Vehbi Vakkasoğlu kimdir?

1947 yılında Kahramanmaraş'ta doğan Vehbi Vakkasoğlu, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünden mezun olmuştur. Öğretmenlik mesleğine Milli Eğitimin değişik kademlerinde emek vermiştir.

Vakkasoğlu, Türk çocuklarının eğitimine katkıda bulunmak için Berlin'e tayin edilerek altı yıl kadar Almanya'da çalıştı.

Yazarın ilk kitabı olan Mehmet Akif, 1968’te yayınlanmıştır. O günden bugüne 40 esere imza atmıştır. Bunlar edebiyat, tarih, psikoloji ve din konularındadır.

Vehbi Vakkasoğlu'na göre eğitim hizmetlerinden emekli olmak imkansızdır. Bu sebeple yeryüzünü bir okul haline getirmeye, seminer ve konferans halkasını genişletmeye çalışmaktadır.

Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları’ndan “Gençler İçin Hatıralarla Necip Fazıl” kitabınız çıktı… Hayırlara vesile olsun, istifade edilsin. Kitab piyasaya verilmedi ancak belediye tarafından dağıtılıyor. Biz de bu yoldan aldık.

Teşekkür ederim, Allah razı olsun. Evet, isteyene gönderiliyor… Anlayanı, uygulayanı çok olur inşallah.

İnşallah… Kitabınızı okudum. En başta rahmetli babanızın, vasiyetini yerine getirmenizin ehemmiyetini, onun manevî yönünü hissettim. Biraz geç de olsa, o vazifeyi yerine getirmiş oldunuz. Hayırlı evlat diye çok güçlü bir tabir var bizim kültürümüzde. Röportajımızın mevzuu bu değil ama yine de hislerimi söylemek istedim. İyi bir şey yaptığınızı hissettim.

Teşekkür ederim…

“Büyük Doğu Üniversitesi’nden mezunum!”

Rahmetli babanızdan bahis açalım istiyorum, ilk sualim de şu olacak; babanız Hilmi Vakkasoğlu diyor ki, “Benim hiç tahsil hayatım olmadı ama bana Büyük Doğu Üniversitesi nasib oldu. Bütün bildiklerimi ve kültürümü Necip Fazıl’a borçluyum. Daha da mühimi inançtan, irfandan, insanlıktan ne kadar nasibim varsa, hepsinde Üstad’ın büyük bir payı vardır. O, beni bana getiren, imanın tadını ve heyecanını hissettiren adamdır!” ve sözün sonunu da şöyle bitiriyor: “Ömrümün en derin neş’esi ve iftiharıdır…”

Evet, doğrudur…

Çok ehemmiyetli tesbitler… Necip Fazıl’ın misyonuna da işaret ediyor. Bu mesele hakkında ne söylemek istersiniz?

Evet; naklettiğiniz sözleri rahmetli babam her ortamda, hiç çekinmeden ifâde ederdi… Üstad Necip Fazıl’ın kulağına kadar gitmiş bu… Üstad, Maraş’a konferansa geldiğinde, babam protokolün en ön sırasında oturuyor… Tanışıyorlar, 1949’dan itibaren… Ben de salondaydım, evvelden Yıldız Sineması derlerdi oraya. Üstad, “Hilmi gel buraya!” dedi. Babam çok heyecanlandı, ayağa kalktı… Üstad yine, “Gel buraya Hilmi!” dedi, daha gür sesle, emir kipiyle… Babam, beş-altı basamaktan çıktı sinemanın koca sahnesindeki kürsüye, Üstad’a doğru yürüyor… “Söyle, duysunlar! Nereden mezunsun?..” Babam da çekingen bir hâlde, mikrofondan seslenerek, “Büyük Doğu Üniversitesi’nden Üstad’ım!” dedi. Tabiî, Üstad’ın çok hoşuna gitti: “Duymadılar! Daha yüksek sesle söyle!..” Babam da avazının çıktığı kadar, “Büyük Doğu Üniversitesi’nden mezunum!” dedi. İnsanların birçoğu da ilk seferde anlayamadı. Üstad, “Neden alkışlamıyorsunuz bu sözü?..” dedi, salonda alkış tufânı. Peder de iki büklüm tabiî, sırılsıklam… Üstad, “İki Hilmi’m var” derdi. Biri rahmetli babam Hilmi Vakkasoğlu, diğeri de Hilmi Oflaz. Necip Fazıl’ı sevenler, özellikle İstanbul’da olanlar bilirler…

Evet…

Hilmi Oflaz, “Üstad’ın metafizik oğluyum.” derdi. Allah rahmet eylesin. İkinci Hilmi de Kahramanmaraşlı Kitabçı Hilmi Vakkasoğlu… Mahallî olarak bilenler bilir… İşte bilenler de artık tarih oluyor, unutuluyor… Unutulmasın diye, hatıralarıyla bir nebze bahsettim.

