Doğu Akdeniz’de zengin doğalgaz yatakları olduğu konuşuluyordu. İsrail, Kıbrıs ve Mısır’ın dahli olan bu meseleyle alakalı şunu sormak istiyoruz: Rusya ve Avrupa Birliği’nin Ortadoğu politikaları üzerinde bu doğalgaz yataklarının ne gibi bir etkisi var? Tek başına bir sebep olmasa bile Rusya’nın, Suriye meselesindeki ısrarının bununla bir alakası var mı?

Günümüz dünyasında enerjinin kontrolü çok önemli. Burada iki boyut öne çıkıyor; bir enerji temini ve ikincisi ise onun kontrolü. Enerji temini her ülkenin önceliği, enerjiniz yoksa hiçbir şeyiniz yok! İstediğiniz kadar teknolojiniz, savunma sanayiniz güçlü olsun. Petrol, doğalgaz ve saire sıkıntıları yaşıyorsanız, bunu temin etmek zorundasınız. Ya kendi doğal kaynaklarınız vardır ya da diğer ülkelerden temin etmek durumundasınız. Enerji kontrolü çok önemli olduğundan, diğer ülkelerin enerji teminini kısmen yahut tamamen kontrol altına alabiliyorsanız, diğer ülkeleri de kontrol altına alabilirsiniz. Enerji kontrolü, o enerjiye bağlı olan ülkeleri kontrol edebilmenizi beraberinde getiriyor. İlginç, ama geçerli! Bu çerçevede bakacak olursak, Doğu Akdeniz’deki enerjiyi temin ve kontrol etmek Rusya’nın, ABD-İsrail’in, İran’ın hatta Türkiye’nin de ilgisini çekiyor. Bizim Doğu Akdeniz’de Kıbrıs avantajımız var. Kıbrıs’ta kısmen söz sahibiyiz. Kıbrıs’taki etkinliğimiz, muhtemel enerji kaynaklarına bizi daha da yaklaştırıyor. Biliyorsunuz bizim bir gemimiz çıktı.

Sismik araştırma gemisi.

Evet. Uluslararası hukuka göre, deniz üzerindeki hâkimiyet derecelerine göre doğalgaz aranıyor. Bu noktada orada İsrail’i görüyoruz, söz edilmese de Filistin’i görüyoruz. İran Suriye üzerinden dâhil olmaya çalışıyor. ABD ve Rusya da dâhil olma gayretinde. Çok boyutlu bir mesele bu, çok fazla ülke enerji kontrolüne hâkim olmak istiyor. Mevzu sadece Doğu Akdeniz değil, Ortadoğu’nun kontrolü aslında... ABD’nin dış politikasında en öncelikli husus, Ortadoğu! Neden mi, Ortadoğu dünyadaki petrol rezervinin yüzde elliden fazlasını kapsıyor, belki yüzde altmışa kadar tırmanıyor... Fakat unutmamak gerek ki, bu sadece bir sebep. Aslında ABD son yıllarda enerjideki dışa bağlılığından kurtuldu denilebilir. Kaya gazı ve doğalgazdaki üretimini hayli artırdı. Bu meselede iyi bir noktaya geldi. Bazı yorumcular şöyle bile demeye başladı, “Amerika enerjide sıkıntı yaşamıyor, Ortadoğu’ya bağımlı değil, Ortadoğu Amerika için ikinci plâna atıldı.” Hayır, böyle bir şey söz konusu değil! Temin önemli ama, kontrolü de bir o kadar önemli. Dünya enerjisinin büyük kısmı Ortadoğu’da olduğuna göre, Ortadoğu’ya hâkim olan dünyayı kontrol eder, Çin’i kontrol edebilirsiniz mesela. Katar enerjinin büyük bir kısmını Çin ve Japonya’ya gönderiyor. Bu ülkelerle enerji ticareti de var. Ortadoğu hem jeostratejik açıdan dünyanın merkezi konumunda, hem de enerji noktasında çok ciddi rezervlere sahip olması Ortadoğu’yu özel kılıyor. Bu yüzden herkes Ortadoğu’da. Son dört yılda neden Türkiye’nin üzerine bu kadar çok geliniyor, cevap burada. Stratejik bir noktadayız, güçlü bir Türkiye, ABD-Rusya ve Avrupa için istenilen bir şey değil.

Türkiye’den bahsedecek olursak; en büyük ithalat kalemi enerji…

Kesinlikle.

