Bir dava, uğrunda ölenlerle yücelir. Bu mânâda şehidlerimizden bahis açmak istiyorum. Salih Mirzabeyoğlu ve Metin Yüksel irtibatını sormak istiyorum.
Doğrudan, direkt bir irtibatı yoktu. Gölge bağlısı bir gençti. Yani her gün Gölge’deydi, her gün Kayalarla, sizlerle birtakım aksiyonların içindeydi.. O bakımdan Kumandan da Metin’i isim olarak filan da duyardı, sorardı, söylerdik, o kadar. Onun dışında direkt irtibatı yoktu.

Tamam, zaten Gölge’yle irtibatını da soruyorum.
Gölge ile irtibatı... Hüsnü’yle beraber daha kurs öğrencisiyken geldiler. Boyları posları daha gelişmemiş, kafalarında takkeleri, sırtlarında yeşil cübbe bir karış iki tane çocuk nefes nefese, heyecan içinde geldiler dediler ki “Biz dergi almak, dağıtmak istiyoruz Fatih’te.” Herhalde 14-15 yaşlarındaydılar.

Fatih Akıncıları’nda mıydı o zaman, kurmuş muydu? 
Yok, çok daha sonra kuruldu. Ondan sonra aldı yürüdü zaten. 

Daha sonrasını biraz daha anlatır mısınız...
Ondan sonra artık devamlı gelip gittiler. “Ben muhabir olayım abi bana kart ver.” diyordu.. Bir gün çatışmada yaralandı, hastaneye götürmüşler, ben de fırladım gittim hastaneye, kapıdan girdiğimi görünce yaralı hâlde yataktan kalkmaya filan çalıştı. “Kalkma” dedim, “Abi ben bir şey yaptım beni affedecek misin?” diye sordu. “Oğlum ne oldu?” diye sorunca, “Polise, size sormadan Gölge’nin muhabiri olduğumu söyledim.” dedi, ben de “Nerelerden dönmüşsün şimdi bu mühim mi? Hem Gölge kartına da hak kazandın” dedim. Işığı olan gençlere fahri muhabir kartı verirdim... Tanzim edip onunkini hastaneye gönderdim... Velhasıl Gölge dergisine gidip gelirken büyüdü. Ondan sonra , Akıncılar iyice ortaya çıktıktan sonra, Fatih’te bayağı inisiyatifi ele aldı. Akıncı gençliği demetleyen, fikirde ve fiilde örgütleyen Gölge dergisinde poster olarak verdiğim şeylerin hepsini Fatihteki yurdun cadde duvarına, beş-on metre boyunda, sloganlarıyla, desenleriyle birlikte çizerdi. Bu çizimleri her sayı yeni poster çıktıkça değiştirirdi... Vefat gününü daha önce de anlatmıştım. İzmir’den aksiyondan geldi. “Abi eve gidip bir duş alayım, bir saat uyuyayım, cumayı kılar gelirim. Gelince daha tafsilatlı rapor veririm.” dedi. “Tamam yavrum.” dedim. Bir gitti ondan sonra şehadet haberi geldi.


Dergiye mi gelmişti?...
Dergiye geldi.

Akıncı Güç... 1979 21 Şubat tarihi oluyor...
Evet. Cuma sabahı geldi, “Tamam hallettik orayı da, ama çok bitkinim bir gidip kendime geleyim, cumayı kılar gelirim.” dedi. Görüş o görüş oldu.

Çeliktepe’de şehid olan Gürsel Kabadayı ile alâkalı hatırladıklarınız var mı?
İsmi ve simasını hatırlıyorum. Çok hareketli-bereketli günler idi. Aksiyoncu gençliğin temelleri atılıyordu Gölge ve Akıncı Güç ile. Sürekli gelip dergi alıyorlardı, dergi alırken de daha çok kardeşim Kaya ile muhatap olmuşlardır...

Libya temsilcisi var Gölge’de, Cemal Havuzoğlu. Mardin’de 28 Ağustos 1978’de arkadaşı Ahmet Hattaboğlu ile beraber kızılkuyrukçularla çatışırken şehid düştü.
Hatırladım, ama onla ilgili detaylı bir bilgim yok. Haber filan geçmişti dergide, kullanmıştık. Zaten 75-77 yılları arasında Libya temsilcisi, zannediyorum 78’de geliyor ve şehid düşüyor. O arada dergi de çıkmıyordu.