“Büyük Doğu Üniversitesi” derken, bu bir iltifat, güzel bir lâf şeklinde anlaşılabilir. Aslında babanız bunu çok güzel ifâde ediyor: “Ömrümün en derin neş’esi, imânımın heyecanını ve tadını hissettiren adam!” diye… İslâmcı camiada bu meselede bir eksiklik var.

Maalesef. Heyecan yok!

“Rahat zamanın içi boş mücahidleri!”

Evet. Bu açıdan da Necip Fazıl çok ehemmiyet arz ediyor. İlim çevrelerinde de kuru işler yapılıyor, akademik çevreleri de kastediyorum… Orada da heyecan yok. O çevreler de, Necip Fazıl’ı da “süslü sözler, edebî sözler sahibi bir adam” olarak görüyor.

Çok doğru bir tesbit. Öyle görüyorlar. Gençler İçin Hatıralarla Necip Fazıl isimli kitabım, babamın vasiyeti olmakla beraber, yazılış sebeplerinden biri de bu… Üstad’ı yanlış düşünenlere, küçümseyenlere karşı yazılmış bir kitab. Hatta bu gaflete düşen dostlarım da var. “Necip Fazıl bitti, yahu bütün pandemi sürecinde sen buna mı çalıştın?” diye emeğime acıyanlara bir cevab bu kitabım aynı zamanda! Şimdi rahat köşelerinde oturup, atışın serbest olduğu, hiçbir fikrin neredeyse suç sayılmadığı, hapishane yerlerinin unutulduğu bir dönem yaşıyoruz, özellikle bizim camiayı kastediyorum! Bunlara, “rahat zamanın, içi boş mücahidleri” diyorum ben. Mücahid mefhumunu burada kullanmak istemezdim ama… Başka kelime bulamadım! Atış serbest, ne dersen de, “hepsi doğru” eline kalem alan yazıyor, üç kitabla birkaç gecede meşhur oluyorlar, TV ekranlarının sihrinden istifâde ediyorlar, kendilerini de bir şey zannediyorlar. İnşallah bir şey olanları da vardır içlerinde. Ama hiçbiri Necip Fazıl olamıyor! Hatta Üstad’ı küçük görenlerin hepsini üst üste koysanız, yarım Necip Fazıl etmiyor! Çünkü dava heyecanı yok bunlarda.

Niçin dava heyecanı yok?

Çünkü o samimiyet yok! O aşkla bağlanmak zor; yolunun yolcusu olmayı sopa yiyerek de olsa isteyen yok. İşin ucunda hapishane hapishane gezmek, her türlü zulme uğramayı şeref bilme duygusu yok ki bunlarda! O yolda ilerlemeyi göze almamışlar ki. Hele yaşı 40’ı aşmamış olanlar, Ak Parti’den başka dert bilmiyorlar, Tayyip Bey’den başka da siyasetçi tanımıyorlar. “Bu memleket hep böyle geldi, böyle gidiyor.” yanılgısı içinde hareket ediyorlar. Dolayısıyla yakın tarih bilgisini gençlere aktarmak lâzım. Ben bu kitabta dikkat buyurduysanız, yakın tarihe atıflar yaptım. Bunlar hep acı hatıralar. İnşallah bu acı hatıralar, yaşı kırkı aşmamış genç arkadaşlara acı içinden ayrı bir tat verir, lezzetlerini değiştirir, geçmişten ders alırlar… Dileğim bu.

“Üstad sadece kafaya hitab etmez!”

Peki, “Necip Fazıl ilmî değil” diyenlere ne diyeceksiniz? Bilhassa akademik çevreler hakkındaki düşünceleriniz?

Akademik çevrelerin Allah iyiliğini versin! At gözlüğünü takıyorlar, iş yapıyorlar! Maalesef dinî alanda bile (özellikle tefsir-hadis) temel kaynakları hâlâ Batı’da arıyorlar. Sonra da akademisyenlik yapıyorlar! Zannediyorlar ki, anlaşılmaz cümleler kurmak, bol dipnot koymak “ilim yapmak!” Bu film yapmak bile değildir. İlim, bilgileri kendi kafanızda ve gönlünüzde hazmetmeyle başlar; kendine mâl etmek, gönülden de güzellikler katacaksın ki, orijinal bir şey çıkacak ortaya. Necip Fazıl bunu yapabildiği için tesirlidir. Onun bir cümlesini okuyan, ilkokul bile okumamış adam, rahmetli babam heyecana gelirdi. Üstad sadece kafaya hitab etmez. Siz de ilk sorunuzda belirtmiştiniz. İlim sadece kafa işi değildir. Fuzulî’nin dediği doğrudur:

