Üstad Necip Fazıl’ı ilk olarak nasıl tanıdınız?
Necip Fazıl’ı, memleketim Sivas’ta 10 yaşlarımda okumak mecburiyetinde kalmıştım. Çünkü babamın zoruyla okumak durumunda oldum. Sivas’a Cumartesi günleri Büyük Doğu mecmuası geliyordu. O zaman dergi ebadında çıkıyordu. Babam Büyük Doğu dergisinin ve diğer dinî, milliyetçi dergilerin abonesiydi. Ben arkadaşlarımla sokakta top koştururken beni çağırıyordu. Evde sedire uzandığında bana Necip Fazıl’ın yazılarını okumamı emrediyordu. On yaşında bir çocuk Necip Fazıl’ı nasıl okur, okusa nasıl anlar? Ben de gerçekten okuduklarımı kat’iyyen anlayamıyordum; ama babamın zoruyla okumak mecburiyetinde kalıyordum. Babam son derece otoriter bir adamdı. O bakımdan kelimelerin başını-gözünü kıra kıra okuyordum. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’daki yazılarını okuduktan sonra babam yeleğinin cebinden çıkarmış olduğu beş kuruşu bana uzatıyordu. Ben de o parayı alarak Sivas’taki Sipahi Pazarı’na koşuyordum. Beş kuruşa beş metre uzunluğunda kırnap alıyordum. Kendi ellerimle yapmış olduğum uçurtmamı, her Cumartesi gökyüzünün maviliklerine daha çok salıyordum. Cumartesi günlerini babamdan beş kuruş daha alabilmek için iple çekiyordum. Sonradan farkına vardım ki, babam da beni Necip Fazıl fikriyatına çekebilmek, bana Necip Fazıl’ı sevdirebilmek için her hafta beş kuruşlarla ciddi adımlar atıyormuş.

Büyük Doğu okumalarınız üzerinizde nasıl bir tesir bıraktı?
Bilhassa Lise sıralarında öyle bir zamana geldik ki, ben Necip Fazıl’ın kelimelerle anlatılmayacak kadar büyük hayranlarından birisi oldum, tiryakilerinden birisi oldum. Artık lisede okuduğum yıllarda babam onun yazılarını bana okutmuyordu. Ama eve geldiği zaman Büyük Doğu’yu saatlerce okuyordu. İnanmazsınız ama vallahi gerçek, ben de babamın Büyük Doğu dergisini bırakmasını istiyor, bekliyordum. Çünkü önümdeki ders kitaplarını okuyamıyordum. Okusam bile hiçbir şey anlayamıyordum. Babam Büyük Doğu’ları okuduktan sonra odasına çıktıktan sonra ben hemen dergileri alıp bir nefeste Necip Fazıl’ı okuyordum. O ihtiyacımı giderdikten sonra ders çalışmaya başlıyordum. Bu yıllarca böyle devam etti. Benim nesrimde ve şiirimde Necip Fazıl’ın müstesna bir yeri vardır. Ona bütün ömrüm boyunca derin bir minnettarlık duymaktayım. Bunu kendisine de söyledim.
 
“Necip Fazıl’ı Okumak Demek, Bir Üniversiteden Mezun Olmak Demektir”
 