Aslında onu bir derli-toplu bir organizasyon yapsak da “şehidlerimiz” gibi bir organizasyonla o arkadaşları bir yâd edip rahmet dilesek...


Güzel olur aslında. Akıncı Güç’teki şehidlerden bazılarını sayalım bu vesileyle; A. Haşim Sönmez, Orhan Ünal, Celil Yıldırım, Salih Kara, Gürsel Kabadayı, Mustafa Emeksiz ve diğerleri. 1991-1997 arasında Taraf ve Akıncı Yolu dönemindeki şehidlerden bazı isimler; Ahmet Öztürk, Ahmet Alan, Cahit Ayaz ve diğerleri... Hepsine Allah rahmet etsin... 12 Eylül’de Akıncı Güç kadrosu olarak gözaltına alındığınızda neler soruldu, hatırlıyor musunuz?
Ağırlıklı olarak, Üstad ve Kumandan için yüklendiler bana. “Onlardan emir alıyorsunuz, irtibatınızı biliyoruz, onlar size talimat veriyor”, “Üstad’ın verdiği emirleri söyle” gibi şeyler, anlatabiliyor muyum, Üstad’a bağlayacaklar işi. Kumandan’ı zaten arıyorlardı. Bir de İKP-C’nin yayın organı Huruç ağırlıklıydı. Dergiyi kim çıkardı, muhtevasını, sayılarını vs. soruyorlardı. Yüksek İslâm Enstitüsü boykotlarını da sordular; ama o çok ağırlıklı değildi, çünkü bitmişti zaten. Bunun dışında çatışmalarla, mühimmat olayları ve Anadolu’ya dağıtılmasıyla alâkalı sorular sordular.

Ötekiler söyledi sen niye söylemiyorsun diye yemlediler; böyle hikâyeler vardır ya, o tip şeylerle, ama canımızı okudular yani.


Bombalama, korsan gösteriler, yürüyüşler, silahlı kamplar...
Tabiî... Bombalamalar, bombalı pankartlar, askerî gerilla eğitimleri neler neler. Bilhassa annemin köyü olan Balaban köyündeki... Oysa ki İzzet’le bunaldıkça; annemin büyük dedesi Batum kalesi dizdarı Ferhat Ağa’nın Abdühamid Han’ın yurtluk olarak verdiği yere kurduğu bu köye giderdik. Deresinde ķırmızı benekli alabalık tutar, kıyısında atış yapardık. Tilki Günlüğü’nde de vardır. Balaban deresinin o günkü halini yağlı boya olarak da resmetmiştim...

12 Eylül Samandıra Askerî Kışlası’nda Akıncı Güç kadrosu olarak bütün işkencelerden sonra Allah’ın yardımıyla çıkınca Üstad’ın takdirleri olmuştu galiba? Bundan biraz bahseder misiniz?
Takdirinde ‘Bir Büyük Doğucudan ne beklenirse onu yaptınız’ iması tütüyordu buram buram...Bundan büyük takdir mi olur...

Akıncılar ile alâkalı Turan Feyizoğlu diye soldan birisi bir kitap yazdı. Akıncılar ve Ak-Gençlikten AKP’ye isimli bu kitapta diyor ki, “Salih Mirzabeyoğlu ve Gölge, Akıncıların doğuşunda ve oluşumunda başrol oynamıştır.”
Dışarıdan bunu görebilmesi güzel bir şey. İçeri(!)dekilerin kulakları çınlasın...

1970’li yılları nasıl değerlendirirsiniz?
1970’li yıllar hem sağ hem sol açısından sığ bir zeminde, verimsiz itiş-kakışların yaşandığı yıllar idi. İslâmî kesim en koyu hamaseti retorik hâline getirip fikir yerine propaganda üretmeyi mesele konuşmak zannederken, Türk solu da militarizme dayanmayan bir sol hareket olabileceğini hiç aklına getirmedi. Bunların tek istisnası, resmî ideolojinin nasıl aşılacağının arayışı içinde olan tek hareket Salih Mirzabeyoğlu’nun Gölge dergisiyle başlattığı hareket oldu. 