Aşk imiş her ne var âlemde

İlm bir kîl ü kâl imiş ancak

“İlim, bir dedin, dedi hâdisesinden ibarettir, aşk var her ne varsa varlık adına bu âlemde” diyor. İlmin içine, tasavvufî heyecan girmezse, bilginin içine biraz yürek katılmazsa nasıl olur?.. Bir de bu bilgiyi Allah ve Resûlü için karşısındakine veremezse bu adam ilim yapmıyordur. Okunmayacak kitablara malzeme yığmaktan başka bir işe yaramaz bunlar. İsbatını yapayım. Vefatının üzerinden neredeyse kırk yıl geçti, Üstad Necip Fazıl hâlâ diri, hâlâ heyecanını paylaşıyor. Ama “Necip Fazıl’da ilim yok” diye tenkid edenlerin babalarının hepsi öldü, dedeleri de toprak oldu. Onların yazdıklarının adı bile bilinmiyor! Necip Fazıl gibi elden ele, dilden dile, gönülden de gönüle gezmiyorlar! Ben faydalı olana bakarım, milletimin yüreğine dokunana bakarım. Sen hemen “ilim” dağıt, tozlu raflarda unutulacak kitabların… Beni şahsen ilgilendirmez… Ben eğitimciyim; senin kitabların insanıma, milletime hangi kültürü aşıladı, hangi güzelliği verdi, hangi irfan kültürünü aşıladı, hangi imanı aşıladı ben buna bakarım… Bakıyorum, Necip Fazıl bunu hâlâ yapmaya devam ediyor, yapacak da. Şimdi sen ne hakla “ilimsiz” diye bir tenkidde bulunuyorsun?..

Tefsir ve hadise dahî Batı kaynaklarıyla bakıldığını söylediniz… Biraz açabilir misiniz?

Ağabeylerim, yaşıtlarım ve benden sonraki nesil… Çok iyi hatırlıyorum, İbrahim Canan hocadan mesela… Süreyya Sırma hocamdan… Hatıralarını okudum. Efendim, tefsir ve hadis doktorası yapmak için Paris’e gidiyorlar… O dönemdekilerin bazısı Hollanda, bazısı da Belçika’ya gidiyor… İngiltere’yi de unutmayalım. Diğer yerleri söylemiyorum bile. Bunlar din eğitimi temelinin başlangıcı. Doktorasını yapmak için tâ oralara gidiyorlar. “Müsteşrik” dediğimiz, hiç de İslâm’a dost olmayan ama iyi bilen adamlardan ders alıyorlar. Demek ki, İslâm’ı “iyi bilmek” ve akademide “göz kamaştıran” biri olmak için “Müslüman olmaya gerek bile yok”muş!.. Bizimkiler de gidip onlardan ders alıyor.

Müşteşrikler, fitneyi “ilim” kılıfı ile yayıyor, o fitnelere de “fikir” diye burada tercümanlık yapan ilahiyat çevreleri var.

Maalesef… Oralara girmeyelim, girersek çıkamayız! Kur’an hocası, tefsir hocası olup da Mukaddes Kitab’ımıza dil uzatan -haşa- adamlar var… Rahmetli Necip Fazıl olaydı, sözden kılıç yapıp saplardı bunlara, kükrerdi! E kitabımda bunların çok örneğini de yazdım…

Bu arada Necip Fazıl’ın Doğru Yolun Sapık Kolları isimli eseri, ilahiyatçıların başucu kitabı olması gerekir.

Evet. O sapık kollar var ya, onların temsilcileri çoğaldı! Adlarının başında da “profesör” yazıyor, maalesef…

Bu mevzu her zaman takibimizde inşallah… Yine kitabınızda “Resûlullah Aşkı” başlığı altında bir sözünüz var… Diyorsunuz ki; “Ben dinî tahsil yapmış bir kimseyim. Orta, lise, yükseköğretim hayatımda dinîmizi güzel anlatan birçok hocam oldu. Kendilerinden birçok şey öğrendim, hepsine müteşekkirim. Ancak itiraf etmeliyim ki, bendeniz, Allah ve Resûlü’nün bir aşk konusu olduğunu Necip Fazıl’dan öğrendim ve onu bu sebeple çok sevdim.” Bu tesbitiniz çok önemli. Aslında çağımıza hitab eden kurtarıcı bir reçete!.. İmam Hatiplerde siyer hocaları veya ilahiyattaki hocalar Allah ve Resulü aşkını mı öğretiyorlar yoksa kronolojik siyer mi öğretiyorlar?

