Yazıya başlamadan evvel ilkin “5 Aralık 1999 Metris Savaşı veya Zaferi” vesilesiyle kısa bir not düşelim:

İBDA Mimarı’nın “Büyük Zuhur”una yataklık eden dosta güven ve düşmana korku salan büyük çıkışı: “1999: Ümmetin Kurtuluş Yılı… Müslümanlar dik durun, karşınızda leşler var!”

Bu çerçeveden olarak;

Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu: “METRİS, bir milletin, beklenen bir tarih için dünya çapına gebe bir çekirdek hâlinde uyanışının MÜJDESİDİR!” (“Ölüm Odası-Giriş, B-Yedi”, s.50.)

5 Aralık 1999 Metris Savaşı veya Zaferi!..

Ne Mübarek bir gündü o öyle!

Bu Mübarek gün, savaşlar tarihine, “Allah’ın Zaferi!” olarak kaydedilmiştir!..

Savaşın ve de zaferin Kumandanı olarak küfrün belini kıran İBDA Mimarı, bu Mübarek günü, “Domuzun kurşunu alnından yendiği gün!” olarak tavsif buyurmuşlardır.

“Misyon Sahibi” Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun şahsında Allah Resûlü’nün sünnetinin, yani “Bedir Savaşı”nın ihya edildiği mübarek bir gün olarak da savaş tarihimize kaydedilen 5 Aralık 1999 Metris Zaferi veya Savaşı, “Yeni insan yeni nizam” çerçevesinde ta ki kıyamete kadar “Büyük Cihad”ın da kapılarını tüm dünya Müslümanlarına ardına kadar açmıştır. 5 Aralık 1999 Metris Savaşı veya Zaferi, kemiyette küçük (Nesil mânâsını mündemiç Tohum!), fakat keyfiyette büyük, çok büyük (Şecere mânâsını mündemiç Ağaç!) bir savaş olarak da savaş tarihimizde yerini çoktan almış bulunmaktadır. Savaşın ve de zaferin Kumandanı olarak temayüz eden İBDA Mimarı’nın şahsında dosta güven düşmana korku salan bu büyük savaş veya zafer, “Zafer Allah’ındır!” hassasiyeti ve de keyfiyeti üzerinden mühürlenmiştir. Savaşların anası olarak da tavsif edilen Bedir Savaşı’ndan sonra savaş tarihinde bir ilk olduğuna ve dahi bir benzerinin olmadığına işaret eden İBDA Mimarı, sözkonusu olan bu savaş veya zaferi, bütün teferruatı kendisine bağlayan bir asıl olarak değerlendirmiştir. Şükür makamındayız, çünkü bu büyük, çok büyük, daha doğrusu savaşların anası keyfiyetini haiz olan bu büyük savaş veya zaferde küçük, çok küçük bir nefer de olsa, “Gâzi” olmak gibi büyük bir şeref veya nasibe konduk, erdik! Çok şükür!

Yukarıda “Misyon Sahibi” ifade kalıbına niçin yer verdik? Şunun için: Sözkonusu ifade kalıbından tüten mânâ, içinde yaşadığımız Anadolu topraklarında konuşlanmış olarak, gerek dost ve gerekse düşman kutupları tarafından ne dün ve ne de bugün tam mânâsıyla anlaşılabilmiş değildir. Sözkonusu “Misyon Sahibi” olma durumu, ruhun temsilcisi olmak mânâsına “Mehdiyyet Düşüncesi”, sadece ve sadece bizzat ruhun mukabil kutbu olan nefsin temsilcileri olmak mânâsına “Deccaliyyet Komitesi” tarafından tam olarak değilse de, kısmen anlaşılabilmiştir. Bundan dolayıdır ki kendisine tam 18 yıl kesintisiz bir şekilde Telegram işkencesi reva görüldü ve en nihayet, uzaktan elektromanyetik dalgalar vasıtasıyla yüksek tansiyona bağlı beyin kanamasına duçar bırakılarak şehid edildi. “Şehidler Ölmez!” hakikati çerçevesinde söylersek, halihazırda perdenin ardına geçti ve bizzat kendi şahsında tecelli eden “Berzah hakikatinin hakikati”ne erdi! “Kınından sıyrılan kılıç keskindir.” misâli, ruhu beden kılıfından sıyrılan İBDA Mimarı, dost ve düşman karşısında eskisinden çok daha dirayetli ve de sirayet edici bir aşkla keskin kılıcını şimdilerde kimbilir nasıl kullanıyordur ve yine kimbilir nice kelleleri gövdesinden bir bir ayırmak için kan-ter içinde kalıyordur! “Biz sussak mezarımız konuşacak!” sözüne şahidlik edenler, “Ben ölsem de Üstadımın bana tevdi buyurduğu vazifeyi yerine getireceğim!” sözüne de bir vesile şahidlik etmişlerdir. Hâl böyle olunca, “Durmak yok, yola devam!” sözünün esas maliki Kimdir? Şimdi daha iyi anlaşılıyor!