Sizin Akıncıların ilk kuruluşunda Ankara’ya gitmeniz, Kumandan ile bunun kararını vermeniz... Kısaca anlatabilir misiniz?
Daha önce de anlattım. Gençliğin Ülkücüler ve Devrimciler diye paylaşılmasından dolayı Müslüman gençlik güme gidiyordu. Komünistlere gidemedikleri için de ülkücülere gidiyorlardı. Bu bizi çıldırtıyordu, elimizden de bir şey gelmedi, anlattık anlamadılar, en sonunda kendi çabamızla bir dergi çıkarıp orada Akıncı ismini öne çıkararak işe başladık. Önce Akıncı ismini öne çıkardık, arkadan bir iki yerde teşebbüsler oldu. İnsanlar toplanmaya, dergiye yazmaya başladılar. Bizzat gelip, “Biz Akıncılar diye bir teşkilat kurmak istiyoruz, ne yapmamız gerekiyor.” Bu gelip gitmeler yekûn tutunca Salih Mirzabeyoğlu dedi ki, “Maya tuttu… Git bunları Ankara’da anlat, bütün kurulan derneklerin listesini ver. Ankara’da bir merkez kurulsun, bir gençlik teşkilatı oluşsun.” Bunun üzerine ben de bir bond çantası evrakı alıp Erbakan’ın yanına, Genel Merkez’e gittim. Bir türlü ona anlatamamıştık, olanları gösterdik. İşte bunun üzerine Akıncılar genel merkezinin kuruluşundaki o meşhur lafları söyledi, “Allah sizlerden razı olsun, şimdi Sanayi Bakanlığı’ndan Tevfik Rıza Çavuş kardeşimizi, bir başka bakanlıktan İhsan Kandemir kardeşimizi görevlendireceğiz. Herkes bir genel merkezde toplanacak.” dedi. “ Hayırlı olsun.” deyip çıktım , döndüm. Hadise bu.

İşi pişirip teslim ettiniz yani… Dava yürüsün yeter ki…
Dava o idi zaten. Gençleri ruh köküne uygun bir çatı altında toplamak. Bütün derdimiz bu idi.

Erbakan baktı, ikna oldu; burada bir rağbet, popülerlik var bunu da gördü. Kendisinin, partinin de böyle bir gençlik teşkilâtına ihtiyacı vardı.
Böyle bir potansiyel var. Elden kaçırmayalım, kontrol altında tutalım. Partinin faydasına kullanalım; nitekim öyle yaptı. Yani şahsiyetli, kendi ayakları üzerinde duran bir gençlik yapılanması yerine, partinin gençlik teşkilatının yanına bir gençlik teşkilatı daha yapıştırdı. Ondan sonra da 80 darbesinden sonra da “biz tanımayız, etmeyiz” diye perişan ettiler çocukları içerlerde. Neyse bu işin acı tarafları…

28 Şubat’ta aynı tavrı gördük aslında… Erbakan Hoca ile başka temaslarınızdan bahseder misiniz?
O zamanlar şimdiki gibi sürekli gidip gelinemiyordu. Uçak bileti yollardı, çağırtır, çeşitli meseleler konuşurduk. Hatta Metin Yüksel’in şehid olduğu gün yine bir vesileyle Ankara’ya çağrılmıştım. Yoğundum. Kardeşim Kaya’yı yollamıştım. Kaya gidip, özel kalemde beklerken Metin Yüksel’in şehadet haberi gelmiş. Duramamış.. Not bırakmış, hemen geri İstanbul’a dönmüştü.

Biz boykotlar döneminde ceza almıştık. Okuldan süresiz atılmıştık. Erbakan hoca ile görüşmemizi hatırlıyorum. Bizi dinledi, “Ecir var kardeşim, Allah razı olsun.” dedi. Kucaklaştık, bizi öptü, çıktık geldik. Hepsi bu.

Onun adı-lakabı yakın çevresinde “bal dudak” idi. Konuşup da kafaya almadığı adam enderdi.
Çok az kişi bilir bu lakabı, Allah rahmet eylesin.