Üstad nasıl karşıladı?
Kendisine, “Sizi on yaşından itibaren okumaya başladım efendim.” dedim. “Maşallah…” dedi, “Yetmiş yaşındaki adamlar okumuyorlar, okuyamıyorlar, okudukları halde anlayamıyorlar. Sen demek ki on yaşından itibaren beni okumaya başlamışsın.” Necip Fazıl’ı çok sevmeme rağmen, onun eserlerini adeta içer gibi okumama rağmen, kendisinden hep uzak kalmayı tercih ettim. Ben Kültür Bakanlığı’nda bir ara müsteşar yardımcısıydım. Ama daha sonra 12 Eylül harekâtı olunca askerî idare geldi, beni vazifeden aldı. Ciddi çalışmalarım da ister istemez yarıda kaldı. Tamamlanamadı ama vazifede olduğum aylarda Ankara’dan kalktım, İstanbul’a geldim İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’nde, Demokrat Parti’nin önde gelen bakanlarından birisi olan Samet Ağaoğlu merhumla görüştüm. Samet Ağaoğlu’nun Kuvayi Milliye isimli güzel bir kitabı var. O kitabının da çalışmamda çıkmasını istiyordum. Kendisiyle görüştüm. Bu konuda iznini istedim kendisinden, o da “Hay hay, memnuniyetle basabilirsiniz.” dedi. O arada söz edebiyat üzerinde dönüp dururken Necip Fazıl’a geldi. Ve hiç unutmuyorum, Samet Ağaoğlu dedi ki, “Türkiye’ye yüz yılda bir Necip Fazıl ancak gelir. Necip Fazıl bir dahidir. Bizim cemiyetimiz ancak yüz yılda bir böyle bir deha ile karşılaşabilir.” Bunu samimiyetle ben de kabul ediyorum. Buna ben de inanıyorum. Türkiye’ye ancak yüz yılda bir Necip Fazıl gelebilir. Necip Fazıl’ı okumak demek, bir üniversiteden mezun olmak demektir. O bakımdan ben, üniversite yıllarımda, daha sonra hayata atıldıktan sonra Necip Fazıl’ın aşağı yukarı elli civarında eserini okudum. Her eseri üzerimde çok büyük tesirler meydana getirdi. Ama arzettiğim gibi imkânlarım müsait olmasına rağmen mesafeli kaldım, beni bir gün dağıtmasından korktuğum için. Daha doğrusu onu o noktada görmek istemediğim için uzak kaldım. Büyük Doğularda, Necip Fazıl’la yapılan birtakım röportajları okudum tabiî… Şimdi size bir durumu arzetmek istiyorum. Büyük Doğu’da Necip Fazıl’a meraklı gençler var; şiire, tiyatroya, meraklı kimseler var. Bu kimseler Necip Fazıl ile bir aradayken, filan dergiden bir kimse gelmiş ve Necip Fazıl ile bir röportaj yapmaya başlamış. Bu arada ona, “Efendim yeni şairlerimiz, hikâyecilerimiz, tiyatro yazarlarımız, roman çalışanlarımız hakkında düşünceleriniz nedir?” diye sorulmuş. Necip Fazıl’ın çok sayıda röportajını okudum. Bunların yüzde 99 nisbetinde hep şöyle cevap vermiştir: “Hepsi mide gurultusu…” veya “Hepsi bağırsak gurultusu…” Necip Fazıl cins İngiliz atlarına benzer. İngiliz atları yarışlarda yanlarına başka bir rakibini yaklaştırmazmış. Bir deha olması münasebetiyle onun bu hareketi de doğrusu ona yakışmaktadır. 
 
“Üstad Necip Fazıl TRT Ankara Stüdyosunda…”
 