Enerji alanında Türkiye’nin ahvâli nedir?

Türkiye 2000’li yıllarla Batı bloğundan kopmaya ve daha bağımsız politika seyretmeye başladı. 2010 yılından sonra savunma sanayisinde atılan adımlarla birlikte Türkiye daha da bağımsız politika gözetti. Gezi olaylarındaki süreç de böyle başladı. Gezi’den 15 Temmuz’a uzanan süreç aslında Türkiye’nin bağımsızlaşmasına gelen bir tepkiydi. Başta ABD, NATO’nun kalkıştığı bir şeydi bu. Rahatça söylenebilir artık... Türkiye enerji temininde dışa bağımlı bir ülke. Bizim petrolümüz yok gibi bir şey. Doğalgaz üretiminde de sıkıntılar çekiyoruz, enerji temininde dışa bağlıyız. Bunun haricinde elektrik üretiminde de ciddi bir sıkıntı yaşıyoruz. Bugün ithal ettiğimiz elektriğin yarısını doğalgazdan üretiyoruz. Hidroelektrik santrallerden elektrik üretiliyor diyorlar, hayır. Bizim elektrik üretimimiz 2000’li yıllarda ciddi şekilde artmaya başladı. Mevcut altyapı yeterli gelmiyordu ve o yüzden doğalgaza döndük. Bugün elektrikte bile dışa bağlıyız. İçten yanmalı motorlar için, savunma sanayisi, otomobiller için üretilen elektrikte de dışa bağımlılığımız söz konusu. 2010’lu yıllarda “nükleer santral kurmamız gerekiyor” anlayışı devletin içerisinde gelişti. Bizim dışa bağımlılığımız böyle bir adım attırdı. Enerji teminimiz sıkıntılı, petrol noktasında Ortadoğu’ya ve doğalgaz mevzuunda da kısmen Rusya’ya bağlıyız. Kendi iç potansiyelimizi değiştirmekten uzağız. Nükleer enerjide atılımlar yapmalıyız. Devlet son zamanlarda buna dair çalışmalar yapıyor, Akkuyu mesela. Bir başka önemli meselemiz de, enerjiyi güvenli bir şekilde tedarik ve kontrol etmeliyiz. Ortadoğu’da kaos hüküm sürerse, ABD de kontrol ederse, bizim enerjimiz istikrarsızlaşır.

Öyleyse emperyalistlerin birinci maksadı Ortadoğu’daki enerjiyi ele geçirmek değil, istikrarsızlığı sağlayıp enerji güvenliğini tehdit etmek.

Kısmen öyle. Enerjiyi kontrol ederseniz, karşınızdaki ülkeye enerji kullandırmamayı sağlayabilirsiniz. Bir de şöyle bakmak lazım, enerji sizdeyse yine karşınızdaki devleti hizaya getirmek için elinizde önemli bir koz olur. Enerji pazarlık unsuru hâline gelir. ABD’nin Ortadoğu’daki politikası da “kontrollü istikrarsızlık.” “Burada istikrarsızlık olsun, enerji benim kontrolümde olsun” istiyor. O petrollerin bir şekilde kendilerine akmasını istiyor. Suudi Arabistan’ın ABD’den milyarlarca dolarlık silah alması, Katar’ın ABD’den silah alması ne anlama geliyor? Sen Ortadoğu’dan parayı kazanıyorsun, sonra o parayı Amerika’ya veriyorsun. Peki bu savunma sanayi için alınan silahlar nerede kullanılacak? Birbirlerini öldürmek için... ABD’den silah almıyor olsalar bile, o paraların ABD’deki bankalara gittiğini görüyoruz. Bir anlamda petrolün kontrolüdür bu. Geleneksel dünyada ülkeyi işgal ederdin, sömürge rejimi kurardın, bir şekilde nemalanırdın. Bunun götürdüğü bazı şeyler vardı, o ülkede altyapı kurman gerekir, istikrarı sağlaman gerekir, harcama yapman gerekirdi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu sistem sürdürebilirliğini kaybetti. Getiriler vardı, ama masraflar çok fazlaydı. Postkolonyalizm çıktı ortaya. Artık masraf yapmadan, faydalanarak kazanç elde edebiliyorsun. Petrolü kontrol ediyorsun, o topraklar üzerinde mutlak anlamda hâkim olmana gerek yok. Orada güçsüz bir düzen ortaya çıkarıyorsun, sonra da her şeyi lehine kullanabiliyorsun.