Sorunuzun içinde cevabı var; bilen böyle sorar soruyu. Şimdi Peygamberimizin hayatı anlatılıyor isteyenlere, İmam Hatiplerde ise mecburen anlatılıyor. Klasik usûl şudur: “571’de Mekke’de doğdu.” Bu hiçbir devri titretmiyor. Bu klasik kronolojik bir bilgi aktarımıdır. Oysaki bu işin eğitimi lazımdır. Eğitim de sırf akılla, sırf bilgi yüklemekle olmuyor. Gönlü işin içine sokmak ve o bilgilerin içinde iman heyecanını yaşamak ve yaşatmak. Yaşamayan yaşatamıyor. Hocalarımız yaşasalar halleriyle dilleriyle anlatamasalar bile hal sirayet ediyor. Hal saridir derler, hal sirayet eder. Ama halinde aşk şevk yok, adam kuru bir bilgi; orta çağ tarihi anlatır gibi, yakın çağ tarihi anlatır gibi bilgiyi naklediyor. Bunu bir robot da yapabilir. Bir makineye de bunu yaptırabilirsiniz. Ama asıl yapılması gereken anlattığı konuyu, bir aşk, bir heyecan, bir sevda, bir yaratılış bilinci, hakka yaklaştıran, yücelik duygusu olarak hissedecek ve hissettirecek. Bunu hissedenin zaten hissettirmemesi mümkün değil. Dolayısıyla bugün eksiğimiz bu. Memur zihniyetiyle olmaz bu. Onun için bana derler ki; bu kadar Resulullah (sav) dersiniz, güzeller güzeli dersiniz, heyecanla anlatırsınız, hâlâ tek başına Peygamberimizle ilgili bir kitabınız yok. Ben de derim ki; o son kitap olur inşaallah. Onu demek kolay da onun hakkını vererek yazmak için Necip Fazıl olmak lazım. İşte Çöle İnen Nur ortada. İlk ne okuyalım diyenlere hemen Çöle İnen Nur’u okuyun diyorum. Herkes heyecanlanır, kitapta da (Hatıralarla Necip Fazıl) örneği var benim kendi hocamdan.

Evet, burada onu da anlatmışsınız, hocanızı da etkilemişsiniz bu vesileyle.

Evet, yani Necip Fazıl’ın, tabii insandır, kusurları yok mu, her büyük adamın büyük kusurları da olur ama bu konuda kusursuzdu. Ben Allah derken gözleri nemlenen, Resulullah diyemeyen, kendi tabiriyle “onun has adını alacak ağız yoktur bende evladım” diyen, kitabında da yazarken Allah Resulünün ismini M……. diye yazan, hep güzel sıfatlarla tavsif ederek yazıp geçen bir adama rastlamadım. O’na en ufak bir hata atfını büyük bir kusur görerek kükreyen bir adam görmedim. Ama bir mahkemesindeki şu sözlerini hiç unutmadım. Barıştıralım sizi diyorlar, ünlü bir yazar davacısı. Barıştıralım, ikiniz de memleketin medarı iftiharısınız, diyorlar. Diyor ki, “Bu adam benim anama babama yedi sülaleme sövmüş olsaydı, bu teklifinizi hiç düşünmeden kabul ederdim ama bu adam benim Peygamberime sövdü. Benim Peygamberime dil uzattı. Siz bir Müslüman olarak hâkim bey böyle bir barış teklifini nasıl sunabiliyorsunuz?” Bunu diyecek kadar yürekli adam var mı, ilahiyat hocaları dahil, Peygamberimize dil uzatmalara böyle heyecanla kükreyen ve bunu iş edinen, bunu aşk konusu edinen başka bir adam varsa söyleyin ben de sözümden vazgeçeyim?

“İdeolocya Örgüsü bir çözüm teklifidir, bir toplum projesidir.”

Necip Fazıl’ı akademik çevrede sığ bir idrakle “ilmî değil” diye dışlayıcı tavır var. Bunun altında yatan sebep, kendi nefislerini ön plana çıkarmak, Necip Fazıl’ın belki ismi altında ezilmemek ve iman öfkesini taşımamaktır. Ayrıca Batı’ya endeksli ilim anlayışı da bu tepkide rol oynuyor; bütün bunlardan sonra Necip Fazıl’ı bir de güzel şiirler söylemiş bir insan diye edebiyatçılığa mahkûm etmek var. Halbuki Necip Fazıl bir sistem kurmuş, bir fikriyat kurmuş İslam’a muhatap anlayışın nasılını ortaya koymuş biri. Bu yönünden ele almamız gerektiği noktasında ne söylemek istersiniz? İdeolocya Örgüsü bağlamında sormak istedim.

