Topraktan geldik, toprağa gireceğiz, derler. Aslında insan hayatının başlangıcını ve sonunu hülasa eder nitelikte kıymetli bir söz. Amerikalı yazar John Steinbeck, romanlarında toprağın hassasiyeti, bereketi ve tabiattaki değişmez yerine dair ehemmiyetli hususlardan bahseder, bence toprağın insanla olan münasebeti hem “Gazap Üzümleri”, hem de “Fareler ve İnsanlar” isimli iki eserde şahane bir şekilde anlatılmıştır. “Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ!” hesabı, toprak ekilmeli, işlenmeli, sulanmalıdır; hasat vakti gelince de mahsul toplanmalıdır. İnsan toprakla, bitkiyle meşgul oldu mu ferahlar. Bundan haz alabilmek için nebatat ilmini derinlemesine bilmeye lüzum yok.

Bitkiler de insanlar gibi cins cins, kimi serin, kimi güneşli yer, kimi sulak, kimi kurak yerleri seviyor. Hatta bazısı kökünden kopsa da su içinde senelerce yaşayabiliyor, bazısı da yerini sevmedi mi zehirli gözyaşı döküyor. Kendi kökünden kopmuş yahut koparılmış toplumların fertlerini düşünün.

Steinbeck’e göre insan elini topraktan çekti çekeli, yani banka ve traktör işin içine girdiğinden beri toprak sahiplerinin gazabı dayanılmaz raddeye geldi. Ona göre toprak düşmanları, ırgatların ırzına göz dikmişti, bunlar birer melundu: “Traktörün ardında pırıl pırıl diskler dönüp duruyor, bıçaklarıyla toprağı kesiyorlardı. Bu toprağı sürmek değildi. Ameliyat etmekti. Kesilmiş toprağı sağa atıyor, sonra ikinci sıra dişliler onu tekrar kesip bu sefer sola atıyordu. Dilimleyen bıçaklar pırıl pırıldı. Kesilmiş toprak cilalıyordu onları. Dişlilerden sonra da, toprağı demir dişleriyle tarayan taraklar geliyordu. Tarakların ardında upuzun tohumlayıcılar... (...) Ereksiyonu dökümhaneden olan makine, sistemli biçimde, hiçbir ihtiras duymaksızın ırzına geçiyordu toprağın. Sürücü, demir koltuğunda oturuyordu. Kendi isteği olmayan dümdüz rotasından, kendi malı olmayan, hiçbir sevgi duymadığı traktöründen, kontrolü altına alamadığı gücünden gurur duyuyordu. O ürün büyüdüğü, hasat edildiği zaman, kimsenin eli sıcak toprağına değmemiş, kimsenin parmakları arasından yere toprak elenmemiş olacaktı. Ne kimse tohuma eliyle dokunmuş, ne kimse büyümesi için özlem duymuş olacaktı. İnsanoğlu kendi yetiştirmediği şeyi yiyecekti. Ekmeğiyle arasında bir yakınlık olmayacaktı. Toprak o demirlerin altında doğuracak, yavaş yavaş demirlerin altında ölecekti. Söz konusu olan sevgi ya da nefret değildi çünkü. Ne hayır dua vardı ortada, ne lanet.” Makinelerin öğüttüğü şey sadece toprak değildi, insanların emeği ve üretim şuuru da sanayiyle beraber “nasibini” almıştı. Şimdiki toprak düşmanları ise, nebbaşlardan da beter, insanları yurdundan ettikleri yetmezmiş gibi, ürettikleri “modern silah” olan, kimyevî birtakım şeylerle öldürüyorlar. İktidardaki şahıs, kurum ve kuruluşlar ise “kınayarak” yetinebiliyor.

Üslup ya da Tarz
Bir şey içip, yerken, yürürken ve özellikle anlatırken kendimize dair ipuçları veririz aslında. Adabı muaşeretin kaideleri basit olmasına rağmen, “basit” hatalar yüzünden birinden soğuyabilir, belki de hoşnut olabiliriz.

BD-İBDA külliyatının bir yerinde “lisan ve şahsiyet” başlığı altında şu ifadeler var: “Dinleyicilerin, konuşan bir şahsın konuşma tarzına göre şahsiyeti hakkında hüküm verdiklerine dair kuvvetli delilleri vardır.”, “Bir insanı en iyi gösteren lisandır; konuş ki, seni görebileyim.”

Steinbeck 1962’de Nobel edebiyat ödülü konuşmasının bir yerinde, “Edebiyat, konuşmak kadar eskidir. İnsanın ona olan ihtiyacından doğmuştur. O günden bugüne bu ihtiyaç azalmamış, daha da artmıştır” demişti. O ihtiyaç giderildi. Romancılar, şairler, gazeteciler ve bilmem daha neciler; kendi zamanının ötesinde meziyetler sergilemeyi öğrendi, dahiyanece çalıp-çırpmak! Malumatfuruşçuları bile mum ışığıyla arar olduk.

Bir Meslek: Cellatlık
Cellatlık bir zamanlar meslekti. İhtimaldir ki, işine aşık bir celladın en sevdiği vecize şuydu: “Sırt sopa için, ağaçlar adam asmak için yaratılmıştır!” Böyle düşünen özverili bir cellada göre, makineli araçların kullanılmaya başlanması, sadece mesleği bitiren şey değil, aynı zamanda işin “sanat” boyutunu da zedelemiştir. “Giyotin çabuk iş görür, ama çok geometrik ve hiç özelliği, hiç şahsiyeti yok. Kurşuna dizmek, gereksizliğin zaferidir, boşuna masraftır. Nerede kaldı ki, av ve savaş ile asaleti yükselmiş tüfek canilere karşı kullanılmamalıdır.” Yine sanatkâr celladımıza göre, ABD’nin elektrik sandalyesiyle can alması, alçaklıkta en alt basamaktır. Çünkü, “elektrik, doğanın maddeden en uzak kuvveti, ışık veren kudret, katilleri katledecek kadar ayağa düşürülmemelidir”. Bir zamanlar İngiltere’de can alırken kullanılan idam sehpaları ise çok renksiz ve ilkel denilecek bir vasıtadır. Celladımıza göre baltanın can almaktaki meziyeti apayrıdır, o malum anda cellatla mâhkum arasında “gizli” bir ilişki barındırır. Öyle ki Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’den sonraki en büyük eserinde Raskol’ün suç aleti de bir baltaydı. Şimdilerde ise mazlum coğrafyalarda insanlar haşereceymiş gibi öldürülüyor. Eskiden gaddarlığın bile bir ruhu vardı. “Ne yani binlerce insan ‘sanatlı’ bir şekilde öldürülsün mü?” diye soranlar olabilir. Ne yani o zaman umurunuzda olur muydu ki? Başlıktaki soruyu da cevaplayalım, anasını bile ağlatıyoruz!


Baran Dergisi 683. Sayı