ABD Savunma Bakanlığı’nın F-35 savaş uçaklarıyla ilgili son yaptırım kararını bildiren mektubu ve bunun muhtemel sonuçları hakkındaki değerlendirmenizi alabilir miyim?
Öncelikle gönderilen mektubun temel içeriği olan F-35 projesini hatırlamakta fayda var. Türkiye 2000’lerin hemen başında katıldığı ve 9 ülkenin daha dahil olduğu FSF projesinin en önemli bileşenlerinden birisi. Projenin nihayetinde 2030 yılına kadar Türkiye’nin 100 adet F-35 savaş uçağına sahip olması plânlanıyordu. Şunu özellikle hatırlamakta fayda var. Türkiye sadece bir F-35 müşterisi değil aynı zamanda üretim noktasında çok etkin bir rolde... F-35’lerin 400 kalemi sadece Türkiye’de olmak üzere toplam 937 parçası Türk Savunma şirketleri tarafından üretiliyor. Yani Türkiye’nin projeden tamamen dışlanması durumunda projenin genelinde de önemli aksamalar olacağı aşikâr. En azından zamanlama anlamında… 2018 Kasım ayında Pentagon’un Kongre’ye verdiği bir raporda aynen şu ifadeler yer alıyordu... “Türkiye’nin F-35 üretim sürecinden tamamen dışlanması durumunda projede önemli oranda bir zaman kaybı yaşanacak ve bunun ekonomik olarak çok önemli sonuçları olacaktır. Planlı teslimat sürelerinde ciddi gecikmeler yaşanacaktır.”

Teslim alınması söz konusu olan F-35’lerin durumu nedir?
Proje kapsamında şimdiye kadar ülkemize 4 adet F-35 tahsisi yapılmış durumda. Ancak son gelinen noktada yıl sonuna kadar teslim edilmesi gereken tahsisi yapılmış bu 4 Adet F-35’in teslimatı da muğlak bir hal almış oldu. ABD söz konusu mektupta bu uçaklar konusunda herhangi bir vurgu yapmış değil. Yine mektupta yer alan bir vurgudan özellikle bahsetmek gerekiyor. ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası (CAATSA).

Nasıl tanımlayabiliriz bu yasayı?
CAATSA temelde İran, Kuzey Kore ve Rusya’ya yönelik yaptırımları öngörüyor. 2017 yılında çıkartılan yasa Rusya’nın Avrupa ve Avrasya’daki etkilerine yönelik olarak uygulamada olan yaptırımların devamını ve Rus savunma-istihbarat kurumlarıyla ilişkilerde olanlara yönelik yaptırım uygulanmasını içeriyor. Yaptırım uygulanan kişi veya kurumlara yönelik olarak; ABD yatırımlarına yasak koyma, uluslararası finans kurumlarının kredilerini yasaklama, vize sınırlaması, ABD bankalarının yardımlarını askıya alma gibi önlemler alınabiliyor.

Türkiye bu noktada ne kadar etkilenebilir?
Bu bağlamda Türkiye’ye yönelik çeşitli yaptırımlar gündeme geleceğini net olarak ifade etmiş durumdalar. Bu yaptırımların bir kısmı tıpkı Brunson olayında olduğu gibi sembolik olmakla birlikte bazı bu kez başta finans ve bankacılık sektöründen savunma sanayine kadar pek çok alanda farklı adımlar atabilirler. Bu ayrıntılarla birlikte mektubun içeriğine genel hatları ile baktığımızda “üstü örtülü bir tehdit” olduğunu söylemek gerekiyor. Aslında ABD bu dili daima kullanıyor. Stratejik ortak olarak tanımladığı Türkiye’yi kendi biçtiği kalıplar içerisine sıkıştırmak isteyen ABD, Türkiye hangi başlıkta olursa olsun bağımsız çıkarları istikametinde hareket etmeye başladığında bu hadsiz dili kullanıyor. Geçmişten günümüze bu konuda onlarca örnek vermek mümkün. Bakın şu anda benzer bir dil Akdeniz özelinde de kullanılıyor. Ülkemizin Akdeniz’de meşru haklarına dayanarak başlattığı çalışmalara karşı da benzer bir tehdit dilinin kullanıldığını görmek mümkün.

Türkiye’nin müttefikleriyle ilişkisiyle birlikte özellikle S-400 alımıyla ilgili görüşleriniz nelerdir?
Konuya S-400 edinme girişimimiz özelinden değil daha geniş bir yelpazede bakmakta fayda var. Zira ABD’nin bölgesel planlamaları ve hedefleri özellikle mevcut Türkiye yönetiminin ülke menfaatlerimizi önceleyen politikaları neticesinde önemli oranda sekteye uğradı ve uğruyor. ABD ise şimdiye kadar “ileri karakolu” rolü biçtiği ülkemizin ABD’nin hedefleri dışında ülkemiz menfaatleri çerçevesinde hareket etmesine tahammül edemiyor ve etmeyecek. Konu; Suriye’de hedeflenen nihai sonuçtan, İran temelli rahatsızlıklara, Akdeniz rezervlerinden, İsrail’in geleceğine, Rusya-ABD rekabetine kadar çok boyutlu bir denklemin sonuçlarından sadece bir tanesi…

Bu tehditler karşısında Türkiye ne gibi adımlar atıyor?
Türkiye özellikle son yıllarda milli menfaatleri önceleyen dış politikası ile önemli adımlar atıyor. Bölgede hedefleri olan yapıların bu adımlardan rahatsız olması ve Türkiye’yi “hizaya getirme” çabaları doğal bir sonuç. Gündem itibariyle bugün konu S-400’ler ancak Türkiye bu alımdan vazgeçse -ki bence asla vazgeçilmeyecek- yarın Akdeniz rezervleri bahaneli, ertesi gün Suriye, İran bahaneli yeni tehditlerle karşı karşıya kalacağız. Zira ABD, Türkiye’yi bölgede kendi hedeflerine hizmet eden bir çizgide görmek istiyor ve aksini asla kabul etmiyor, kabul etmeyecek.

Ekleyeceğiniz başka bir husus var mı?
Mevcut iktidarı gelinen nokta üzerinden eleştirenlere yönelik şöyle bir not düşmek istiyorum. Bugün ABD ve diğer “karar alıcılar” bölge üzerindeki planlamalarını nihayetlendirmek adına büyük adımlar atıyorlar. Siyasi irade yarın itibariyle varsayalım; “Suriye’deki istenilen yapılanmaya izin verse”, “Akdeniz rezervleri konusunda geri adım atsa”, “Rusya konusunda ABD eksenine dönüş yapsa”, “İran konusunda devşirilmiş Arap Yönetimleri ile birlikte ABD’nin istediği yönde bir tavır takınsa” vs. vs. tüm batılı ülkeler nezdinde övgülere mazhar olur ve “çağdaş bir yönetim” olarak tanımlanır. Ancak millî menfaatleri öncelediği sürece iktidarda kim olursa olsun her türlü yafta ile karşı karşıya kalmaya mahkûmdur.


Baran Dergisi 648. Sayı