Burada Necip Fazıl’a objektif bakılamıyor. Evet, toplum ikiye bölünmüş her konuda olduğu gibi. Büyük kitlenin zaten haberi yok. Ama bu işi söz konusu edenler, yazanlar, çizenler sanki Necip Fazıl’cılar ve Nazım’cılar yani öteki kutup diye ayrışmış. Ama son dönemlerde bakıyorum Necip Fazıl’ı sevenler, sevmesi gerekenler, yani aynı davanın adamlarında bir çözülme var. Ne zaman Necip Fazıl’dan söz etmek mecburiyetinde kalsalar hemen Nazım’ı da ekliyorlar. Eskiden böyle bir âdet yoktu. Yeri gelirse tabii ki bahsedilmeli. Adam Necip Fazıl dediyse nutuk atarken arkasından bir de Nazım var diye eklemezse bir eksiklik olduğunu zannediyor.

Buna eziklik diyelim.

Eziklik, kompleks… Dolayısıyla Necip Fazıl’ın davası hâkim olacak, çünkü iman ve İslam davası olarak biliyoruz biz bunu. Ne yazık ki dediğim gibi taviz verme ihtiyacında oluyorlar, o davadan ellerinin gevşediğini de göstermiş oluyorlar. İdeolocya Örgüsü bağlamında konuşursak, fikir çilesi çeken adamın fikri olmaz olur mu? İdeolocya Örgüsü de, diğer kitapları da hep fikir. Bir üslup harikasıdır, edebiyat şaheseridir.

Fakat edebiyatçılığa indirgeniyor?

Güzel şiir yazmış adam, onu Vehbi Vakkasoğlu da yapıyor (gülüyor). O bir yanı. Ama onun içine fikir hamulesini katmak, üstelik sadece bir fikir adamlığı boyutunda kalmamak, o fikrin hazmedilmiş, çilesi çekilmiş bir irfana dönüşmesi neticesinde; ileride olacak şeyleri Türkiye ve dünya çapında gören, tahlil eden ve tahminleri de doğru çıkan bir adam. Ve yapılması gerekenleri ve bugün hâlâ yapamadıklarımızı tam tesbit eden bir adam. Fikir adamı budur; ilmin temsilcisi olan adam budur. Şimdi Necip Fazıl’ı bu konuda tenkit edenlerin hangi fikirleri var? Bu toplumun içine düştüğü maddi manevi problemlerin hangisine, hangi çözümü gösteriyorlar? Necip Fazıl’ın dediği gibi tek başına İdeolocya Örgüsü bir çözüm teklifidir, bir toplum projesidir, hâlâ da aşılamamıştır. Bazı yerleri eskimiş olabilir, yazıldığı dönemden yarım asır geçmiş bir kitaptır. Bazı bilgi eskimiştir, eksik kalmıştır vs. Ama temeli itibariyle hala geçerlidir ve üstelik de aşılamamıştır, daha iyisi yazılamamıştır. Hani onun vakti geçti, şimdi şu kitap var, şu teklif var diye de bir şey yok üstelik. Ve bunu yapamayanlar Necip Fazıl’ın yaptığını tenkit edince ben onlara hiç kulak vermem. En iyi tenkit daha iyisini yapmak suretiyle gösterilir. Bunu yapamıyorlar. Lafla tenkide de bizim karnımız tok.

Aşmak mevzuunda şunu söylemek istiyorum. İslam kültür birikimini bizim aşmamız değil yürütmemiz söz konusu olabilir. Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nde de hâlâ onun ihtiyaç dönemi içerisindeyiz. Bunu yürütmek mevzuuna gelince de İdeolocya Örgüsü’nü oradaki Başyücelik Devlet ve idare mefkûremiz bahsini alıp İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu Başyücelik Devleti isimli kitapla işlemiş ve açmıştır. İşlemiş, yürütmüş onu merkeze almış, oradan o geleneği sürdürmüş. Dolayısıyla bizim geleneğimizi aşmamız değil -bu aşmaktan bahsedenler Üstadın tabiriyle reformist ve gelenek düşmanıdır, aynı zamanda mezhep karşıtıdır- yürütmemiz, bunu geliştirmemiz yani yeni meseleler tatbik etmemiz lazım. Burada Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptığı da budur. Aksiyonun yanında 70 cilt eser ortaya koymuş. Büyük Doğu’yu yürütmek mevzuunda Salih Mirzabeyoğlu’nun yaptıkları hakkında birkaç şey söylemek ister misiniz?