Üstad ile bir Tv röportajınız olmuştu öyle değil mi?
Evet, benim de Üstad ile bir hatıram var, bahsedeyim. Ankara radyosunda ve televizyonunda dörder yıl çalıştım. 1974-78 yılları arasında televizyonda çalışırken Ankara televizyonu Necip Fazıl’ın çok meşhur tiyatro eserlerinden birisi olan Bir Adam Yaratmak isimli tiyatrosunu ekranlara getirmişti. Program bittikten sonra, Necip Fazıl ile TRT stüdyosunda bir röportaj yapılması düşünüldü. İdareden arkadaşlar bu işi bana verip, benim konuşmamı istediler. Ben de memnuniyetle kabul ettim. Necip Fazıl’ı stüdyoya davet ettik. Yalnız Üstad ile konuşmadan önce bir hususu kendisine hatırlatmak mecburiyetinde kaldım. Necip Fazıl’ın birkaç konferansını dinlemiştim. Üstad, çok güzel yazdığı gibi çok da güzel konuşan ediplerimizden, hatiplerimizden birisidir. Şiir gibi konuşan bir hatibimizdi. Televizyon konuşmaları başkadır. Ben kendi kendime dedim ki, eğer bu programda Necip Fazıl merhum, yazılı konuşursa program büyük çapta kıymetini, cazibesini kaybeder. Ama bunu kendisine nasıl anlatabilirdim? Bu düşüncemi dolaylı bir şekilde anlatmaya karar verdim. Bir mimar arkadaşın yazıhanesinde buluştuk. Üstad dedim, siz yazmak yanında çok güzel konuşan ediplerimizden birisiniz. Yalnız bu program münasebetiyle bir endişem var. Size o programda soracağım sorular var. Fakat sizin bu sorulara vereceğiniz cevapların ne zaman bittiğini bilemem. Bir ara bir şey hatırlamak için duraklayabilirsiniz, ben de cevabınız bitti zannıyla sonraki soruya geçebilirim. Siz mutlaka irticalen konuşacağınız için ama soruya tam mânâsıyla cevap vereceğinizden emin olacağımı bilemeyeceğim, bu bakımdan gelin sizle bir anlaşma yapalım. Siz sorularıma tamamen cevap verdikten sonra “evet” deyiniz. Ben de anlarım ki, Üstad söylemek istediklerini tamamen söyledi. Bir sonraki soruya geçerim. Bana hak verdi. Kendisine soracağım soruları da verdim. Olabilir insan mikrofon başında tıkanabilir. Program günü birlikte televizyona geçtik. Ben programın başına Üstad’ın Çile isimli şiirinden birkaç kıta okudum. Sonra onunla ilgili birkaç cümle sunum yaparken Üstad, ellerini göğsünün üzerinde çaprazlamış, beni dinliyordu. Ben sorumu sorduktan sonra cebinden çıkardığı pelür kâğıda yazılmış cevapları çıkardı. Bu pelür kâğıtlar, radyo ve tv programları için çok kötü kabul edilen bir kâğıt türüdür. En basit bir harekette büyük hışırtı meydana getirebilir. Öyle ki, radyo programlarında jet uçuşunun sesini taklit etmek için bu pelür kâğıtları kırıştırırlar. Dinleyici o sesi jet sesine benzetir. Üstad da cevaplarını böyle bir kâğıda yazmış, okumaya başladı. O esnada ben de eyvah dedim. Yazık oldu. Üstad hiç başını kaldırmadan okuyor. Bitirdikten sonra evet diyor. Derken program bitti ama ben de bittim adeta… Televizyon daire başkanı programdan sonra bizi odasında çay içmeye davet etti. Asansörde çıkarken Necip Fazıl, elini omuzuma koyarak kendisine has bir üslupla, kendisine yakışan cümlelerle konuşmaya başladı. Aynen dedi ki, “Yavuz Bülent, bana o soruları sorduğun zaman sandım ki, yeryüzünün bütün devleri ve cinleri, alevden gözlerini dikerek bana bakıyorlar.” Stüdyoda üzerine doğrultulan ışıklar, böyle bir hisse kapılmasına yol açmıştı anlaşılan…

