26 Eylül 1932 tarihinde gerçekleştirilen Türk Dil Kurultayının ne olduğunu, niçin yapıldığını öğrenebilir miyiz?

Cumhuriyetin ilanından sonra kültür meseleleri üzerinde duruldu. Ondan sonra da Türk dilini dikkate aldılar. Daha doğrusu Türk dilini inceleyebilmek için Türk Dil Kurumunu kurdular. Çünkü bir milletin varlığı, yaşaması ancak diliyle ve diğer kültür değerleriyle mümkün. Milletlerin hayatlarında dil ve din çok mühim. Bu iki unsurdan hangisi daha mühim diye sorarsanız size hiç tereddüt etmeden dil daha önemli derim. Çünkü dini anlatmak için de zengin bir dile ihtiyaç vardır. Cumhuriyetin ilanından sonra Türkçeye karşı birtakım hücumlar oldu. Bunun sebebi İslam düşmanlığından kaynaklandı. Yani dine düşman olanlar aynı zamanda dilimizin de bozulmasına gayret sarf ettiler. O bakımdan Türk Dil Kurumu önce çok iyi niyetlerle kuruldu; fakat Türk Dil Kurumunun kurulmasında başlangıçta bir takım yanlışlıklar yapıldı. Şimdi Türkiye’de Atatürk’ü tenkit etmek ve Atatürk düşmanlığı birbirine karıştırılıyor. Ben Atatürk üzerine 101 kitap okudum. O bakımdan çok açıklıkla söylüyorum, Atatürk’e karşı suret-i katiyeyle düşmanlığım yok; ama Türk dilinin önemini ortaya koymak, anlatmak bakımından Atatürk’ün birtakım yanlışlarını da ortaya koymak durumundayım. Türk Dil Kurumu teşekkül ettiği zaman dilimizin üzerinde birtakım çalışmalar yapıldı. Atatürk'ün Türk dili üzerinde üç ayrı görüşü oldu. Üç görüşün ilk ikisi ummanları dolduracak kadar yanlıştır. Fakat hiç kimse cesaret gösterip bu yanlışları ortaya koyamıyor. Çünkü Türkiye'de 2021 yılında tenkitle düşmanlığı birbirine karıştıran cahil adamlar var. Atatürk’ün 3 ayrı dil anlayışından ikisinin çok yanlış olduğunu söylüyorum. Bu 2 dil anlayışından biri, Atatürk'ün 1932-1934 yıllarında benimsemiş olduğu dilde sadeleşme hareketidir. Yani Atatürk dilimize Arapçadan ve Farsçadan giren bütün kelimelerin dilimizden çıkarılıp atılmasını, onların yerine öz Türkçe kelimelerin konulmasını istedi. Hiç kimse Atatürk’e, “Paşam biz bin yıldan beri Müslümanız, bu sebepten dilimize elbette Arapçadan ve Farsçadan birtakım kelimeler girecektir. Müslüman halkımız için biz elbette cennet, cehennem, sevap, günah, Azrail, Allah, peygamber kelimelerini kullanacağız.” diyemedi. Atatürk'ün emrine uyarak sadeleşme, daha doğrusu özdeşme yoluna gittiler. 2 yıl sonra Türk dili tamamen çıkmaza girdi. İnsanlar birbirlerini anlayamaz hâle geldi. Bizzat Atatürk, Falih Rıfkı Atay’a “dili bir çıkmaza sapladık” demiştir. Bu işi ben başkalarına bırakmam ve dili çıkmazdan ben kurtaracağım dedi ve 1934 yılında dilde tasfiye hareketinden yani “öz Türkçe” hareketinden vazgeçti.

Bu yıllarda Atatürk'ün benimsemiş olduğu dil Türkçe meselesi son derece doğru bir görüştür. Bu görüşe göre Türkçeleşen Türkçedir. O bakımdan 1934-1935 yılında Atatürk hem Nutuk’u hem de Gençliğe Hitabesini Türkçeleşen Türkçedir inancıyla yazdı.

Güneş Dil Nazariyesinden bahsedebilir misiniz?

1935 yılında Atatürk’e Avusturya’dan Dr. Phil. Hermann Kvergić isimli bir dil heveskârı Türkiye’ye geldi. Kendisini bizim edebiyatçılarımızdan birisi Atatürk’e çıkardı. Kvergić Atatürk’e bu Güneş Dil Nazariyesini izah etti. Dedi ki, “Paşam, ilk insan güneşi gördüğü zaman ‘a’ seslisini telaffuz etti. Sonra ‘aa’ demeye başladı. Daha sonra yumuşak g harfini buldu ve ‘ağ ağ’ demeye başladı. Sonra bu ‘ağ’ hecesine yeni birtakım heceler ilave etti. ‘Ağarakra, ağarakra’ diye bağırmaya başladı. Belirli bir zaman sonra bu ‘ağarakra’ heceler topluluğundan bazıları ‘ankara, ankara’ demeye başladı.” Yakup Kadri Karaosmanoğlu götürmüştü kendisini Atatürk’e. Yakup Kadri ile ben bir röportaj yapmıştım. Bizzat kendisinden dinledim. Kvergić, Güneş Dil Nazariyesini böyle açıkladığı zaman ben sandım ki Atatürk diyecektir ki, “Efendi ilk insanla günümüz arasında 500 milyon yıllık bir zaman dilimi var. Sen ne biliyorsun ilk insanın güneşi gördüğü zaman ‘aa’ dediğini. Ne biliyorsun ‘ağ’ hecesini telaffuz ettiğini. Ne biliyorsun ‘ağanakra ağanakra’ diye bağırdığını. Yanında mıydın, elinde bir kâğıt kalem mi vardı onun hecelerini tespit ettin de bugün bize açıklıyorsun? Dediklerinin hiçbiri ilmi değildir ve bunu kabul edemeyiz.” Fakat demedi. Kvergić’in bu açıklamasına Atatürk bayıldı, bayıldı, bayıldı ve emir verdi; Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde Güneş Dil Nazariyesi resmen okutulmaya başlandı. Bu emirle birlikte1935’ten 1940 yılına kadar okutuldu.