Tabiî ki önemli bir çabadır anlamaya, açmaya çalışmak. En azından önyargısız yaklaşmak, benimsemek, orada bir hazine olduğunu keşfetmek zaten başlı başına önemli bir özelliktir. Bu da son zamanlarda kaybetmeye başladığımız bir şey. Objektif bir bakış olsa yenileri çıkacak; niye çıkmıyor, herkes kendisini üstad kabul ediyor. Herkes bir kıskançlık duygusu içinde, Üstad dediğiniz kişi ölmüş gitmiş, artık yeni üstadlar var, hatta adının başına Üstadı zorla ekleyerek kabul ettirmeye çalışan rahmetli abilerimiz oldu. Yani “Üstad gitti yaşasın yeni Üstad desenize be birader!” demeyi neredeyse açıkça söyleyecek haldelerdi. Hâlâ da var bunlardan. Dolayısıyla bu çerçevelerden bakınca kıymetli bir değerlendirme ve çabadır.

Salih Mirzabeyoğlu devamlı Üstad’ı anlatırdı. Eserlerinde de her zaman Üstad’a atıfları var. “Üstad öldü yaşasın yeni Üstad” diyenlere tamamen zıt bir şekilde Büyük Doğu ekolüne bağlı çizgisini-istikametini sürdüren biri.

Evet, Allah rahmet eylesin, makamı cennet olsun.

Bu açıdan da Büyük Doğu’yu sevenlerin yolunun Salih Mirzabeyoğlu ile samimiyet noktasında, aynı zamanda da fikrî derinlik noktasında kesişmesi gerektiğini düşünüyorum.

Tabiî tabiî… Hatta “Bu tavrın böyle olması normal değil mi?” diye bakanlara bir cevap olarak şunu söyleyeyim, Üstad’ın cübbesinin içinden çıkmış adları şimdi basın yayın yoluyla da empoze edilmiş insanlar var, isimlerini vermeyeceğim. Birçoğu benim de sevdiğim, hatta memleketten komşularım olan ağabeylerim var. İçlerinden öyle insanlar çıktı ki, artık “Üstad benim” veya “Üstad dönemi bitti” anlamını verecek şekilde Üstad’a tenkidler yönelttiler. Kendilerinin, kendi başlarına ayrı bir tefekkürü temsil ettiğini zannettiler. Halbuki ben biliyorum ki, benden önceki iki nesil, benden sonraki iki nesil, doğrudan doğruya ellerinde ne varsa, yazma kudreti, hitabet tesiri, hepsi ilk ilhamda Necip Fazıl’dan alınmıştır, onun tesiridir. Doğru iman, İslâm yönelişleri de ilk ondan esintilidir. Bunu kabul etmek insanı aşağı düşürmez ki, insanın şerefi olur, insanın hakikatperverliği olur. Doğrusu budur; ama onlar şimdi ne kaynak veriyorlar, ne bir şey yapıyorlar, ne irtibatlarını açıkça söylüyorlar. Hatta Üstad’ın öyle şeylerini anlatıyorlar ki, ya “Üstad bu muymuş?”, “Üstad bu kadar basit bir insan mıymış?” dedirtecek şeyler naklediyorlar. Niye? Altında hep enaniyet var, benlik var. Yani “sandığınız kadar da büyük değildi yahu, daha büyükler geldi işte, anlayın” çabaları var. Bunlar çok tabiî geçersiz, cüce çabalardır. İnsanların herhalde sadece bu sözlere değil, yazdığı eserlere bakması lazım; eserler de önemli değil yaptığı tesirlere bakması lazım, ona göre karar vermeleri lazım.

Bunların psikolojilerini, niyetlerini iyi tahlil ettiniz. Üzüntü verici bir şey, yazık!

Maalesef, keşke böyle olmasaydı daha iyi olacaktı fikir âlemimiz için…

Samimiyetin olmadığı yerde tekâmül de olmuyor, İslâmcı harekete de bunların katkıları olmuyor aslında. Her ne kadar böyle görünseler de…

Evet, hatta olumsuz tesirleri oluyor. Bizleri örneksiz bırakıyorlar, örneksiz eğitim de olmaz, dava da yürümez.

“Necip Fazıl şahlanan bir aslandı.”

İnşallah. Zor olsa da Necip Fazıl’ı birkaç kelimeyle tanımlayabilir misiniz?

Necip Fazıl bir yanıyla masum bir çocuk görünümünde ve tarzında bir yanıyla şahlanan bir aslan vaziyetinde, bir yanıyla etrafı çok kalabalık bir yanıyla etrafı maalesef boş. Çok az samimi dostlara sahip, vatan, memleket, ezan, bayrak, Kur’an deyince sonradan bulmuş olmanın da verdiği bir hasretle, birikimle patlayan bir volkan. Sezâi Karakoç’a da Allah rahmet eylesin. Delikanlı yaşında demiş ki “Üstad’ım o başlığı atmayalım tehlikeli, şu kadar hapis cezası var şöyle yazalım.” Üstad da demiş ki “Yahu ben bir aslanken bunlar fareye döndürmek istiyorlar.”