1999 Metris Savaşı veya Zaferinin Şanlı Kumandanı Salih Mirzabeyoğlu’na aşk, muhabbet ve rahmet! Bilmek gerekir ki, Kumandan ölmedi, yaşıyor! Kendi şahsında tecelli eden “Berzah” hakikatinin hakikatine ermiş olarak kendisine bahşedilen şehidlik makamında yaşıyor! “Kurtuluş Gemisi”nin kaptanı veya Kumandanı olarak, “Dünya Çapında Bir Hadise: Kaptan Kusto Müslüman” künyesi çerçevesinde, zâhir ve bâtın âlemlerinin tam orta noktasında konuşlanmış olarak, “Berzah Âlemi”nden “Gerekeni gerektiği yerde gerektiği kadar yapmak” şuurunu yaşıyor ve yaşatıyor! Antenleri “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemine duyarlı olanlar, malum ruh ve fikrin muradına uygun bir noktada konuşlansınlar ve iç âlem düzenlerini gerçekleştirmenin yolunu ve yordamını bulsunlar, derim.

Dua: “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir siteminin kendisine mekân olarak seçtiği/gördüğü Anadolu’da yaşayan tüm Ehl-i Sünnet Müslümanlarının şahsında Allah, İBDA Mimarı’nın tüm dualarını kabul etsin ve İslâm düşmanlarına karşı muzaffer ve mukadder kılsın! Allah, ilkin Kumandan’ı ümmete karşı, sonra bizleri Kumandan’a karşı, en nihayet cümlemizi Zât-ı Sübhan’ına karşı mahçub etmesin, amin!

Bütün bunlardan sonra yazı başlığımıza uygun bir muhtevaya şimdi usûlünce bir giriş yapabiliriz. Mevzu başlığına uygun olarak ilkin bilinmesi gereken hakikat şu olsa gerektir: Vücudun olmadığı yerde baş, başın olmadığı yerde ise vücud tam değildir. Aksi takdirde, varsa baş kendisine uygun bir vücud, yoksa baş, vücud kendisine uygun bir baş arar! Bulursa ne ala, bulamazsa amanım aman! “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, dil ve diyalektik çerçevesinde insanı bir bütün olarak yeniden tarif etmiştir. Baş veya kafa keyfiyetini haiz İBDA Mimarı, ta ki şehid edilene kadar kartal keyfiyetini haiz ruhuna/fikrine uygun bir beden/vücud aradı durdu. Bulur gibi olduysa da, bulduğu azametli ve de azimetli ruhuna uygun düşmedi ve o ruhu usûlünce taşıyamadı. Perde ardına geçtikten sonra geride sadece bütün veçhesiyle tarif edilmiş bir insan bıraktı! Perde ardına geçmeden evvel, meâlen, “Yapılması gereken her şeyi yaptığını, hiçbir boşluk bırakmadığını, her şeyi muhatabına yazdığını, arayanların eserlerinden aradıklarını bulabileceklerini” söylediğini yakın çevresinden biliyoruz. Bundan dolayıdır ki müntesip keyfiyetini haiz olanlar keyfiyet itibariyle asla ve kat’a baş olamazlar, çünkü aza olmaktır nasipleri! Nitekim Halife, halef olmak demektir. Bu çerçeveden bakıldığında, azalar kendisine uygun bir baş bulana kadar başsız dolaşmaya devam edecekler gibi gözüküyor. Aza dediğimiz şey, içtimai hayatı şekillendirmek azminde olan insanların varlığıdır ki bu, ilkin “mevzuuyla kayıtlı mahalli idrak” üzerinden belirli bir ruh ve fikir sistemi konsepti içerisinde belirli bir mevzu sahibi olmayı gerektiriyor. Ardından da, mevzuunda derinleşmek, diğer bir ifadeyle de mevzuunda derinliğine ve genişliğine doğru rey sahibi olmayı gerektiriyor. Rey sahiblerinin, yani azaların kendisine uygun bir baş bulması en son gerçekleştirilecek veya gerçekleşecek olan bir durum veya bir iştir. Çok açıktır ki, ben başım diyenin başı kesiktir, çünkü vücudu yoktur, sen başsın denildiği yerde de başın boynu kıldan ince de olsa vücudu vardır!