Zaten finans sistemi de ellerinde.

Aynen öyle.

Türkiye’nin enerji meselesine değindik, sıkıntılı bir durum. Sanayileşme mevzuunda da birtakım sıkıntılarımız var. Bir ülkenin sanayileşebilmesi için, evvela bir kültür zemininin oluşturulması gerekmiyor mu? Hangi kültür davasını gütmemiz gerekir ki, milletimiz o kültür zemini üzerinde millî sanayileşme hamlesini yapabilsin?

Bunu derslerimde de anlatıyorum. Bir ülkede ekonomik bağımsızlığın sağlanması için, ilk önce bağımsız bir devlete ihtiyacımız var. Yani milletin iradesinin, milletin kültürünün devlete yansıdığı bağımsız bir devlet... Eğer bir devlet, bir şekilde dış güçlerin isteklerine kısmen yahut tamamen boyun eğmek zorundaysa, o devlet bağımsız değildir. Çünkü ona göre hareket etmek zorundasın. Bu anlamda ekonomik kalkınma perspektifine sahip olması zor bir şeydir. Bu noktada ilk önce, milletin iradesini gözeten devlet mekanizması gerekiyor. Tarihe baktığımız zaman şunu görüyoruz: Ekonomik kalkınmayı sağlayan bütün ülkeler istisnasız bir şekilde bunu devlet eliyle gerçekleştirmiş. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve II. Dünya Savaşı sonrasında Japonya, Güney Kore bir şekilde devlet eliyle kalkındı. Tamam bağımsız oldu devlet, peki ya sonra ne yapılacak? İşte ondan sonra, tüm milletin de ekonomik kalkınma, sanayileşme mevzuunda kenetlenip bu yola baş koyması gerekiyor. Bizim bunu yapmamız lazım. Tüm millet, devletin rehberliğinde ekonomik kalkınma için birleşecek, bu yola gönül koyacak ve o şekilde adımlar atmaya çalışacak. Bu 30-40 yıllık bir süreçte bazı devletlerde görüldü. Milleti bir mekanizma arkasında toplamak lazım. Güney Kore, Japonya ve ABD’de gördük bunu.

Tarihe baktığımızda icat ve keşiflerin bir mefkûre etrafında meydana çıktığını görüyoruz. Yani bir ideale hizmet ediliyorsa, keşifler ortaya çıkıyor. II. Dünya Savaşı öncesinde Almanya mesela. Bu söylediğimize katılıyorsanız şu soruyu sormak istiyoruz; Türkiye’deki ahaliyi bir araya getirecek mefkûre nedir?

Zaman zaman medyada şunu görüyoruz, “bir Türk mucit ilginç bir şey geliştirdi, şu oldu, bu oldu” diye. Fakat her ülkede mucitler çıkıyor, bazı insanlar bunu yapabilecek vaziyettedir. Her ülkede icatların olabileceği bir potansiyel var, insan kaynağı da var. Bunu fiile çıkacak şey, motivasyondur. Ülkenin ve milletin bir ideal etrafında toplanması tetikleyici unsurdur bunu fiile dökecek şey. Sürekli şekilde, temel düzeyde icatlar yerine, icatların üstüne koymaya başlarsın. Belli bir ideal şart. Bunu yakalamamız lazım. “Kardeşim bizde ekonomik reform başladı, ekonomik bir devrim yapıyoruz, sanayileşme yolunda adımlar atıyoruz” dersin, bu yola baş koyarsın ve sonrasında ciddi mesafeler katetmeye başlarsın; ama merkeze bir ideali almak lâzım.

Öyleyse milletin devletin arkasında durabilmesi için, devletin bir ideal ortaya koyması gerekiyor.

Kesinlikle.

Türkiye merkeze hangi fikri almalı ki, millet de devlet ile birlikte hareket etsin?

