Nusayrî Suriye rejiminin Müslümanlara yönelik katliama başlaması ve ardından Türkiye’nin ABD’nin ipiyle kuyuya inerek Suriye rejimiyle köprüleri atması sonrasında; “iş bu noktaya geldiyse tek çözüm adresinin saha olduğunu ve rejimin sert güç kullanarak düşürülmesi gerektiğini” her fırsatta ifade ettik. Yaşanan gelişmeler haklılığımızı ispat ederken, bir süredir “Türkiye’nin artık Suriye rejimi ile görüşmesi gerektiği”, başta Perinçekgiller olmak üzere iktidara yakın medyadaki birtakım kişiler tarafından dillendirilmeye, Türkiye’nin başka bir yolunun olmadığı iddia edilmeye başlandı.

Dün ise Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Ankara’da düzenlenen 13. Büyükelçiler Konferansı’nın son gününde yaptığı basın toplantısında, Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Mikdad'la 10 ay önce yaptığı görüşme ile alakalı şu ifadeleri kullandı:

Bağlantısızlar Toplantısı'nda, Belgrad'da ayaküstü diğer bakanlarla sohbet ederken Suriye Dışişleri Bakanıyla da ayaküstü kısa bir sohbetim oldu… Sonuçta orada da biraz önce söylediğimi söyledim. Suriye'nin tek çıkar yolu siyasî uzlaşı. Teröristlerin temizlenmesi lazım. Kim olursa olsun, adı ne olursa olsun...Diğer taraftan muhalif Suriyelilerle rejim arasında bir barışın olması gerektiğini, Türkiye olarak böyle bir durumda buna destek olabileceğimizi de söyledik.

Çavuşoğlu’nun bu ifadelerinin ardından;

-TSK’nın birlikte operasyonlar yaptığı ÖSO’dan sert tepkiler yükseldi,

-Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin kontrolünde bulunan bölgelerde protesto gösterileri düzenlendi,

-Hatta bu protestolarda o kadar ileri gidildi ki Türk bayrağı yakıldı,

-Askerî konvoyların önü kesildi, araçlar taşlandı.

Tansiyonun hem içeride hem de dışarıda daha da yükselmesi muhtemel… Zira, üzerine her fırsatta benzin dökülen ve yangının sadece tek bir kıvılcıma baktığı bu meselede belki de bazılarının beklediği kıvılcım çaktı. Tek cümlede vaziyetin vahametini ifade edersek; Suriye’nin kuzeyinde “kontrol altında” tutulan bölgelerdeki Suriye halkı bir tarafa, Türkiye’de yaşayan milyonlarca Suriyeli mülteci ve onlar üzerinden bilhassa Müslüman göçmenlere karşı yükseltilen ırkçı zenofobik dalga eşliğinde Türk bayrağının yakılması ve Türk askerî araçlarının taşlanması…

İktidara yakın medyada “Suriye rejimi ile görüşme gerekliliği” konuşulurken, “Türkiye’nin Suriye rejimi ile görüşmeye çoktan hazır olduğu; fakat Suriye’nin çok önemli iki şartı yerine getirilmeden Türkiye ile görüşmeye razı olmadığı” da meseleyi yakından takip ettiği düşünülen kişiler tarafından iddia ediliyordu. Rejimin iki şartı ise şunlar:

-Türkiye’nin operasyon düzenlediği bölgelerden tamamen çekilmesi yani Suriye topraklarını tamamen terk etmesi,

-Suriye rejiminin “terörist” olarak nitelediği muhaliflerle yâni tüm muhaliflerle Türkiye’nin ilişkilerini kesmesi.

Yani “Mart 2011’e dönelim, hiçbir şey yaşanmamış gibi yaşamaya devam edelim!” deniliyor.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin Rusya’ya Esad’ın kontrolündeki bölgelerde operasyon yapacağını söylemesi üzerine Putin’in “Bunu Esad ile görüşün.” dediğini de hatırlatalım.

Peki, acaba Suriye rejimi ile savaşmak maksadıyla yola çıkan muhalifleri silahlandıran ve birlikte operasyonlar yapan, Esad ile arasına “kan” giren milyonlarca Suriyeliye ev sahipliği yapan ve Suriyeliler üzerinden çok büyük bir toplumsal problem ile karşı karşıya bırakılan Türkiye, böyle bir mesele gündeme getirildiğinde dahi nasıl sorunlarla karşı karşıya kalabileceğinin projeksiyonunu yaptı mı? Bunu ilerleyen günlerde görecek, böylelikle Çavuşoğlu’nun açıklamasının nabız ölçmek için mi yoksa Rusya’ya mesaj vermek için mi yapıldığını anlayacağız.