Evet; doğrudur. Orkestraya muhakkak ki bir şef veya maestro gerektir. Amma velakin, sıkıntı şuradadır ki, en zorun kolay zannedilmesi ve elde çubuk dolaşma iştiyakının önüne geçilememesi sıkıntının kronikleşmesine yol veriyor. Elbette ki orkestraya (vücut azaları) bir şef veya maestro (baş) gerek, ama ondan evvel ortada gerekli aletleri çalabilecek müzisyenlere (aza, organ) ihtiyaç var. Sözkonusu olan elim şey bir içtimâi sistemin salim bir sunumu ise, orada gerekli olan şey veya şeyler, içtimai hayatı sarıp sarmalayan insanî verim şubelerinden bir şubede konuşlanmaktır ki bu, belirli bir ruh ve fikir sistemine nisbetle belirli bir mevzuda derinliğine ve genişliğine doğru bilgi, görgü, kültür, irfan ve idrakı davet etmektedir. Bu durum zor olana nisbetle kolay ama gerçekleştirilmesi öyle hiç de kolay gerçekleşecek bir durum değildir. Diğer taraftan, meselâ şef veya maestro olmak, ilkin besteden (sistemden) haberli olmayı sonrasında ise bütün enstrümanlardan haberli olmayı (bütün mevzulardan pay sahibi olmayı) gerektirdiğinden zorların zoru bir iş üzerinde olmayı davet eder ki, bunun layıkı veçhile gerçekleştirilemediği yerde ortaya çıkması muhtemel manzara, büyük ölçüde Bremen mızıkacılarına rahmet okutturacak cinstendir.

Sunumunun gerçekleştirilmesi istenen veya icra edilmesi gereken beste veya sistemin realize veya tatbik edilmesi onlarca müzisyene ihtiyacı davet etmektedir. Hem beste veya sistemin sahibi ve hem de sözkonusu beste veya sistemin icrasında şef veya maestro (vücud veya bedene ruh veya kafa, cemaat veya topluluklara ise lider veya imam veya halife) olma keyfiyetini haiz İBDA Mimarı, bütün ömrü boyunca elinde çubuk beklerken (Maestro), kendisine icrada yardımcı olabilecek amatör müzisyenleri bütün ömrü boyunca bekledi durdu, aradı durdu. Profesyonel müzisyenlere bestesini icra ettirecek maddi imkanlardan da mahrum bir şekilde ömrünü tamamladı ve perdenin ardına geçti. Maestro duruşu veya dava misyonu hala devam ediyor. Bütün mesele, gerekli enstrümanları çalabilecek müzisyenlerin varlığı ve de bu müzisyenler arasından gerekli duruşu sergilemek yeteneğine ve de nasibine namzet şef müzisyenin gölge varlık keyfiyetini haiz olarak belirmesi. Bu beliriş, kanaatimce kadro keyfiyetinin ortaya çıkaracağı bir durum olsa gerektir. İnşaat kalfasının Maestro olmasını hiç kimse içine sindiremez herhalde! Bir amelenin de iyi bir virtüöz olduğunu iddia etmesini hakeza!

Şimdi biz böyle söylenip duruyoruz ya, meselâ zenginleştirilmeye çok müsait bir mevzu olmasına rağmen bu tür bir mevzu her nedense ya öteleniyor, veyahut da iteleniyor veya layıkı veçhile idraklere usulünce bir kritik yapmaktan imtina ediliyor. Bunun biricik sebebi şu olduğu kanaatindeyim. Sözkonusu bestenin icrasında yer almak hevesi üzerinden veya bunun gerekliliğini derinden duyuş üzerinden herhangi bir enstrümana sahib olmamak, sahibi olunsa bile enstrümanı layıkı veçhile çalabileceğine olan güvensizliktir. İstisnalar bir kenara, elinde daha hangi enstrüman olduğunu, olsa bile en azından onun virtüözü olmak ameliyesi üzerinde olduğunu açık etmekten imtina eden mühibler ordusu! Meselâ bendeniz, yıllardır spor mevzuu üzerinde olmaya azmetmiş birisi olarak, meselâ spor felsefesinde derinleşmek adına felsefe okumak ve ardından da sosyoloji okumak hevesi ile yol almaya çalışıyorum. “Mevzuuyla kayıtlı mahalli idrak” çerçevesinde, “insani verim şubelerinden bir şube” olan spor mevzuunu, felsefi boyutundan, belirli bir ruh ve fikir sistemi olan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” üzerinden derinliğine ve genişliğine doğru okumaya çalışıyorum. “Her bir mevzuun dipsiz bir kuyu” olduğuna şahidlik ederek!