Tüm Türkiye’yi birleştirecek ana tema şu olmalı; bulunduğumuz coğrafya çok zorlu... Dünyadaki enerji rezervlerinin yüzde ellisinden fazlası bu coğrafyada… Bu coğrafya dünyanın merkezi... Burada Türkiye çok güçlü bir ülke olmak zorunda... Olsa iyi olur gibi bir şey değil bu, güçlü olmak zorundayız ki, insanlığa bir şeyler verebilelim; Suriye-Irak gibi olmayalım. 15 Temmuz’da Türkiye’yi dizlerinin üzerine çökertmeye, kelimenin gerçek anlamında parçalamaya çalıştılar. Nihaî hedefleri bu. Birçok kişi bunu düşünüyor. Türkiye’deki insanlara varlık-yokluk mücadelesinde olduğumuz anlatılmalı. Türkiye’nin sanayileşmesi varlık-yokluk meselesidir. Türkiye sanayileştiğinde, gerçekten bağımsızlaşabildiğimizde varlığımızı sürdürebileceğiz. Türkiye ya koşacak, ya sürünecek. Şekil bu, bunu anlamalıyız ilk önce.

Bundan sonra da hangi motivasyonla iş yürüteceğiz? Tarihe baktığınızda bütün güçlü imparatorluklar, devletler bir ideal etrafında birleşmiştir. O ideali savunarak büyük güç hâline geliyorlar. Güçlü olacağız ama bu işin materyalist tarafı. Bunun içini dolduracak şey de kesinlikle bizim kültürümüz, değerlerimizdir; yani ruhtur! Tamam güçlü olduk, varlığımız devam edecek, ama varlığımızı niye devam ettireceğiz. İşte bu noktada kendimize ve dünyaya anlatmamız gereken bir hikâye var. Bu hikâye de İslâm medeniyetidir. Bu çok değerlidir, işin şekil tarafı varlık-yokluk tarafıdır. İşin ruh kısmı da İslâm medeniyetidir. Yani güçlü ülke olmamız sadece bu topraklardaki insanların refaha ermiş şekilde yaşayabilmesi değildir, bu medeniyet her şeyi kuşatıcıdır. Dünya medeniyet krizi içerisinde, Batı dünyası insanlara bir şey sunamıyor. Tamamen kendi çıkarları peşinde koşuyor Batı. Geri kalan bütün değerler göz ardı ediliyor. Batı çıkarları için güçlü olmak istiyor. Bu anlamda dünya için tek bir şey kalıyor, İslâm medeniyeti. Dünyanın buna ihtiyacı var. İslâm ahiret için önemli olduğu kadar dünyada istikrarlı, yaşanabilir bir hayat için de önemli. Ahlâklı bir medeniyet için İslâm anahtar konumunda. Bunu önce kendimize, sonra dünyaya anlatmalıyız. Hem bizim hem de Batı’nın üzerinde ölü toprağı serpilmiş vaziyette. Doğu ve Batı’nın birleşmesinde öncülük ederken, kendi içimizde de bir kavga veriyoruz.

Her medeniyet dünyaya hükmederken, kendi dışarısındaki insanlara bir şeyler verdi. Osmanlı devleti adalet verdi, gayrimüslimler Osmanlı mahkemelerinde davalarını gördüler mesela. Batı medeniyeti materyalist bir temelde kuruldu, hâkimiyetini kabul eden ve kendisine bir şey katacak insanlara refah vaat etti; insanlar kendi topraklarını bırakıp Batı’ya göç etmeye başladı. Şimdi Batı medeniyetinin çöküşüyle o refahın ortadan kalkmaya başladığını görüyoruz. Biz şimdi dışarıya yeni ne vermeyi vaat ediyoruz?

