Şimdi, bu sayfada Sedat Peker ve hasımlarının karşılıklı suçlamalarını gösteren bir çetele tutsaydık, bunlara ek olarak bildiklerimizden üç beş cürmü de listeye biz ilâve etseydik, ardından da “o şöyle dedi ama bak aslında şunu demek istedi”, “bu iş öyle ama onun bir de şu tarafı var, onu konuşmadı” minvalinde pozlar kesip, hâli hazırda herkesin kapısının önünden akan, bilinen ve hatta çok fazla bilindiği için, bir süre sonra burnun kokuyu duymaması gibi kanıksanan rezaletleri sanki ilk defa duyuruyormuş gibi şekillere bürünseydik, muhakkak ki daha fazla ilgi ve alâka toplardık. Fakat bizim derdimiz ortalığı berbat eden pislikle değil, bu pisliği doğuran sistemle. Hem zaten böyle olması gerekmez mi? Siz hiç önüne gelen hastanın sistemlerinde yaşanan sıkıntıları bir kenara bırakıp, bu arızalar neticesinde altına kaçırdığı necaseti kafasına takan, bunu mesele eden, sabahtan akşama onu kurcalayan bir hekim işittiniz mi? Siyasetçisinden medyasına, hukukçusundan aydın tipine kadar tüm bu yaşananlardan sonra sistem konuşulacağı yerde ifrazatın konuşuluyor olması gerçekten de hayret verici bir seviyesizlik.

İki hafta evvel yayımladığımız 750. sayımızda geniş bir perspektiften yapmış olduğumuz değerlendirmede, sistemin ideolojik çarpıklığından doğan bu sorunun aslında hukuk düzeninin ortadan kalkması neticesinde ortaya çıkan çete düzeninden kaynaklandığını, bunun da müsebbibinin Kemalist rejim olduğunu teşhis etmiştik. Şimdi biraz daha hususi bir plandan bakalım ve çete düzeni tesis edilmeden işlemesi mümkün olmayan Kemalist rejimin iktisadî düzeni üzerine eğilelim.

Devletin Malı Deniz, Yemeyen Domuz

Kemalist rejimin iktisadî düzenini tek kelime ile tarif etmeye kalkacak olursak, herhâlde bizim de sizin de aklınıza hemen “rant” kelimesi gelecektir. İnsanımızın ruh köklerine yabancı olan rejim yüzünden, devlet müessesesinin kendisini de yabancılayan, rejim ile devleti birbirinden tefrik edemediği için aslında kamuya ait olan serveti yağmalamak, talan etmek için kapıda sıraya girmiş bulunan birçok kimse var. Hatırlar mısınız bilmem, bir dönem çocukların bile ağzında “devletin malı deniz, yemeyen domuz” gibi tekerlemeler dolaşırdı. Bununla beraber, rejim kendisine karşı olan bu bakış açısını ve servetin dağıtılması noktasındaki santral rolünü bildiğinden, siyasetçiler, bürokrasi, sermayedarlar, medya ve hatta aşiretlerle bile olan münasebetlerini bu rantı merkeze alarak şekillendirmiş, şekillendirmektedir. Rant denen zıkkım bilindiği üzere kanunî hırsızlık demek. Meselâ devlet bir yeri imara açacak, bunu ne siz biliyorsun ne de biz; fakat bu kararı alanlar iş tuttukları kimselere bunun haberini uçurup, o arsayı tarla değerinden aldırıyor, sonra da imara açıldıktan sonra meydana gelen fiyat artışından elde edilen haksız kazancı bölüşüyorlar. Bölüşme işi daha en başta da olabilir, onu tam bilemedik. İzlenen finansman politikası dolayısıyla Türk Lirası’nın değerindeki oynaklık, gelecek vergiler dolayısıyla yaşanacak fiyat artışları, emtia fiyatlarında yalnız devletin bilmesi gereken fiyat artış yahut azalışları, bir yere yapılacak yatırım dolayısıyla çevresinde meydana getireceği değer artışı gibi misaller çoğaltılabilir.

Çete bahsine bir daha dönmeyeceğimizden şu hususu da hatırlatarak devam edelim. Rant gibi ahlâksız ama kanunî yahut kanunun etrafından dolaşılarak elde edilen kazançlardan doğan anlaşmazlıklar, mahkeme kapılarında çözüme kavuşturulamayacağından, hakkında çok konuşulan o çeteler, tam da bu noktada, hırsızlar arasındaki güçlünün güçsüzü ezmesi üzerine tesis edilmiş adaleti tecelli ettirmek üzere doğar.