Fikrin ve de fikre bağlı gerçekleştirilmesi muhtemel bir zikrin sahibi, -ki bu satırların yazarının kulakları buna şahiddir-, “Birbirinizi sevin!” buyurmuşlardır. Yıllar şahiddir ki, birbirimizi layıkı veçhile sevebilmenin asgari şartına dahi mâlik olmaktan uzak düştük. Ne diyordu fikrin mâliki: “Fikrimi seveni severim!” Peki bir fikri sevmek ne demektir? Nasıl sevilir bir fikir? “Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” nokta-i nazarından bakıldığında, “Bütüne hakim olmadan parçaya hakim olunamaz” hikmeti çerçevesinde, -ki; “Parça bütünün habercisidir”-, bütün içerisinde yerini, değerini ve izahını yapabileceğimiz ve de bulabileceğimiz bir mevzide bulunamayışımız, bizi birbirimizi sevmekten de alıkoymuştur. Bu zoru başaramadığımız gibi, bu durumdan da uzak kaldığımızı söyleyebilirim. Sefiller’e oynamak denir buna!

“Oyun varsa oynatan da vardır.” Nitekim en tepe noktada her insan, levh-i mahfuz’da yazılı olan kendi kaderini oynamaktadır. Bütün mesele levh-i mahfuz’da yazılı olana şahidlik etmektir. Yani küllî iradî olana cüz’i irade ile şahidlik etmektir. “Bütünün parçaya tecellisi” hikmetini tekraren hatırlatmakta fayda vardır. Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri de şu olsa gerektir. Her zaman diliminde tecelli eden bir hakikat vardır ve bu hakikat nedir ve kimde tecelli etmiştir mevzuundan haberli olmak! Sözkonusu olan hakikat, aslında “Bütünün parçaya tecellisi”ne de nasibince şahidlik etmek mânâsınadır. İşte dananın kuyruğu tam da bu noktada kopuyor olsa gerektir. Evet, sözkonusu olan hakikat “Küllî” olana nisbetle “Cüz’î”, daha doğrusu “hisse” keyfiyetinden bir nişane olarak, yani “Bütünün parçaya tecellisi” mânâsına bir “parça” olup, aslında “Küllî” olanın ta kendinde kendisidir. Tam da bu noktada, İBDA Külliyatının ruhunu ele veren “Her şey O değil, O’ndandır; bu mânâda O’dur” hikmetini de hatırlatmak yerinde olacaktır. Öyleyse; “Bütün ve parça” keyfiyeti çerçevesinde söylemek gerekirse, levh-i mahfuz’da yazılı olan kendi kaderimizi oynayabilmenin asgari şartı, “Bütünün parçaya tecellisi” olarak anlam kazanan belirli bir ruh ve fikir sistemi olan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”dan, diğer bir ifadeyle de “İçinde yaşadığımız yeni zaman ve mekânda tecelli eden hakikat”in ta kendisi olan malum hakikatten pay sahibi olmaktır ki, daha evvel de işaret edildiği üzere bu durum, sözkonusu “Hakikat”e nisbetle belirli bir mevzuda mevzu sahibi olmak mânâsını mündemiçtir. Bu aynı zamanda, kendini aramak, bulmak ve bilmek ile de doğrudan alakalıdır. Evet, tekrar başa saralım ve şu şekil bir izah getirelim: Oyun oynamaktır, oynamak yapmaktır, yapabilmek için bilmek gerekir ve bilinmesi gereken nedir? Ve, “bildiren olmasaydı hiçbir şey bilinemeyecekti” hakikati! Yani “bildirilen” çerçevede “aranması, bulunması ve bilinmesi gereken” olmadan ne oyun, ne oynamak, ne yapmak ve ne de “aramak, bulmak ve bilmek” mümkün olmaktan uzak düşecektir. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi kendisini niçin bir ihtiyaç olarak dayatıyor, bu çerçevede daha net anlaşılıyor sanırım.

Baran Dergisi 726. Sayı