Batı medeniyet olarak çıkmaz içerisinde. Çıkarlarının peşinde, başka bir şey yapmıyor. Manevî bir şey sunmuyor. ABD, tamam güçlü, göreceli güçlü. Çin ve Hindistan’ın gücü arttı. Ekonomik eksen son yirmi yılda Asya’ya kaydı. Avrupa’nın göreceli gücünün zayıfladığını, zenginliğinin erozyona uğradığını görüyoruz. Asya çok önemli, İslâm medeniyeti var, Çin medeniyeti var, Hindistan da var. Son yirmi yılda çok güçlendiler, ahlâk-edep anlamında da manevî bir medeniyetleri var. Asya’nın sunacağı çok şey var. Biz de öyle, Türkiye Suriye krizinden bu yana üç milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapıyor. Dünyada bu konuda en cömert ülke Türkiye, hem de uzak ara. Bu aslında dünyaya çok güzel bir hikâye anlatıyor. Ekonomik çıkar ve devlet politikaları önemlidir. Bunun haricinde işin manevî tarafı da önemli. Diğer insanlar için endişelenmek, onların iyiliğini istemek de önemli. Tüm dünyada bir arada yaşayacaksak, bir taraftan kendi çıkarımızı savunurken, diğer insanların iyiliğini kısmen dahi olsak düşünmek önemlidir. Dünyanın ihtiyacı olduğu medeniyet perspektifi bu. Ensar-Muhacir anlayışı gibi. Ensar-Muhacir bakış açısı dünyaya bir medeniyet perspektifi kazandırabilir. “Yaradılanı yaratandan ötürü sevme” anlayışı. İnsanlara zarar vermeme, insanların refahını gözetme dünyaya müthiş bir medeniyet perspektifi sunuyor. Çin’in son yıllardaki ekonomik kalkınması, kişi başına düşen millî gelirin inanılmaz boyutlara sıçraması, aslında tüm dünyanın refah düzeyini artırdı. Üretim düzeyi artmış oldu, insanlar daha çok tüketmeye başladı. Yani bir ülke barış yollarıyla gelişip, güzelleştikçe diğer ülkeler de bundan etkilenmeye başlıyor. Bu sıfır toplamlı bir oyun değil. Aslında İslâm medeniyetinin sunduğu barış perspektifi sayesinde, dünyadaki herkesin olumlu yönde refahında artış gözükebilir. İki dünya tasavvuru var. Birinci dünya tasavvuru olan Batı medeniyetinin savunduğu, hâkim kılmaya çalıştığı dünya tasavvurunda güç ön plânda “ben en güçlü olayım, tüm dünyayı kontrol edeyim. Yaşanması gerektiği kadar acı yaşansın, ölmesi gerektiği kadar insan ölsün.” düşüncesi var. Dünyanın refah düzeyini maksimize etmeye çalışmıyorlar. Kendi gücünü maksimize etmeye çalışıyorlar. Bu noktada bazı ülkeler yıkılabilir, insanlar zulüm altında yaşayabilir hiç önemli değil. Önemli olan onların gücünün daim olması. Güç sıfır toplamlı bir oyundur. Birinin efendi olması için, diğerinin köle olması gerekir. Diğer tasavvur refah... Refah sıfır toplamlı bir oyun değildir. Birinin refahı arttığı zaman, diğerlerinin de refahı artabilir; Çin’in yükselişinde gördüğümüz gibi. Batı medeniyetinin savunduğu medeniyet tasavvuru, “güç”tür. O yüzden Batı zayıflatmak ister. Dolayısıyla bizim daha üst bir şey üretmemiz gerekiyor.

Sadece aplikasyon yapıyoruz herhalde.

Türkiye’de montaj ekonomisi hâkim. Montaj ekonomisinde kendin katma değer üretmiyorsun, teknoloji de yüksek değil. Yurtdışından ara malları ülkeye getiriyorsun, burada birleştiriyorsun ve son ürün hâline getirip ya ülke içinde ya da dışarıya ihraç ediyorsun. Bizim problemimiz bu. Sanayileşmede yol katettikten sonra ortaya şöyle bir durum çıkacak; montaj ekonomisi yerine katma değer ekonomisi gelecek. Yani hem kendi ülkemiz için, hem tüm dünya için üretim yapmaya başlayacağız. İnsanların refah düzeylerine direkt olarak katkı sağlayacağız. Türkiye’de çok yakınlara kadar mevcut olan cari sistem buydu, montaj ekonomisiydi. Bizde devlet zaten ekonomik kalkınma perspektifine sahip olmadı yakın zamana kadar. Son 10-15 yılda da bunun bebek adımlarını atmaya çalışıyoruz. Hatta 2010’lu yıllarda biraz büyük adımlar atmaya başladık, Gezi olayları ve 15 Temmuz sürecinin bu bağlamda da değerlendirilmesi gerekiyor.

Yani vicdan, adalet ve ahlâk mefhumlarının merkezde olduğu bir medeniyet tasavvurunu merkeze alan devlet, insanların refahında da artışı sağlayabilecek.

İşin manevî tarafı bu. Vicdan, adalet ve ahlâk. Bu üç mefhum sıfır toplamlı bir oyun değil. Bu oyunu oynayacağız, İslâm medeniyeti dünyaya yeni bir bakış sunuyor.

Meseleyi realize edelim. Liberal, kapitalist ekonomilerde ahlâk iktisadın üst şubesi olması gerekirken, alt şubesi gibi bir konumda.

Neredeyse göz ardı ediliyor.

