2010’lu yılları içtimaî, siyasî ve iktisadî sahada oluş sancıları içerisinde geçiriyoruz. Yaşanan her hadise Batı zihniyeti menşeili dünya düzenin çöküşünü ve yeni bir dünya düzenine olan ihtiyacı bize ihtar etmekte. Elbette kurulacak yeni dünya düzeni insan merkezli olmalı ve bunun da gerçekleştirilmesi için en büyük pay Müslümanlara düşmekte… 

Fertlerin demeti olan toplumlarda sosyolojik açıdan hadiselere bakışta bir değişimin yaşandığı gözlemleniyor. Fertlerin bakışı toplumun bakışını değiştirirken, ferdin genişliğine oluşunun en kapsamlı kurumu olan devletlerin de tavırları buna bağlı olarak değişiyor- değişmeli. Bu tür değişime kapalı olan her devlet ise bekâsı noktasında problemler yaşayacaktır. Bu söylediklerimiz günümüzün temel sorunlarından olan “siyasetin mi sosyolojiye, yoksa sosyolojinin mi siyasete yön vermesi gerekir?” sualine cevap niteliğinde… Fertler, topluma, toplumlar siyasete yön verir.

Türkiye’de ve diğer Büyük Doğu coğrafyası halklarındaki değişimi bu zaviyeden değerlendirmeliyiz. Müesses nizamın kurucu unsurları psikolojik, sosyolojik, siyasî, iktisadî, her nevi sahada nizamın bekâsını korumak adına araştırmalar ve çalışmalar yaparken, Doğu toplumlarının ve bilhassa Müslümanların ruhî çabayı ön planda tutan karakteri bastırılamamıştır. İnsanın nefsini okşayan konformizmin aşılanması bile bir çok Müslüman'ın İslâm'ın bekâsı için çile çekmesinin önüne geçememektedir. Müslüman gençler 100 yılı aşkın süredir baskı altında tutulmanın ve ezilmişliğin getirdiği psikolojiyle cihad ruhunu yakalamaya çalışmaktadır. Bu durum IŞİD benzeri yapıların güçlenmesinin temel sebeplerindendir. Elbette bunu söylerken IŞİD iyidir ya da kötüdür şeklinde bir yorum getirmiyoruz. Bu tarz yapıların iyi yönü mücadele ruhuna sahip olması iken en büyük problemleri ise idealsizliktir. Bu yapılar İslâm’a ve Müslümanlara getirdiği fayda ölçüsünce iyi, zarar ölçüsünce kötüdür.

Türkiye’de Ak Parti iktidarı döneminde gözlemlenen değişimin de arkasında halk var. Bugün hükümetin yapmış olduğu bir uygulama, oy kazanma kaygısı ile yapılmış olsa bile, neticede Müslümanların lehine bir vaziyet arz ettiğinden müsbet telakki edilmelidir. Ak Parti’nin iktidara gelebilmesinin en temel etkeni de Hak ve Halk düşmanı rejimin 90 küsür yıllık uygulamaları ve son olarak Müslümanlara karşı gerçekleştirilen 28 Şubat Darbesi’nin millet üzerinde bırakmış olduğu tesirdir. Millet şuuraltında İslâm’ı muzaffer kılacak olanları beklerken, Ak Parti’yi bu boşluğu dolduran parti olarak görmüştür. Ak Parti’nin 2002’den günümüze yaşadığı politik değişimin sebebi, kimilerince Ak Parti'nin sadece iktidar olmayla yetinmeyip muktedir de olmak istemesi biçiminde yorumlanırken, biz farklı bir bakış açısı olarak şunu getirelim: Ak Parti İslâm ve Müslümanlar lehine oy kaygısı ile yapmış olduğu her uygulamadan sonra oyunu yükseltirken Müslüman Anadolu Halkı’nın İslâm ve Müslümanların bekâsı adına talepleri artma eğilimi göstermiş ve halkın talepleri politika üretme mekanizmasında değişime vesile olmuştur. S. Mirzabeyoğlu’nun halk ihtilâlini neden başa aldığını bu açıdan düşününce daha iyi anlıyoruz. Yeni bir nizam için gerçekleştirilecek halk ihtilâlinin sadece askerî güce dayalı olarak değil yumuşak geçişlerle de gerçekleştirilebileceği, en nihayetinde Devlet İradesi'nin gerçekten Müslüman Anadolu halkının istediği doğrultuya, yani İslâm'a teslim edecek belki de “tepe”den gelecek “bir fiske”nin yetebileceği ortaya çıkıyor. Yani, şabloncu olmamak gerekir ve “ihtilal” deyince illa insanların aklına bu güne kadar yapılmış ihtilaller gelmemelidir. Esas olan, iradenin “gerçekten” İslâm'ın, yani İbda Anlayışı'nın eline geçmesidir. Bunun mukadder olduğunu biliyoruz, buna inanıyoruz, ama rejimin değiştirilmesi ve idarenin gerçekten Müslümanların eline geçmesini hedefleyen çabaların, Mirzabeyoğlu'nun “İdeolocya ve İhtilal” isimli eserinde de ifade ettiği üzere gaibi kurcalayan sanat yönünü ve şabloncu olmamayı da ıskalamaması gerekir. 

Diğer taraftan avamın isteklerinin ne şekilde olması gerektiğine yön verecek olanın Müslüman aydınlar olması bakımından yeni bir problemle karşı karşıya kalıyoruz. Bugün aydınlarımızın Batı menşeili dünya düzeninin çöktüğünün ve kurulacak yeni nizamın millî ve manevî değerlerimize bağlı orijinal bir ideoloji merkezinde inşa edilmesi zaruretinin farkına varması gerekmektedir. Bu minvalde ortaya konan tek ideolojinin Üstad Necip Fazıl’ın ve Salih Mirzabeyoğlu’nun örgüleştirdiği “İslâm’a Muhatap Anlayış” davasının olduğu anlaşılması gerekir.

Türkiye’nin İslâm dünyasının liderliğine soyunmasını da sosyolojik değişimin tezahürü olarak görebiliriz. Rüzgâr ilahi bir şekilde hadiselerin belli bir mecraa kıvrılmasına sebep oluyor. Dış politikada Türkiye’nin takındığı tavır ve Suriye ve Irak tezkereleri ABD ve İsrail güdümünde gerçekleştirilecek operasyonlara gebe ise bu Ak Parti iktidarının kendi ayağına kurşun sıkması anlamına gelir. Eğer ki bu tezkere, Türkiye’nin kendi politikalarını icra etmek için kullanacağı argüman ise İslâm dünyasının lideri olmak iddiasının pekiştirilmesi yönünde bir adım olur. Keza CHP kanadının tezkereye karşı çıkarken “bu tezkere hükümetin, Türkiye’yi İslâm dünyasının lideri yapmak için attığı çılgın adım” nitelemesi yapmaları da gözönünde bulundurulmalı. Türkiye gerçekten İslâm dünyasının liderliğini üstlenecekse Irak ve Suriye meseleleri de Türkiye’nin meselesi demektir. Orada uygulanacak politikalar ve üstlenecek aktif rol ABD ve İsrail’in taleplerine göre değil Müslümanların faydasına göre şekillendirilmelidir. 

Baran Dergisi 404. Sayısı