Gölgesinde Nefes Aldığımız Fikir; İbda

Yüzyılına hâkim adam her şeyi alabilir, her şeyi tehlikeye koyabilir, her şey onundur!” ifadesini birçok yerde dile getirir Mirzabeyoğlu. Her şeyi tehlikeye koymak; tanrılaşan teknolojiyi, ruhbanlaşan akademiyi, değişmez görülen ideolojileri, yenilmez sanılan rejimleri, süfli yaşantıya meyletmiş dindarları bile. Beyin ölümü; ölmek yalanı. Fiilen idarecisiz kalmak. Ruh emrinde kol. “Kol çalışmıyor” demek, “artık yemek yemek yok” demeğe kapı açar mı? Kalp attığı müddetçe hayat aktif. O halde!.. “Beyin Ölümü” bir aldanış, mevcut bilimin aldanışı, ölüm karşısında çaresizliği. Bazen tarif, tarifi edilenden başka olur ya, o hâl. Bu çerçevede yüzyıl önce başlayan bir saldırı ile koca bir coğrafyanın beynini öldürmeye kalktı Batı. Öldüremedi!.. Çünkü hâlâ bir yerlerde kalp atıyordu, bir CAN titriyordu. Abdülhakîm Arvâsî ile başlayan, Üstad’la meydan yerine çıkan, Mirzabeyoğlu ile toprakla buluşan FİKİR, başta İslâm coğrafyası olmak üzere tüm dünyayı yoğun bakıma tâbi tutmuştu. Fikirde, edebiyat ve sanatta ne varsa ÜMMET’in faydası için imbikten geçirilerek örgüleştirilmiştir. Büyük Doğu-İbda bu YOĞUN BAKIM neticesi doğan KURTARICI FİKRİN adıdır. Kumandan’ın “yoğun bakım”da olduğu haberi gelince ilk tedaisi bu oldu: “KİM” YOĞUN BAKIMDA. Dünya mı O mu? Yaşamayı Deneme’den mülhem iki yıl önce bir rüya vesilesiyle İbda Mimarı’nın Ölüm Odası B-Yedi eserinin bir bölümüne attığı başlık: “Kim?” (Yoğun Bakımda).

Yoğun bakım; hastanede, ameliyat sonrasında devam edegelen ve çok ağır hastaların tedavisi için uygulanan özel bakım. Salih Mirzabeyoğlu, bütün hayatı gözler önünde olan bir mütefekkir. Rüyaları, varidat halinde paylaştıkları, başkalarının onun hakkındaki düşleri yahut gördükleri, hemen her şey... İnsan bu kadar göz önünde durur da haset yahut ademe mahkûmiyet ondan eksik olur mu? Hadis-i Şerif: “Mümin 5 türlü şiddet arasındadır: Müslüman kardeşi onu çekemez. Münafık ona buğzeder ve sevmez. Kâfir onun canına kasteder. Kendi nefsi onunla uğraşır.”
Yazımızın başında dile getirdiğimiz, Mütefekkir’in, “Ben Kimim?” davası, aynı zamanda şuur süzgeci seviyesinin değişmesi neticesi oluşan muhteşem bir fikir örgüsü doğurdu. Bütün hayatı boyunca bunun çile ve ızdırabı, aşk ve heyecanı, ideal ve aksiyonu bu dava üzerine kurulu olan Mirzabeyoğlu, bir nevi yoğun bakımda olan çağa İBDA gibi bir fikir örgüsünü armağan etti. İslâm tasavvufu karşısında dünya tefekkürünü imbikten geçirip, benzersiz bir diyalektikle terkibi hükümlere bağladı. Modern dünyanın düştüğü bunalıma çıkış adresini gösterdiği gibi ona muhatap olmuş toplulukları “yoğun bakıma” tabi tutup şifaya tahvil etti. İBDA, bu çerçevede, zamanı gelmiş fikir olarak yüzyıla hakîm tavrı kuşanmıştır. Diğer taraftan İBDA, ne yeni bir mezhep, ne bir tarikat, ne bir parti, ne bir dernek ve ne de bir örgüttür. Peki nedir? “İBDA, insanı etiyle, kemiğiyle, ruhuyla, kalbiyle yakalamak isteyen dölleyici bir fikir. Hayat, ölüm, insan, erkek, kadın, siyaset, ahlâk, ekonomi, ruh ve varlık... Hakikatin teşhisinde nerede perde varsa orada mücerredin mücerredidir İbda. Ve nerede netlik, izah edicilik gerekiyorsa orada nettir, açıktır dili İbda’nın. Eğer kendinize, hayatınıza, kâinata bir anlam vermek ve bu anlam doğrultusunda yaşamak ve düşünmek istiyorsanız, siz dünya görüşü peşindesiniz demektir... İslâm bir Kurtuluş Yolu. İbda ise bu dâvânın remzlerinden biri.”(Said Aykut, Akademya Konuşmaları) Mimarı’nın ifadesiyle: “İBDA: Allah ve Resulü davasında DOĞRU YOL-KURTULUŞ YOLU’nun bir alemi, bir remzi.”(…)“İnsan ve toplum meselelerine “Kurtuluş Yolu” hakikatine uygun olarak yanaşabilmenin “ilmî” halidir. Ve, bilerek veya bilmeyerek İslâm’a hainlik edenleri enselemenin biricik anahtarıdır.” (Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, 2004: 7)
 
Takdimdeki “Kim”?

Mütefekkir’in “Yaşamayı Deneme” adlı eserinde bahsi geçen KİM.

Eserdeki KİM, kim?