Evet. Ahlâkî kriterler de iktisadın mecraına göre tespit edilir vaziyete gelmiş. Ahlâk denilen şey ortadan kaldırılmış. Dünya çapındaki buhrandaki temel saik de bu herhalde. Son yıllarda bizim ülkemizde, iktisat ile ahlâk ilişkisini içeren birtakım konferanslar, çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu noktada çok fazla mesafe katedilemiyor. Bunun temel nedeni ise şu; biz ahlâk, ekonomi ve vicdanı bir araya getirmeye çalışırken sadece bu dünyayı düşünüyoruz. Türkiye’deki hâkim havayı konuşarak söylüyorum. Biz İslâm’ı merkeze alan iktisadî sistem düşüncesine sahibiz, ama buna sahip olurken dünyevî gerekçeler sunuyoruz. Öbür tarafı düşünmeden hareket ediyoruz. Tamamen dünyevî zeminde kalıyoruz. Ahlâk kısıtlaması olan bir şirketin, kâr marksimizasyonu yapılamayacak. Sadece bu dünyayı düşünürsek, ne kadar kâr edebiliriz. Açmazımız bu. Şirketin yapması gereken şey, hem dünyevî, hem de ahireti düşünen bir denklem kurmak. Kâr artı sevap gibi.

Homo economicus” dedikleri insanın düşüncesi, maddî menfaat. Niye zekat versin ki bu adam? Fayda denklemini düşünürsek, hep maddî fayda üzerinden gidiliyor. Oysaki bizim inancımızda zekâtın faydası daha fazla.

Aynen öyle. Mesela, bir şirket için kâr marksimizasyonu nihaî hedef ise ahlâk orada bir kısıttır ve konu dışıdır. Denklem içerisindeki kısıtlamalar, denklemi de kısıtlar. Ama o denklemin kârının yanına sevap kattığın zaman, kârın azalması sevabı artırır. Sevabın artması da kârı artırır. Burada bir değiş tokuş var. Bu ikisini içeren bir denkleme sahip olursan, “ben burada kârımı da, sevabımı da düşüneceğim” dersin. Bu ikisini maksimum noktaya çıkarmaya çalışınca, şirketin temel hedefi kâr olmamış olacak.

Mehmet Genç, “itidalde dahi itidaldeler” diyor Osmanlı için, bahsettiğiniz şey bir itidal ekonomisi.

Evet. Mutedil bir ekonomi. Yani ölümüne kâr peşinde koşmayan. İslâmî ekonomi, mutedil bir sistem. Bütün sistem kâr peşinde koşarken, kimse ahlâk peşinde koşamaz. Devlet bir işe vesile olur, bütün şirketler ya da hâkim hava kâr artı sevap değerlendirilirse, şirketler arasında ezici, öldürücü bir rekabet de olmaz. Kâr artı sevap rekabeti olur.

Bu sefer sermayenin urlaşmasının da önüne geçilmiş olunur.

Evet. Bütün şirketler devletin kontrolünde kârı da sevabı da, kârı da ahlâkı da hesaba katarsa hiçbir şirket geride kalmamış olacak. Böylece kendini besleyen olumlu bir sistem ortaya çıkacak.

Politikanın icraı hususunda, mevcut durumu da ortaya koyarak şunu sormak istiyoruz; gayri safi milli hasılanın büyük bir kısmı, elit bir zümrenin elinde toplanmış durumda. Her ne kadar yatırımcılar teşvik edilse de, mevcut kredi sistemi içerisinde elit kesim ile rekabet yapılmıyor. Çünkü çok büyükler. Ülkedeki siyasî, hukukî ve ticarî şartlar üzerinde bu sermaye odaklarının müthiş bir tesiri var. Bu tesiri kırabilmek ve biraz önce söylediğiniz kâr artı sevap politikasını icra edebilmek adına neler yapılması gerekiyor?