Türkiye’de televizyonun pek yaygın olmadığı yıllar tabiî…
TRT binasından ayrıldık. Kavaklıdere’ye doğru Üstad ile birlikte yürüyoruz. Yürürken, Üstad’a, “Benim nesrimde ve şiirimde sizin çok büyük bir tesiriniz vardır. Müsaade ederseniz sizin tesirinizde kalarak yazdığım bir şiirimi okumak istiyorum.” dedim. “Oku bakayım.” dedi. Kendisine Cebeci Camii isimli bir şiirimi okudum. Necip Fazıl’a göre iki türlü şiir var. Bunlardan biri tebliğ şiiri, öteki ise telkini esas alan şiir. Necip Fazıl diyor ki, “Tebliğ şiiri beş para etmez. Hiçbir kıymeti yoktur. Bir tenekenin içerisine beş on tane taş koyarsınız, sallamaya başlayınca tangır tungur birtakım acayip sesler çıkmaya başlar. O sesleri notaya alamazsınız. O seslerden herhangi bir zevk de duyamazsınız. İşte tebliği şiiri, aynen tenekenin içerisindeki taşların tenekeye, birbirine çarpmasından çıkan seslerden farksız bir şiirdir. Önemli olan telkin şiirini yazabilmektir.” Bu şiiri de Yunus Emre’nin şiirleriyle örneklendirip ifade ediyor. “Ben de telkin şiirleri yazmaya çalışıyorum.” diyordu. Bunu ben biliyordum. Benim okuduğum Cebeci Camii şiiri daha sonra edebiyat tarihine girdi. Beğenilen bir şiir olmuştu. Necip Fazıl’ın tesiri ayan beyan bu şiirimde görünür. Bu şiirimi okuduktan sonra Necip Fazıl’a baktım. O da bana başını çevirdi. Ve iki kelimeyle şiirim hakkındaki düşüncesini şöyle söyledi: “Tam bir tebliğ şiiri…” Yani beş para etmez bir şiir. Bu çok hoşuma gitti. Necip Fazıl ile biraz samimiyetimiz olsa, boynuna sarılıp onu öpebilirdim. “Eh işte oğlum, ileride başarılı, daha güzel şiirler yazabilirsin, demezsiniz zaten, bunu tahmin ettiğim halde size okudum. Teşekkür ederim.” diyemedim, sadece kendi içimden tebessüm ettim. 
 
“Necip Fazıl Dehadır”
 
Üstad’ın şahsiyetine dair neler söylemek istersiniz?
Necip Fazıl bir dehâdır. Aynı zamanda aydınlık bir okuldur. Necip Fazıl’ın fikriyatı, şiiri, nesri, edebiyatı, bizim edebiyatımız için gerçekten yüzüktaşı kadar mükemmel ve güzeldir. Ben, Necip Fazıl’ın eserlerini, Hukuk Fakültesi diplomasına kırk defa tercih ederim. Benim neslimin Türk milliyetçileri üzerinde onun çok büyük emeği var. Bâbıâli isimli eserinde, kendisini çok güzel anlatıyor. O gençlik yıllarında, arkadaşları gibi kumarın, başıboş bir hayatın içindeydi. Edebiyatçılarımız ondan: “Bir mısraı, milletimize şeref kazandıracak şair!” diye yazıyorlardı. Ama Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasî hazretlerinin himmetiyle, İslâm’ı tanıdıktan, İslamiyet’e bağlandıktan sonra, bin bir türlü hücuma uğradı. Devrimbazlar, Ateistler, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat dünyasına düşman olanlar, köpüklü ağızlarla onun paçalarına saldırıp durdular. Bir ara, ortalıkta dolaşan rezil bir iddia vardı. Güya Necip Fazıl, 1960 darbesinden sonra içeri alınınca, zindandan Cemal Gürsel’e bir mektup yazmış: “Beni affedin!” demiş. “Size söz veriyorum, çıktıktan sonra, bir daha siyâsetle uğraşmayacağım” diye yalvarmış! 1977 yılında Ankara Televizyonu’nda kendisiyle otuz dakikalık o programdan sonra uzun bir sohbetimiz daha olmuştu. Kendisine, Cemal Gürsel’e yazdığı iddia edilen mektup meselesini de sordum. Bana dedi ki: “Alçakça uydurulmuş bir yalan! Benim suçum yoktu ki Cemal Gürsel’den af dileyeyim! Nitekim Yassıada Mahkemelerinde suçlu bulunmadım. Ben, darağacı altında bile, öyle mektuplar yazacak adam değilim. Nerede o mektup? Eğer öyle bir mektubum olsaydı, malûm kişiler, onu, Sultanahmet Camiinin minarelerinden halka ilân ederlerdi. Yine bir it oğlu it, paçalarıma dalmak istemiş! Böylelerini çok gördüm! İt, itliğini göstermeden duramaz. Geç bir kalem!..” Üstad böyle bir adamdı…


Baran Dergisi 697.Sayı