Eğer Rusya’ya biz elimizden geleni yaptık mesajı vermek  için yapılmış bir açıklama değil de nabız yoklamak için yapılmış bir açıklama ise Türkiye’nin tavrı ve “devlet aklı” ile bugüne kadar kendisine kol kanat geren, muhtemelen birçok akrabasına ev sahipliği yapan Türkiye’nin bayrağını yakmaya, askerî araçlarını taşlamaya kalkan Suriyelinin avamî tavrı arasında pek bir fark olmadığını söyleyebiliriz.

Bir de “Esad’ın paralı köpekleri, Muhaberat Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgelerde provokasyon yapıyor.” diyenler var ki, evlere şenlik. Demek, 12 yıldır iç savaş yaşayan, artık devlet olma hüviyetini kaybetmiş bir devletin istihbarat teşkilatı, “bölgesel güç Türkiye”nin kontrolü altındaki yerlerde operasyon yapabiliyor; ama MİT bunu önleyemiyor. Öyleyse çoktan kepenkler kapatılıp gidilmiş de bizim mi haberimiz yok?..

Hülasa; Suriye içindeki iç çatışmadan, dış çemberde bölgesel ve onun dışında ise küresel bir mücadele alanı haline gelen Suriye meselesi; son olarak Türk Dışişleri Bakanı ile Suriyeli muhalif protestocular olmak üzere Rejim, ABD, İran, Rusya kim varsa, dahli olan tüm unsurların “politika nasıl yapılmaz”ın örneğini sergilediği bir mevzu… Esad’ın protestoların başında yaptığı katliamlarla mevzunun iç savaşa evrilmesine sebep olması, muhaliflerin birbirini yemesi ve bir türlü küllî bir yapı oluşturup rejimi devirecek güce ulaşamaması, ABD’nin Türkiye’nin karşı duracağını ve asla müsaade etmeyeceğini bilmesine rağmen YPG’yi silahlandırması, İran’ın rejim üzerindeki etkisini kaybedeceğini bile bile Rusya’yı davet etmesi, Rusya’nın muvaffak olamayacağını bilmesine rağmen sahaya inmesi… Hepsi bu çerçevede değerlendirilebilir. Türkiye açısından bakarsak; Suriye meselesi genelde Türk Dış Politikası açısından da bir tıkanmışlık örneği olarak ele alınabilir ve Türkiye’nin Suriye krizi boyunca bir takım çelişkili yaklaşım ve davranışları bir arada sergilemiş olması bunun göstergesi olarak kabul edilebilir. Nasıl mı? Şöyle:

Hadiselerin başında uzlaştırma arayışıyla yola çıkan Türkiye, ABD’nin telkinleriyle büyük bir diplomatik hataya imza atarak Suriye rejimiyle tüm köprüleri atmış, “tam” olmamakla birlikte muhaliflere destek vermeye başlamış, 2012-13’ten itibaren askerî güç kullanmak suretiyle Suriye’nin kuzeyinde bir güvenli bölge oluşturmayı teklif etmesine karşın inisiyatif almaktan çok uzun bir süre kaçınmış, BM’nin onaylamadığı ve yerel aktörlerin de kabul etmediği bir operasyona karşı olduğunu belirtirken ortaya çıkan insanlık dramının ise muhtemel bir operasyonu meşru kıldığını beyan etmiş, bu süre zarfında milyonlarca Suriyeli göçmen Türkiye’ye akın etmiştir. 15 Temmuz sonrasında ise Türkiye gerekli operasyonları kendisi uygulamaya başlamış, fakat bu operasyonlarla bazı bölgelerde kontrol sağlansa da birtakım uluslararası “zorunluluklar” sebebiyle tam amaca ulaşılamamıştır.

Baştan beri söylediğimiz üzere; Suriye’de çözümün tek adresinin saha olduğunun, Suriye rejiminin askerî güç kullanarak düşürülmesinden başka bir çözümün düşünülemeyeceği gerçeğinin Suriye’nin kuzeyine düzenlenen operasyonlarla daha iyi idrak edilmiş olması gerekiyor. Eğer böyle ise Çavuşoğlu’nun dünkü açıklaması, Rusya’ya “elimizden geleni yaptık” demek için bir mesaj mıdır, göreceğiz. Değilse; rejimle husumeti olan milyonlarca Suriyelinin mülteci olarak yaşadığı, muhalifleri silahlandırıp organize eden, Suriye’de operasyonlar düzenleyip şehitler veren Türkiye, işin müntehasında 10 sene önce köprüleri attığı rejim ile tekrar görüşmekten ve anlaşmaktan bahsederse, iş “hadi Mart 2011’e dönelim” kıvamına gelirse bu hatasıyla sevabıyla salvolarla dolu 10 senelik bir politikanın çöpe atılması demek olacaktır.

İşte o vakit “madem hiçbir şey değişmeyecekti agam biz bu haltı niye yedik?” diye sormadan edemez insan…