Türkiye tarihinden misal verelim. Türkiye’de montaj ekonomisi uzun zaman boyunca hâkimdi. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte o serpilip gelişti. Bu sistemde şöyle bir yapı ortaya çıktı, dışarıdan getiriyorsun, birleştiriyorsun ve satıyorsun. Devlet politikasıyla bu montaj ekonomisini korudu dışarıya karşı. Gelir dağılımındaki o bozukluk, sermayenin belli odaklarda toplanması, millî gelirin büyük kısmının belli insanlarda toplanması bu sistemin sonucunda ortaya çıktı. 1980’lerde Türkiye dışarıya açıldığında bu biraz kırıldı, bu sefer de finansallaşma başladı. Montaj ekonomisi dışarıdan korundu, serpildi, dışarı açıldı ve alan kaybetti. Kaybettiği alanı da 1990’larda finansallaşma ile kurtardı. Ve 1990’larda gelir dağılımı Türkiye’de acayip bozuldu. Medya şirketleri bile bu süreçte banka satın aldı. Bütün reel sektörde herkesin bankası varmış gibi bir durum ortaya çıktı. 1990’larda finans sistemi ile serpilip yeniden geliştiler. Türkiye’de şöyle bir ekonomik düzen var; katma değer üretilmiyor çok fazla, sermaye belirli ellerde, bunlar da aslında kendilerini besliyor. Ekonomiye katma değer sağlamadan, toplumun refah düzeyini artırmadan, kendi kendilerini koruyan-kalkındıran ve daha da iyi noktalara taşıyan bir sistem ortaya çıktı. Bu sistemin kırılabilmesinin tek yolu, bizim sanayileşme yolunda anlamlı adımlar atmamız. Türkiye’de liyakat eksenli bir sisteme geçilmesi gerekiyor. Ekonomiye, ülkeye katkı sağladığın ölçüde, sen de belirli noktalara gelmelisin. Sistem böyle olmalı. Yoksa zengin zengin kalır, fakir de fakir kalır. Zaten sermayeye sahip olanlar, eşyanın doğası gereği sahip olduğu şeylere sahip olmaya devam ederler. Buna sahip olmayanlar da, sahip olamaz. Bir ülkede gelir dağılımının asıl ölçütünün şu olduğu söylenebilir; toplumun belirli kesimleri arasındaki iniş çıkışlar, hangi ölçütte? Mesela toplumun en zengin yüzde yirmilik kesiminin, bir sonraki nesildeki o yüzde yirmilik yerde mi kalıyor? Yahut toplumun en fakir yüzde yirmilik kesimi, bir sonraki nesilde yine aynı yerde mi? Bir toplumda bütün o sınıflar, yerlerinde kalıyorsa; o ülkede liyakat eksenli bir sistem yoktur. Zengin zengin, fakir de fakir olarak kalıyordur! Bunlar arasında etkileşim varsa, yani zengin bir sonraki nesilde fakirleşebiliyorsa, fakir bir sonraki nesilde zenginleşebiliyorsa; burada fakir bir şeyler başardı, anlarız! Zengin de ekonomiye katkı sağlayamadı, fakirleşti, anlarsınız. Ama Türkiye’de ne yazık ki, zengin zengin kalıyor, fakir ise fakir. Türkiye’de herkesin ekonomik durumu son on beş yılda arttı. Toplumun en fakir kesimi kalkınmaya başladı. Zengin kesim de kalkındı. Mutlak anlamda bir iyileşme var. Olması gerektiği kadar değil.

Adaletli değil.

Evet. Adaletli sisteme ulaşma noktasında, katetmemiz gereken ciddi bir mesafe var. Gini katsayısı vardır iktisatta, gelir dağılımındaki bozukluğu ölçer. Bu rakam Türkiye’de şu anda sıfır nokta kırk. Bu rakam sıfıra yaklaştıkça iyidir, bire yaklaştıkça kötüdür. Sıfır nokta kırk, iyi bir oran değil. Bu oran 2000’li yıllarda biraz düştü. Sıfır nokta kırk dörtlerden, kırka indi. Sıfır otuzlara inmesi lazım. Bunu yapabilmemiz için, liyakat eksenli bir sisteme geçmemiz gerekiyor. Bu kendini besleyen bir süreç. Ekonomik kalkınmada mesafe katettikçe, gelir dağılımı düzelecek. Daha sonra da liyakat eksenli sistem kurulmuş olacak. Liyakat eksenli sistem gelişince de, ekonomik alanında daha da genişleyeceğiz. İşin ehline verildiği, sisteme, ekonomiye, millete, ekonomiye katkı sağlayanın ön plana çıktığı zaman ne olur? İnsanlar motivasyon içerisinde yaşar. İnsanları iyi yöne teşvik etmiş olacaksın. İnsanlar bunu görmeye başladıkça “ben ülkeye katkı sağlarsam, ülke de beni bir yere getirecek” diyecek. Millet, ekonomiye güvenecek ki, “benim devletim, benim ülkem” diyecek. Bu noktada motivasyon artacak, bu sistem hâkim kılınırsa, tüm ülke ideal etrafında toplanmış olur.