1940 yılında Ankara’da bir Türkoloji kongresi toplandı. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen bu bilim adamları bizim bu Güneş Dil Nazariyesini kaldırıp kaldırıp yere çarptılar ve onlara hiçbir cevap veremedik. Bizim ilim adamları gidip devrin cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü’yü gördüler. “Paşam” dediler, “Bu Güneş Dil Nazariyesi dolayısıyla Batılı Türkologlar karşısında çok güç durumda kalıyoruz, cevap veremiyoruz. Ne yapalım?” İnönü emir verdi ve Güneş Dil Nazariyesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nden kaldırıldı.

Ben bunları okuduğum, bildiğim için söyledim fakat en yakın arkadaşlarım benim bu açıklamalarımı anlayamadılar. Dünyanın en ahmak adamlarının kafasıyla beni düşmanlıkla suçladılar.

Biz düşmanlıkla tenkit etmeyi birbirine karıştırıyoruz. Öyle sanıyorum ki, bu cehalet içerisinde uzun yıllar kalınmayacaktır. 100 yıl sonra Atatürk’ün de bir insan olduğunu, birtakım yanlışlar yapabileceğini kabul edecekler. Mesela Atatürk’ün bu yanlış dil anlayışını uzun yıllar sonra rahatlıkla ortaya koyacağız. 2021 yılında bunları ortaya koymak kolay değil. Çünkü dünyada en az okuyan milletlerden birisiyiz. Atatürk’ü de çok az okuduğumuz için bilmiyoruz. Birisi Atatürk’ü tenkit ettiği zaman onu Atatürk düşmanlığıyla suçluyoruz.

Dile yapılan tüm bu müdahaleler Batılılaşma uğruna mı yapıldı?

Evet, Batılılaşmak istedik. O bakımdan Batı’nın çeşitli görüşlerini dikkate aldık. Kanunlarımızı Batı kanunlarına göre değiştirdik. Birtakım sıkıntılar meydana geldi. Atatürk’ün takip etmiş olduğu inkılaplar tamamen Batı’dan alınmıştır. Kanunlarımız tamamen Batı kanunlarından tercüme edildi. Uzun yıllar bunun da büyük sıkıntısını çektik.

Dille oynamanın sonuçları ne oldu. Ne gibi zarara uğradık?

Bunu size bir misalle açıklamak istiyorum; ben bir tarihte İngiltere’ye gitmiştim. Bir gemi seferinde geminin kaptanına “Şekspir’i okuyor musunuz?” diye sordum. Bana, “İngiltere'de Şekspir okumayan kimseye aydın nazarıyla bakılamaz. Elbette okuyoruz.” dedi. “Az önce bana kızınızdan bahsettiniz. Kızınız da Şekspir okuyor mu?” dedim. Kol saatine baktı ve “Kızıma Şekspir İngilizcesi öğretmek için tutmuş olduğum öğretmen şu anda evimde kızıma Şekspir İngilizcesi hakkında bilgi veriyor.” dedi.

İngiltere hükümeti gençlerine 400 yıl önce ölen bir edibin eserini okutuyor ve onun eserini okumayan kimselere aydın nazarıyla bakmıyor. Türkiye'de bırakınız 400 yıl önce, 40 yıl önce ölen bir edebiyatçımızın eserini bile okuyamıyoruz. Batı karşısında takip etmiş olduğunuz yanlış dil politikası yüzünden bu böyle. Hâlbuki millet, edebiyatı olan bir topluluktur. Bir milletin edebiyatı yoksa, Necip Fazıl’ın ifadesiyle o milletin hiçbir şeyi yok demektir.

Biz bu yanlış dil anlayışı yüzünden çocuklarımızı dünkü edebiyatımızdan koparıyoruz. Dünkü edebiyatımızdan kopmak demek, Batı karşısında tam bir aşağılık duygusu içerisinde bulunmak demektir. O bakımdan devletimiz, öğretmenlerimiz, aydınlarımız bu yanlış dil anlayışından vazgeçmelidir.
Resmi rakamlardan ibaret olan bir misal vermek istiyorum:

İngiltere’de ilkokuldan üniversitenin son sınıfına kadar okuyan çocukların ders kitaplarında 71 bin kelime vardır. Yine resmi rakamlara göre bu kelime sayısı Japonya'da 40 bin, İtalya'da 32 bindir. Ama bizim okullarımızda çocuklarımıza uzattığımız ders kitaplarındaki Türkçe kelime sayısı 7 bin ile 10 bin arasında değişiyor. Bizim çocuklarımız 7 bin kelimenin içine sıkışıp kalmış durumda. O bakımdan çocuklarımız üniversitenin son sınıfına geldiği zaman hocalarının yazmış oldukları ders kitaplarını okuyamıyorlar, anlayamıyorlar. Bu yanlış dil politikası yüzünden meydana gelen bir kısırlık ve en büyük faciadır. Çünkü edebiyatımızdan kopmak aynı zamanda kültürümüzden kopmak manasına da geliyor. Türkiye'nin karşı karşıya kalmış olduğu büyük felaketleri gösteriyor. Nitekim Batı karşısında duyulan aşağılık duygusu bizi aynı zamanda dilimizden, geleneklerimizden ve kültürümüzden kopardı.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.

Baran Dergisi 767.Sayı