İktisat Politikası

İktisadî politikaların belirlenmesi ile tenkid edilmesi noktasında, resmî vazifeli yahut bunu kendisine vazife edinmiş (akademisyen, gazeteci gibi) herkes, burada dönen dolaptan payını alamadığını düşündüğü veyahut payını arttırmak gailesi ile ahlâksız ama kanunî ve kanunun etrafından dolaşılarak elde edilen kazanca kafasını öylesine gömmüş vaziyette ki, memleketteki kimse Türkiye’nin bir iktisat politikası olmadığının şuurunda bile değil.

Evet, dün olduğu gibi bugün de Türkiye’nin bir iktisat politikası yok! Siyasî iktidarlar, yalnız günü birlik ekonomiyi döndürebilecek kadar finans politikalarıyla ilgililer.

Kısaca bir bakacak olursak iktisat, bağlı olduğu hayat tarzı, ahlâk, dünya görüşü ve inanılan din tarafından tayin edilen insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretim ve gelir dağılımı metoduyken, Fransız İhtilâlinden sonra meydana gelen zihniyet değişimiyle beraber dini de, dünya görüşünü de, ahlâkı da, hayat tarzını da biçimlendirmeye kalkan üst bir gaye olarak karşımıza çıkmıştır. Bu değişimle beraber yalnız ehram altüst olmakla kalmamış, aynı zamanda devletin varlık sebebi olarak öne sürülen ferd ile toplum arasındaki muvazene de (gelir dağılımı başta olmak üzere) birçok unsuruyla beraber bozulmuştur.

Türkiye’de bugün en acıklı hâlini müşahede ettiğimiz üzere, ihtiyaç kavramı yalnız sağlayacağı rant ve bu ranttan elde edilecek kazanç üzerinden tayin edilmekte ve toplum bütününün parçası olduğu bir iktisadî düzenden bahsetmek de bu sebeble beyhude bir çabadan öteye gitmemektedir. Tayin edici olan sırf kazanç olunca, toplumun tamamının refahını önceleyen iktisadî münasebetler rafa kaldırılmış ve onun yerini servet sahiblerinin menfaatini önceleyen rant, finans ve malî işler almıştır.

Üretim ve gelir dağılımı metodu olan iktisadî münasebetlere böylesine dar bir perspektiften bakılmasının neticesini, biraz evvel ifâde ettiğimiz üzere birçok veçhesinden bakarak Türkiye’de yakinen görüyoruz. “Batıdaki ekonomik işleyiş de Türkiye’dekine benzer, orada niçin böyle olmuyor da Türkiye’de böyle oluyor?” diye aklınıza getirebilirsiniz. Bu noktada Türkiye’yi Batılı ülkelerden ayıran başlıca hususiyet, onların kalkınma süreçlerini tamamlamış olmaları dolayısıyla kendi ülkelerindeki rant kapısının kapalı olduğu, bu sebeble de kazancını arttırmak isteyenler için geriye tek kapı olarak mal veyahut hizmet üretmek kaldığını ifâde edebiliriz. (Ürettikleri mal ve hizmeti pazarlamak için ihtiyaçlar üzerinde yapılan manipülasyonlar ayrı bir başlık olabilir; fakat rant başka bir şey.) Kendi ülkelerinde kanunî ve ahlâkî yollardan elde ettikleri kazanç, Türkiye gibi ülkelerdeki rant kapılarını sonuna kadar sömürmedikleri, Türkiye’den beter ülkelerdeki kaostan da azamî derecede nemalanmadıkları anlamına gelmiyor tabiî. İçeride kendi iktisadî düzenlerini muhafaza ederken, bizim gibi finans siyaseti yapan, birbirinin gözünü çıkarmayı marifet edinmiş memleketleri de azamî derecede sömürüp, buralardan elde ettikleri serveti kendi ülkelerine gururla taşıyorlar. “Dış minnaklar parmak attı gözümüze” işinin esası da budur. Adamlara kızacak bir şey yok, içeride kimin kimin gözüne parmak attığı belli olmayan yerlerde dışarıdan gelip bir parmak atan da illâki çıkar.

İktisadî Sistemin Temel Dayanağı: Para

Bir memleketin iktisadî vaziyetini kavramak istiyorsak, önce bakılması gereken adres o ülkenin para birimidir. Para birimi standart bir değer ölçüsü olma vasfını haiz mi, değil mi? Eğer ki para birimi yüksek iniş çıkışlar göstermiyor, değerini muhafaza ediyorsa, o ülkede genellikle iktisadî düzen işliyor demektir. Bunun yerine, para standart değer ölçüsü olma vasfını yitirmiş, bu sebeble de fiyatlandırmada, büyük çaplı alışverişlerde değiş tokuş aracı olmada ve tasarruf vasıtası olarak kabul görmüyor, onun yerine başka ülkelerin para birimlerine iltifat ediliyorsa, o ülkenin iktisadî düzeni işlemiyor demektir.