Kitabınızda da geçiyor.

Böyle bir adamdı, Allah rahmet eylesin, cennette Efendimize komşu eylesin.

Amin. Necip Fazıl’ın fikrî ve mücadele yönü meşhur, insanî yönü hakkında söyleyebileceğiniz bir şey var mı? Çocukken onla müşerref oldunuz, bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Çocukla çocuk, büyükle büyük… Gençlerle ilişkisini yazmıştım. Bir abim vardı lise sonda, ben ise orta sondaydım. Babam bir gazete çıkarıyor, o yazı işleri müdürüydü. Üstad ile bir röportaj yapıyor, konuşurken de bir şeyler bildiğini göstermek istiyor, “Hitler” diyecek, “Hitlerler” diyor. Sanki çok Hitler varmış gibi. “Şimdi Üstad volkan gibi patlayacak” dedim, çünkü bize öyle anlattılar, “Sormadan söylemeyin, Üstad cahilliği affetmez, çoluk çocuk dinlemez” dediler. Meğer öyle değilmiş, Üstad insanî olarak o kadar naif, o kadar ince ki… İki-üç kere bunu tekrarladı, sonra sorusuna cevap verirken dedi ki “Gerçi sen Hitlerler deyip onu çok adammış gibi gösterdin; ama Hitler tek adam olsa da çok adamın gücüne sahipti.” Hem kibarca düzeltti hem de o yanlıştan bir mânâ çıkardı. Yine aynı abi konuşurken “Kral Marks” diyor, Karl Marks diyeceğine… Üstad da “Kral değildi; ama krallara da tesir eden bir sapık fikrin temsilcisiydi.” diye cevap verdi. Kırmadan kibarca düzelten bir adamdı.

“Bir gün Üstad’ın bulunduğu eve benden önce gitmiş, 3 yaşında bir kızım vardı, geldim ki kızımla evcilik oynuyorlar. Çünkü kız, ‘Amca evcilik oynayalım mı?’ demiş. Üstad da ‘tamam’ demiş.” Üstad böyle birisiydi, zannedildiği gibi heyheyleri üzerinde, tepeden bakan, adam beğenmeyen, en ufak bir şeyde haşlayan, duyguları olmayan biri değil. O kime nerede, nasıl davranacağını çok iyi bilen bir insandı. Kükrediği yer de vardı, alçak diye hakaret ettiği bir adam için “alçak demişsiniz bu hakarettir, suçtur” diyene “Evet ben de pişmanım alçak dediğime; çünkü o da bir seviye ifade eder, bu adamlara çukur demek lazım, çukur bunlar demek lâzım.” diye mahkemede cezayı göze alıp şahlanan bir aslandır Üstad. Yani İslâm’ın hem cemal hem celal tarafını çok güzel yaşamış örnekleri vardır.

Necip Fazıl kibirliydi şeklindeki propagandada bu “çukur”ların tesiri olduğunu yeri geldiği için söylüyorum, Üstad’ın ne kadar mütevazı olduğunu, gençlere toleranslı davrandığını, sadece iman öfkesini küfre karşı gösterdiğini, davasında tavizsiz olduğunu biliyoruz. Üstad’ın egosuna düşkün olduğu propagandasını yapanlar, aslında kendi egolarını böylece ortaya koyuyorlar. Bunların ne ilimden ne ahlâktan payı var. Piliçliklerine bakmadan baba horozluk taslıyorlar. İslâmcı harekete de hiçbir katkıları yok. İktidardan kaptıkları makamlarda veya çilekeş müminlerin açtığı yolda dava adamlığı taslayanların İslâmî ahlâka sığmayan halleridir bunlar.

Kitapta bunların söylediklerini yalanlayan birçok canlı örnek var. Bizler onun çocukları yaşındaydık. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden kopup gelmiş üniversite ve yüksek okul öğrencileri; ama o bize bulunduğu makamın büyüklüğünü hiç nazara almadan “evimin kapısı size hep açık” diyen, gitmeyince “niçin gelmediniz?” diye kızan, yediren, içiren bir adam. Şimdi mütevazı olduklarını iddia eden ve Üstad’ı kibir ile itham edenlerin hangisi bunu yapabiliyor? Hangisinin kapısı bu kadar açık, hangisi Anadolu çocuklarına bu kadar sahip çıkıyor. Üstad’ın yazıhanesinin kapısı ardına kadar açıktı. Şimdi üniversite talebeleri bile okulda hocalarıyla görüşmek istediğinde “derste sorun ne soracaksınız” diye cevap alıyorlar. Şimdi bu adamın tenkidini ben dikkate alır mıyım?