Üstad’ın bu olaylar sırasında durumu neydi?
Üstad’ın bu olayda dahli yok. Zaten Büyük Doğu’dan beslenmiş, nasiplenmiş has gençlik amacıyla MSP’yi saran çevreyi aşarak, bir yazısında bahseder, hatırlarsanız…

“Bana antipatik gelen zümre adlarına rağmen onları (Akıncı Güç) göğsüme bastım” şeklinde bahsediyor Üstad...
Evet. MSP gençliğinden bir zümre kendine has duruşuyla dimdik durarak Büyük Doğuculuğunu ilan ediyor, şeklinde de ifadesi vardı. O yazısında MSP’nin kabuğunu kırdığını belirtiyor. İdeolocya Örgüsü’ne ek olarak Akıncı Güç Kadrosuna İthaf yazısını yazmasının sebebi de bu.

Akıncı Güç çıktıktan ve onun çizgisini görüp Üstad’ın Kumandan’ı davetinden sonra...
Tabiî. Meramımızı anladıktan, Kumandan ve Akıncı Güç kadrosunu gördükten sonra. Yoksa hariçten görüp duyup hakkımızda bir şeyler yazacak, böyle coşacak biri değil Üstad. Birlikte kapandığımız odasından bambaşka biri olarak çıktı.

Gençleşti, dinçleşti, çok heyecanlandı. Hatta Abdullah Gül şaşkın şaşkın yanıma gelip, “Ya siz Üstada ne yaptınız? Daha önce Üstad’ın koluna girerdik yürümeye kalktığında… Şimdi elimizi uzatınca vuruyor tutmayın diye… Ne yaptınız arkadaş siz Üstad’a?” demişti.


Sonra Üstad, Büyük Doğu yayınlarına Kumandan ile birlikte gitmeye başladı.
Zaten daha öncesinde bırakmıştı Büyük Doğu’ya Cağaloğlu’na gitmeyi… Elini ayağını çekmişti. Mekan kapalı duruyordu. İlk konuşmalarımızdan sonra dedi ki, “Beni muntazam olarak her sabah Büyük Doğu’ya ikiniz götürüp akşam getireceksiniz. Başka kimseyi istemiyorum.” dedi.

“Emredersiniz Üstadım” dedik. Allah rahmet eylesin, arka koltuğa oturma huyu da yoktu. Nasıl sancılar çekiyorduk. Ön koltuğa, Salih Mirzabeyoğlu’nun yanına oturuyordu. Tam cephede, Allah korusun bir şey olursa diye arkasında ne yapacağımı şaşırırdım. Bizden sonra bir gençleşti Üstad, merdivenlerden patır patır inip çıkıyordu, koluna biri girsin diye beklemiyordu.


Dev-Sol’un da ölüm tehditleri vardı, ondan da biraz endişeliydiniz değil mi?
Tabiî ki… Biz Üstad’a rüzgar değer diye endişeliydik. Zaten o ölüm listesi çıktıktan sonra etrafında nöbetler tutmaya başladık. Biliyorsun, etrafını bekledik, asker tertibat almaya kalktı, Üstad "İstemem benim ordum var!" dedi.

12 Eylül sonrasında Üstad devam etti.
Tabiî ama tadı tuzu kaçtı her şeyin. Öyle bir coşkuluyduk ki, günlük gazete çıkartmayı ve teşkilâtlanmayı plânlıyorduk. O da resmen gençleşmişti, otuz sene geri gitmişti yâni. Resmen genel komutanlığa geçip tadını çıkaracağı havayı soluyordu ki, 12 Eylül ve arkasından pörsüyen şeyler...

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve Üstad Necip Fazıl'ın tanışmasına dair ilk intibalarınızı anlatır mısınız?
İlk ânı biliyorsun, Üstad'ın misafiri olduk, yemek yedik beraber. Güzel bir geceydi, vedalaştık.

Arkasından "Bana gelin!” dedi. Gittik, uzun uzun konuştuk, konuşmanın sonunda “İkiniz benimle sürekli temasta olacaksınız." dedi. Salih Mirzabeyoğlu ve bana yâni. Sonra her cumartesi evinde bir araya gelmemizi istedi.