Türkiye ekonomisine Türk Lirası nazarından bakacak olursak, bütün kandırmacalardan arınıp, esasında nasıl içler acısı bir hâlde olduğumuzu daha net bir şekilde kavrayabiliriz. Vaziyeti kavramak aslında ne kadar basit değil mi?

Ekonomi ile para birimi arasındaki karşılıklı münasebet anlaşıldığına göre, şimdi gelelim içinde bulunduğumuz bu vaziyetten nasıl kurtulacağımıza.

İktisat ilmi açısından hadiseye yanaşacak olursak, içinde bulunduğumuz bu vaziyetten kurtulmamız için önümüzdeki tek yol, kendi para birimimizi stabil bir hâle getirmekten, kararlı kılmaktan geçiyor. Hadi şimdi nedenlerini sıralayalım:

Memleketin para biriminin kararlılığını koruyamaması, ülke içinde elde edilen tasarrufların yabancı para birimlerine kaymasına sebeb oluyor. Bu da memleketin döviz ihtiyacını arttırıyor, cari açığı büyütüyor ve Türk Lirası’nın değer kaybına uğramasına sebeb oluyor. Bu bahsettiğimiz kanunî hırsızlık yoluyla elde edilen gelirin, döviz cinsine çevrildikten sonra büyük bir çoğunluğunun da yurt dışındaki mevduat hesablarına kaydığını da ilâve edelim.

Para biriminin diğer para birimleri karşısında kararlılığını koruyamaması, paranın satın alma gücünün de kararsız olması anlamına geliyor. Bu da ülke içinde üretilen mal ve hizmetin fiyatlandırılmasında Türk Lirası yerine yabancı ülkelerin para birimlerinin ölçü alınmasına sebebiyet veriyor. Türk Lirası paradan beklenen vasıfları yerine getiremediği için değer kaybederken, fiyatlandırmanın yabancı para birimleri ölçü alınarak yapılması da tabiî olarak enflasyona sebebiyet veriyor. Memlekette üretilen domates fiyatı bile yurt dışına satılmış olsa elde edilecek döviz tutarının Türk Lirası karşılığına göre belirleniyor. Bu sefer de Türk Lirası’nın diğer para birimleri karşısındaki değerini korumak, onu tercih edilir kılmak için faize başvuruluyor, bu sefer de faiz yükü dolayısıyla üretim maliyetlerinde yaşanan artış bir tur daha enflasyon doğuruyor.

E tabiî bir de paranın yerine getirmesi beklenen en temel vasıflardan biri olan mübadele/değiş tokuş vasıtası olması niteliği var. Bugün Türkiye’de bakkal market alışverişi dışında neredeyse yapılan bütün alışverişlerde değiş tokuş vasıtası olarak döviz kullanılıyor yahut para transferleri Türk Lirası cinsinden yapılsa bile elde edilen kazanç direkt olarak dövize dönüştürülüyor.

Hâsılı kelâm, Türk Lirası haiz olması gereken hiçbir vasfı taşımıyor.

Bu Yalnız Bizim ve Vatandaşın Meselesi Mi?

2007 senesi itibariyle vaziyeti kollayanların fark ettiği, 2013 Gezi Olayları ile beraber ufukta belirginleşen ve 2018 itibariyle iyiden iyiye ayyuka çıkan Türkiye’nin döviz ve borç krizi, öyle sanıyoruz ki bu memlekette Türk Lirası üzerinden sabit geliri olan vatandaş ile Büyük Doğu-İbda bağlılarından başka kimseyi alâkadar etmiyor. Deva Partisi’nin başındaki eski dertlerden Ali Babacan ve diğer Batıcı muhalefet partileri Erdoğan’a vurmak için de olsa bu konuyu gündeme getiriyor ve Batı’ya kayıtsız şartsız teslim olmak suretiyle yeniden buraya doğru bir para akışı sağlamak üzerinden bir çözüm önerisi getiriyorlar. Bunun ihanet olması bir yana, bu arkadaşlar konjonktürü okumaktan yana da acizler. Batı, Türkiye’de eskiden olduğu gibi kendisine kul köle olacak iktidar aramıyor artık. Batı’nın son acı ve yüksek maliyetli tecrübelerinden sonra Türkiye ile alâkalı tek planı, bu memleketi bölüp paramparça etmek ve bir daha dönüp burasıyla ilgilenmemek. Bunlar bunu da anlamaktan aciz, küçük kafalı adamlar.

