cahil bir insan ordumuz var. Ama bir yandan da bu insanlar Müslüman. İslâm’ı bilmeyen Müslüman ne yapabilir ki? Mimariyi bilmeyen mimar ne yapabilirse İslam’ı bilmeyen Müslüman da bütün işlerini öyle yapar. Temel meselemiz bu. Müslüman kılıklıların içerisinde hain çok. Başka mahallenin adamı ama bizim gibi gözüküyor. 

Bunlara da çok teveccüh gösteriliyor.
Her yerde ama, sadece siyasette değil. En çok göze batan siyaset. O da siyasetin büyüklüğünden kaynaklanıyor. Cemaatlerde de böyle, sokakta da böyle. Kötüye iltifat var. Haine iltifat var. Çünkü siz dürüstsünüz, her kılığa giremiyorsunuz; ama o her kılığa girebiliyor. Onun gri alanı çok. Müslümanın gri alanı olmaz. Müslüman siyah-beyaz gibi nettir, öyle olmak zorundadır. Bakınca doğrusunu da yanlışını da görürsünüz. Ama münafığın her yeri gridir. Gri tonlar münafıklık alametidir.

“KENDİ GÜNDEMİMİZİ KENDİMİZ BELİRLEMELİYİZ!”
Tarım Şurası üzerine konuşacaktık; fakat pek giremedik, tekrar bu meseleye dönersek...
Tarım Şuarası gerçekten bizi hiç ilgilendirmiyor. Ne söylediğinizin önemi yok, önemli olan ne yaptığınızdır. Ivan Illich akademik faaliyetler için fon-fini-fon diyor. Çok sarsıcı ama doğru bir tespit. Konuşuyorsunuz, konuşuyorsunuz, ömrünüz konuşarak geçiyor. Bir de bakmışsınız düşmanın değirmenine su taşımızsınız. Türkiye’de yeri yerinden oynatacak bir zirai değişim geçirmeden hiçbir şeyi başaramazsınız. Bu iş 657’lilerle olmaz. Bu iş akademisyenlerle olmaz. Bu iş günü kurtarıcı istatistik masalları ile olmaz. Olmazları silip atıp, işin oluruna bakmak zorundayız!

Bu konudan çıkmak için bir serzenişte bulunmak gerekirse biz bu konularda en az 20 yıldır mücadelede bulunuyoruz. Bir kitap yazıyoruz, Müslümanca bir bakış koymak istiyoruz; ama başkası geliyor benim kitabımı çalıyor, kendi fikrine göre devşiriyor. Yeni bir kitap ortaya koyuyor. Sonra bizden biri geliyor adamın kitabından bahsediyor. Ama sizin kitabımdan habersiz. Yetmiyor onu size tavsiye ediyor ya da okuyup okumadığınızı soruyor. Çünkü biz toplum olarak kendimizden olana değer vermiyoruz. Düşmana ise öykünüyoruz. 

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bir süredir usul değişikliğine gittim. Gündem tuzağına düşmemeye çalışıyorum. Başkalarının gündemine âlet olmamaya gayret ediyorum. Çünkü bizi polemiğe davet ediyorlar. Biz yazacağız, o yazacak, böyle devam edecek. Biz her şartta, konu ne olursa olsun hakkı söyleyeceğiz. Müslüman’ın şiarı budur. Nerede olursa olsun, ne zaman olursa olsun; başkasının gündemine takılmadan hakkı söyleyeceğiz. Onlar bizi Gazze’yi konuşturduğu için konuşmayacağız. Gazze’yi konuşmak gerektiği için konuşacağız. Myanmar’ı konuşturmak istedikleri için değil, Myanmar meselesi bizim olduğu için konuşacağız. Biz tohumu konuşmak gerektiği için konuşacağız, istatistik yalanlarına alet olmak için değil. Bizim bazı sözlerimizle onların bazı sözleri ortak olabilir, insanî olarak. Gavurun her şeyini de reddetmeyiz. Şunu da biliyoruz ki biz beceremezsek Allah onların dilinden de hakkı söyletebilir. 

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim
Ben de teşekkür ederim.


Baran Dergisi 672. Sayı