Peki Kumandan, Üstad tarafından ilk çağırıldığında neler hissetmişti?
Kumandan'ın ayakları yere basmıyordu. Her şeyiyle bağlı olduğu, ruh kaynağı olan biri tarafından tanınmak, davet edilmek, anlaşılmak, hatırlanmak nasıl bir şey düşünsenize bunu. "Seni unutmayacağım!" denilmiş bundan yıllar önce bir konferansta gencecik çocuk için.

Eskişehir konferansı sonunda Üstad’ın Kumandan’a henüz 15-16 yaşındaki delikanlıya, “Seni hiç unutmayacağım!” sözünü hatırlatıyorsunuz galiba?
Evet... Dolayısıyla aşk bu işte... Aşığın, maşuk karşısındaki hâlini bilmiyor musun?.. Dil, el- ayak tutulur, nefes alınmaz, ateş basar, korku hissedilir. Aşkın verdiği korku. O müthiş bir şey. Çok uzun süre devam etti o hâl Kumandan'da. O korkuyu da yenmesi çok zor oldu. Sonraları tabiî kendini rahat rahat ifade etmeye başlayınca, Üstad onu dinlerken "Bana anlatıyorsun bunları, başka kimse anlamaz!" demişti, "Bunları şekere bula öyle yaz, yoksa kimse anlamaz, sen sadece bana yazıyorsun." diye ilave etmişti. Kumandan da, "Tamam Üstad'ım" dedi, ama Mirzabeyoğlu'nun tarzı-üslubu öyleydi. Uçtuğu seviye bir başkaydı. Ne yapacaksın?.. Neticede Kumandan yapabildiği kadar alçaktan uçtu, anlaşılsın diye...

Peki Üstad, "Bütün dertleriyle bendedir kalabalıklar." derken neyi kastediyor? Bir ara sizinle bu meseleyi konuşmuştuk...
Şu anda, İslâm âleminin hâli ortada, son derece muzdarib. Müslümanlar şu an işkence çekiyor, inim inim inliyor. Fakat sebebini dahi bilmiyor. Ne bilgisi var, ne meseleyi çözmeye dair bir cehdi var... Sadece onu yaşıyor... Bilmiyor. Anlatabiliyor muyum? İşte Üstad, o kalabalıkların, o insanların buhranını yaşayan , kaynağını teşhis, tedavisini tespit eden insan. İşte o yüzden "Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş fikir çilesinden büyük işkence.” diyor. Bütün ömrü işkenceyle geçmiş bir adam... Üstad, yığınların ıstıraplarının sebebini görüyor. Yığınlar onun farkında olmadan dolaşıyorlar ortalıkta...

Yığınların duymadığı dertleri Üstad duyuyor öyle mi?
Tabiî, tabiî, hem de onlar adına. Dertlerinin kaynağını, sebebini, çözümünü... Bütün benliği buna odaklanmış durumda. Kalabalıklar bunun farkında bile değil, canı acıyor nedenini bilmiyor... Kaybettiğini zannettiği reçete cebinde, ama bilmiyor.
Üstad işte bu hakikati üflemeye çalıştı, ömrü o yolda geçti. Üstad'ın "Destan Şiiri"nin girişini hatırlayalım:

"Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! 
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden, 
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden, 
Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!"
Üstad'ın ömrü haykırmakla geçti...

Şunlar-bunlardan ziyade şunu sormak istiyorum; Üstad ve Kumandan hakkında, kalbinden gelerek, rutinin dışına çıkarak neler söyleyebilirsiniz? Hülâsa eder misiniz?
Benim içi boş hayatımı, mânâ ve ruhla dolduran iki muhteşem şahsiyet. Birinin manevi evladı, diğerinin yarım asır gönüldaşı-yol arkadaşı-kardeşi olma nasibi... Şeref madalyamı da söyleyeyim mi sana? Büyük Doğu’daki odasında karşılıklı oturmuş matbaadan gelen formaların tashihini yapıyorduk. Üstad’ım birden coşup eliyle kapıyı göstererek “Onlar kanımdan evlatlarım, siz canımdan.” demesi olmuştur. 