Liyakat eksenli bir sistem kurulacak, idealist ferdler başa geçecek, bu ferdler topluma örnek olacak. Hepsi iç içe...

Çok boyutlu. Evet. İyi bir sistem de budur. İyi sistemde, iyi huylar vardır. Bunların motivasyonu sağlanır. Kötü sistemde, kötü ilişkiler vardır. Toplumun hangi tabakasından geldiğin, kimleri tanıdığın memleketinden daha önemliyse, herkes ferdî ilişkiler kurmaya çalışır.

Şu an olduğu gibi.

Evet. İnsan çok iyi de olabilir, çok kötü de olabilir. Zirvede de olabilir, yeraltında da olabilir. Tin Suresi’nde bu anlatılıyor. İyi sistem, insanın iyi özelliklerini öne çıkarır. Kötü sistem, insanın kötü yönlerini öne çıkartır. İslâmî sistem, insanın iyi yönlerini ön plana çıkarır. Kötü sistem insanın şeytanî yönlerini ortaya çıkartır.

İslâmî derken, İslâm’ın mevcut şartlara, zaman ve mekâna nasıl tatbik edileceğine dair bir fikrin merkezde olması lazım. İslâm bir güneş ise, o güneşe bakılabilecek bir gözlük gibi. Bu yönde eksikliğimiz var. Tamam İslâm merkezde olsun, ya onu tatbik edecek fikir lâzım değil midir?

Biz, son 200 yıllık süreçte, Batı medeniyetinden etkilendik.

1800’lerden sonra.

Evet. Özellikle Osmanlı elitleri 1800’lü yıllarda Batı’dan etkilendi. Türkiye Cumhuriyeti de “kültür devrimi”nde Batı hâkimiyetine giren elitlerin anlayışını topluma yaymaya çalıştı. Tabiî bu olmadı. İslâm çok büyük bir medeniyet. Güney Kore son altmış yılda, yüzde altmış oranında Hıristiyanlaştı. Batı kültürü onları Hıristiyanlaştırdı. Allah’a şükür böyle bir şey bizde yaşanmadı. Biz kültürel devrimin altında yaşamamıza rağmen, kendi kültürümüzü başarılı şekilde korumayı bildik. Ciddi biçimde etkilendik. Melez bir kültür perspektifine sahibiz, işin içinde İslâm da var, Batı medeniyeti de var. Batı medeniyeti bizi daha maddî olma yönünde etkiliyor. İşin kültür yanında böyle kaldık. Derler ya, “Batı’nın kültür tarafını aldık, sanayisini alamadık” diye. Teknoloji tarafını alamadık. Peki Batı’nın direkt olarak sanayisini alsaydık, ne olacaktı? Bunu yapabilirdik teorik olarak, ama yine dünyevî olacaktı. Ve o zaman kendi medeniyetimizi daha fazla kaybedecektik. Şimdi bizim ikisini bir araya getirmemiz gerekiyor. Şimdi İslâm medeniyetine dönmemiz gerekiyor, böylece Batı kültürünün olumsuz etkilerinden kendimizi koruyabiliriz. Hem dünya için, hem de ahiretimiz için bu dünyada ülkemizi ve medeniyetimizi güçlü kılmamız için. Yani İslâmî kaygılar ile ekonomik kalkınma gerçekleşirse, manevî anlamda İslâm medeniyetini kalkındırmaya geliyor. İşin bir de psikolojik boyutu var, o da şu; insanlar maddî âlemdeki üstünlüğü, mesela silah üstünlüğünü, cep telefonu üretme üstünlüğünü insanı yanıltabiliyor. “Ben üstünüm” demeye başlıyorsun sonra. Manevî hiçbir yönü yok bunun. Batı medeniyeti bunu yaptı işte. Maddî âlemdeki silah üstünlüğünü, “insan hakları, demokrasi, özgürlük” gibi kavramlarla manevî alanda temsil ettiğini zannediyor. Psikolojik olarak İslâm âlemindeki insanlar da bundan etkilendi. Bizim işi oturtabilmemiz için, hem karnımızın doyması, hem de psikolojik tarafı için çalışmamız gerekiyor. Maddî âlemde belli bir düzeye gelebilmemiz gerekiyor ki, İslâm medeniyetine olan inancımız daha da yükselsin.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ediyorum, kolay gelsin.

Baran Dergisi 548. Sayı