Tabiî şartlar içinde bu vaziyete karşı sesini yükseltmesi gereken solcular, sağcılar, muhafazakârlar, çeşitli cemaatler ve sivil toplum kuruluşları da herhâlde dövizde pozisyon almış olacakları ki, hiç bu taraftan esmiyorlar. Bu sebebten dolayı hakikaten de yaşanan döviz ve borç krizi yalnız vatandaşın ve bizim meselemiz olmuş görünüyor.

Türk Lirasını Sağlam Kazığa Bağlamak

İktisat, bağlı olduğu hayat tarzı, ahlâk, dünya görüşü ve inanılan din tarafından tayin edilen insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretim ve gelir dağılımı metodu demiştik. Bütün bu unsurlar bir bütün hâlinde ele alınarak yeni bir iktisadî düzen inşâ edilmediği sürece ekonominin ideal bir forma kavuşmayacağı muhakkak; fakat en azından işlerliğini sürdürebilmek adına atılabilecek adımlar da yok değil.

Biraz evvel izah ettiğimiz üzere ekonomide yaşanan en büyük sıkıntı Türk Lirası’nın kararlı hâle gelmemesinden kaynaklanıyor. Yâni pek çok tali meselenin kendisinden kaynaklandığı esas bir sorunumuz var, çözülmesi gereken. Türkiye ekonomisinin bir derinliği olmadığı, mevcut şartlar içinde hızlı bir şekilde topyekûn üretim ekonomisine geçilemeyeceği ve eskiden olduğu gibi Türkiye’ye oluk oluk döviz akıtmak için kimsenin bir sebebi de kalmadığından, Türk Lirası’nı kararlı hâle getirmek, onu sağlam bir kazığa bağlamaktan geçiyor. Sağlam bir kazık derken kast ettiğimiz, Türk Lirası’nın değerinin stabil olmasını sağlayacak bir değere çıpalanması.

Türkiye’deki emisyon hacmi ve rezervlerimiz göz önüne alındığı takdirde, Türk Lirası’nın standart değer ölçüsü olma vasfını kazanması için altına endekslenmesi gerekiyor. Bunun dışında hakiki değer ölçüsü olan diğer yer altı kaynaklarının tesbit edilmiş rezervleri, enerji kaynakları gibi unsurlar da bu şekilde Türk Lirası’nın endekslenmesi için kullanılabilir; fakat şu ânki tabloya göre Merkez Bankası’nın altın rezervi emisyon hacminin altına endekslenmesine cevab verebilecek kemmiyeti taşıyor.

Burada şu hususun altını çizmekte fayda var, biz bu yol izlenerek Türk Lirası diğer para birimleri karşısında değer kazansın demiyoruz. Gerekirse bir Amerikan Doları 10 yahut 15 Türk Lirası’na tekabül edecek şekilde ayarlansın da ona göre altına endekslensin. Burada maksat paranın satın alma gücünü arttırmak değil, kararlı kılmak ve bunun üzerinden de Türk Lirası’nın paranın taşıması gereken vasıfları yerine getirebilir hâle getirmek.

Tercih Sizin!

Türk Lirası üzerinden sabit maaş alan vatandaş dışında geri kalan herkes dövizde pozisyon aldığından böylesi bir teklife kimse yanaşmayacaktır muhtemelen; fakat alıcısı yok diye hakikati söylemekten vazgeçmek de fikir namuskârlığına sığmaz.

Türk Lirası bahsettiğimiz şekilde sağlam bir kazığa bağlanmadığı sürece sona ermeyecek olan döviz ve borç krizi bu iktidarı da yer, onun yerine gelecek iktidarları ve memleketi de yer götürür. Biz tarihe not düşmek adına dahi olsa bunu bir kez daha söylemiş olalım.

Döviz kurundaki oynaklıktan kaynaklanan rant kapıları sizi yeterince doyuruyor ve geriye kalan sıradan vatandaş sizin nazarınızda ancak teferruatsa, o da olur. Biz, vatandaşa kıyamadığımıza, bu işler kolay yol varken zor yoldan çözülmesin diye ikaz ediyoruz. Neticede özgür bir ülkede yaşıyoruz değil mi? Hükmedemiyorsanız bile en azından tercih edebilirsiniz.

Kolay yahut zor yoldan, biz iki türlüsüne de varız, siz hangisine varsınız?

Baran Dergisi 752.Sayı