Bu iki kişiyi çek aradan, ruhsuz bir ceset kalırız... Bunun nimetini bilmemek de herhalde...
Onu bilmemek de eşeğin şeddelisi olmaktır herhalde. İnsan, ruhunu besleyen nimetin farkına varmaz mı?.. Üstad ve Kumandan ruh kaynağıdır. Bu iki nimet insanın başına nadiren gelir... Ruhunu besleyen kaynağı yok sayan şerefsizdir.

Salih Mirzabeyoğlu’nu en yakından tanıyan kişi olarak, kendisi nasıl bir evlat nasıl bir arkadaştı?
Hayırlı evlat tarifinin gerçek sahibiydi. Babası Muammer Amcaya çok büyük saygısı ve sevgisi vardı. İsmiyle müsemma annesi Sabriye Teyzeye sevgisi sonsuzdu... Yıllar yılı aynı evin çocukları gibiydik. En ufak bir ses yükseltmeye bile şahit olmadım... Ablası ve kardeşlerine müşfik ve koruyucuydu... Arkadaşlığına gelince; vefalı, sağlam, güvenilir, dürüst, tertemizdi...

Arkadaşı için gözünü kırpmadan ölüme yürüyebilirdi... Kavgada arkanda ise, arkanı bir an bile düşünmene gerek kalmazdı... Ömrü boyunca tertemizdi. Bunca yıllık ömrümde hem içi, hem de dışı onun kadar temiz bir Müslüman tanımadım...

Kumandan hayatınızda nasıl bir rol oynadı?
Kumandan’ı şahsen veya eserlerinden tanıyanlar olarak, artık hiç birimiz onu tanımadan önceki biz değiliz.

Kumandan’ın misyonu, çilesi ne idi? Onu böyle ileri atılmaya iten ne oldu?
Taşıdığı önemli fikrin mesuliyetini biliyordu. Bu da onun için dayanılmaz bir çile idi. Çünkü bu tür insanlar taşıdıkları fikrin sorumluluğu ile yaşamak zorundadır. Gece-gündüz demeden, 24 saat o fikri düşünmek ve bu vazifeyi yerine getirmek endişesi ile yaşamak insanı rahat bırakmaz. Büyük çiledir bu. “Aydın çağından mesuldür.” sözünün sahici ve çilekeş misalidir Salih Mirzabeyoğlu...

İslâmi hükümlerin esas ve hikmetleri diye bir şey diyeyim, tevafuk olmuştu. Üstad ile bunu bağla demiştim size hatırlıyor musunuz?
Sen şaka-maka röportajı şeye getirdin ya hu. (Yalçın Turgut ve Kâzım Albayrak burada gülüşüyor) Mutlak Fikir kaynaklı Tatbik Sistem Fikri’nin “nasıl” buudu Büyük Doğu, “niçin” buudu İbda’dır... Al sana İslâmî hükümlerin esaslarından kıl kadar şaşmayan bir dünya nizamı vazeden Büyük Doğu İdeolocyası; al sana hikmetlerini kütüphanelik çapta ortaya koyan İbda... Gerisi muhatap olan anlayışa kalmış..

Evet, iş en sonunda imân ve aşk boyutuna geliyor. Sohbetimizi oraya bağlayalım. Üstad'dan ve Kumandan'dan her şeyden önce insan olma-Müslüman olma ve dik duruş öğrendik...
Eyvallah...
2013’te İzzet’e ithafen karaladığım satırlar:
Sen binbir işkence altındayken zindanda
Kendi derdinden bihaber ümmet yüzünden
Sen tül kanatlı kelebek, muhteşem kartal
Aşk olsun, bir an bile dönmedin sözünden 
 
Çullanırken küfrün piyonları topyekûn
Kaleydin İslama muhatap anlayışa
Dünya durdukça nesiller selam duracak
Bir ömrü böylesine şerefle yaşayışa
 
Ey fikirler hakanı, gönüllerin sultanı
İbda’nın niçin’ini dilinden öğrendiğim
Rahman olan Allah’a hamd ve şükürler olsun
Ömrümce yakın dostluk onuruna erdiğim


Baran Dergisi 696.Sayı