“Maalesef İmam-ı Âzam Hazretleri hiç bilinmiyor.”

Mülakatımızın sonuna gelirken şu husustan da kısaca bahsedelim. Siz, mezhep imamımız İmâm-ı Âzam Hazretleri hakkında bir kitap yazdınız. İmâm-ı Âzam Hazretleri yeterince biliniyor mu?

Maalesef hiç bilinmiyor. Ben en azından ismi biliniyor diye ümid ediyordum. Maalesef ismi de yavaş yavaş hafızalardan siliniyor. Daha doğrusu mezhep imamı olarak gençler tarafından bilinmediğini tesbit ettim. Çok üzüldüm. Mahallemizde çok güzel bir cami yapıldı, inşallah benim de bir katkım olmuştur. İsmi İmâm-ı Âzam Camii… O zaman İmâm-ı Âzam Camii İstanbul’da iki taneydi. “Olmaz İstanbul’da bu isimde 10 cami olmalı.” dedim. Camiye İmâm-ı Âzam’ın hayatı hakkında iki paragraflık bilginin olduğu bir levha yapılmasını istedim. Müftümüz, “Ne gerek var efendim İmâm-ı Âzam’ı bilmeyen mi var?” dedi. “Bir Cuma günü araştırma yapalım.” dedim, “Cuma camiye yeni gelenler olur, bilmeyen çıkar, bir ikindi vakti yapalım.” dedi. Bir ikindi vakti iki saf cemaat, yaş ortalaması 40 ve üzeri. Cami girişinde tek tek “Bu caminin adı nedir?” diye sorduk. Bazıları “Adı bir büyüğün adıydı.” diye cevap verdi. Bazıları “İmâm-ı Âzam Camii” dedi, onlara “Kim bu İmâm-ı Âzam?” diye sorduk. “Herhalde büyük bir adam, küçük olsa verirler miydi?” diye cevaplar aldık. Caminin sürekli cemaatinden İmâm-ı Âzam hakkında üç cümle söyleyebilen üç kişi çıktı. Onun üzerine oraya İmâm-ı Âzam’ı tanıtan bir levha asıldı, hiç olmazsa temel bilgileri yazdırdık. Onun için bendeniz konferans davetinde bulunulduğunda vefat yıldönümüne denk gelen mayısın ilk haftası oldu mu, hemen teklif ederim, “konumuz ‘Bir Yeryüzü Yıldızı: İmâm-ı Âzam’ olsun mu?” Tabiî bunlar bizim insanlarımız, STK’lar vesaire… Hemen telefonun ucundan ses kesilir. Niye? Çünkü “İmâm-ı Âzam’ı kim okur, kim dinler hocam, böyle konferans olur mu?” diye düşünürler, “Hocam bizim kitlemiz gençler, o bakımdan…” diye konuyu değiştirmek isterler. Israr edip gittiğim zaman da, “Hocam İmâm-ı Âzam ne büyük adammış.” derler. Büyüklüğü isminden bellidir, bu lakabın verildiği ikinci bir imam var mı? İmâm-ı Âzam’ın toplumdaki durumu budur efendim.

Başta konuştuğumuz üzere, Üstad’ın “reformcular” dediği, kendi enaniyetiyle ortaya çıkan, geleneğin ve Ehl-i Sünnet’in karşıtı, biraz da Selefîliğe bulanmış zihniyetin bu meselede etkisi olduğunu düşünüyorum.

Tabiî ki… Ama daha ziyade Müslümanların gafleti… Okumayan, dinlemeyen, okuyanların da artık sade suya tirit şeyler okuduğu, doğru görünümlü yanlış şeyler ihtiva eden… Önceden “eline kalem alan yazıyor” diyordum. “Hocam bu tabiri değiştir, artık yazmak için eline kalem almaya bile gerek kalmadı, artık internetten indiriyorlar.” dediler. Kimse zahmet çekmek, emek vermek istemiyor. Bir de tenkidim var, bir roman aşkı peydahlandı bizde. İmâm-ı Âzam roman konusu, Mevlâna roman konusu, Peygamber (s.a.v.) bile roman konusu! Neresi doğru, neresi yanlış, neresi kurgu birbirine karışıyor. Öyle tehlikeli bir hâl ortaya çıkıyor ki, bizim insanımız da seçemiyor, “Okuduğum romandır, hepsi doğru olmaz.” demiyor, hepsini doğruymuş gibi algılıyor, ortaya büyük bir yanlışlık çıkıyor.

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Rabbim, geleneğinden, köklerinden ayırmasın, Üstad’ın tabiriyle ruh köklerinden kopmamış gençlerimizin sayısını ve kalitesini artırsın, inşallah.

Ağzınıza sağlık, teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.

Baran Dergisi 781. sayı