Salih Mirzabeyoğlu; anlayışımızı yenileyen adam... Üstad’ın ifadesi ile “Müjdelerin Müjdesi”... Zihinleri yeniden inşa yolunda en güçlü iradeyi ve dili ortaya koyan mütefekkir... Batı tefekkürünü lif lif inceleyen, hesaba çeken, İslâm Tasavvufu etrafında örülen sis perdesini, derme çatma kulübeleri aralayan ve Mutlak Fikri Mutlak Hakikate açılan pencere halinde şuurlarda tazeleyen hikmet sahibi... Kelimeler, kelimeler, kelimeler... Tek söz kâfi; KUMANDAN. Fikirde, aksiyonda, edeb ve ahlâkta Kumandan.

KUMANDAN: İdamdan dönülmüş mahkemede hâkim sorusu: “Size neden Kumandan diyorlar?” Cevab: “Lakap, asıl adından başka bir kimseye başkalarının taktığı addır.(...) Kumandan lakabı da bana 1980’lerde ‘Rapor’ Dergisi çıkarken yakıştırılmış bir lakaptır.”(21 Şubat 2000 tarihinde DGM’de yapılan savunmadan) Kaptan, bir mânâsıyla Kumandan... Kaptan Mirzabeyoğlu; Kumandan Mirzabeyoğlu.

Bu çerçevede “Medhe Layık Takdim” sırrı ve “Ben Kim’im?” davası “O Kim?” davasına bitişik. O; Kaptan Mirzabeyoğlu, Kumandan Mirzabeyoğlu, Mütefekkir Mirzabeyoğlu. İsme bitişik sıfatların hiçbiri rastgele seçilmiş değil, müstear bir mânâlandırma ise hiç değil. Takdime layık bir adlandırma.

Takdim: “DÜNYA ÇAPINDA BİR HADİSE- KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN

Dergilerden, gazetelerden ve televizyon ve radyodan tanıdığım meşhur Kaptan Kusto... Bu adam bir devrin (Marko Polo)su, Evliya Çelebisi gibi tetkikçi bir seyyahtır ve tabiat denilen yaratıklar âleminin sırlarını denizlerde arayan ve deniz içi hayatı kurcalayan ilmî bir tecessüs sahibidir.

Bu adam basit ‘olabilir’ler veya ‘olabilir’ sanılan şeyler arasında öyle bir tecelliye şahit oluyor ki, 1400 yıl önce Kur’an’ın haber verdiği mucize önünde dize gelip Müslüman oluyor.”

Takdim peşinde bir ömür ve liyakat çilesi. 500 yıldır beklenen mütefekkir iltifatına mazhar ve bunun oluş ıstırabına sabrediş. Bütün hayatı, ıstırabı ve gayesi ortada bir mütefekkir. 68 yıllık hayatında her biri ayrı bir kütüphane çapında 70’e yakın eser. Fizikten matematiğe, biyolojiden psikolojiye, din ilimlerinden felsefeye her sahada orijinal ve telif eserler. 

Herkesin bir menkıbesi var ve herkes kendi menkıbesinde başrol oyuncusu olma derdinde. Kiminin hikâyesi dünya çapında kiminin ise bir küçük köy. Ama ölmek için dünyadaymışız gibi nihai noktamız belli. Varılacak ve erilecek olan bedahet halinde göz önünde.

O’nun menkıbesi, destanı ve yaşanmaya değer hayat için mücadelesi ortada. Ölümle hep koçbaşı yürüyüş. Şehitlik nimetinde fanileşmiş bir hal; yaşayan şehîd. 1 Şubat 1991’de, Körfez Savaşı diye bilinen, İslam ülkesi Irak’ın Amerika Haçlıları tarafından işgaline, Türkiye’nin bu yolda sürüklenmek istenmesine karşı çıktığı için, bir NATO operasyonu (panik operasyonu) sonucu gözaltına alınıp günlerce akıl almaz işkence cenderelerinden geçirildi. Ölümüne süren bu işkencelerden yine zaferle çıkan Mirzabeyoğlu, davasından tek bir adım geri atmadığı gibi hem fikirde hem aksiyonda gençliğe ruh üflemeye devam etti. 28 Şubat sonrası darbeciler tarafından yoğun işkencelerden sonra birde cezaevinde akıl almaz işkencelere ve baskılara maruz kalan Mirzabeyoğlu, Metris Cezaevinde destanlık bir mücadele örneği sergileyerek “devleti içten ele geçirmiş işgal güçlerini” tek bir hamlede derdest etti.

Şehitler ve yaralı gazilerle birlikte -güya anlaşmış olarak- cezaevinde “ele geçirilen” Mirzabeyoğlu ölümüne işkencelere maruz bırakıldı. Öldü diyerek bıraktılar. Ancak ilahi SIR bir daha tezahür etti ve Mirzabeyoğlu, “ÖLÜM İLANI”ndan yeniden “dirilerek” çıktı.

Kartal ve Bolu F tipi cezaevleri... Telegram işkencesinin en yoğun ve en şiddetli gerçekleştiği yerler. Öldüremediklerini “ölmekten beter” etme niyetli bu girişimlere karşı Mirzabeyoğlu, yine olağanüstü bir mücadele ortaya koydu. Onu “ölsün” diye koydukları yerden o: “Ben hayatımın bir kayıp devresi olarak görmüyorum 15 seneyi.(...)Bana zehir yedirdiler ben onu bala çevirdim. Bundan dolayı yaşamayı fikir, fikri yaşamak diye bilen bir insan olarak bu devreyi de bu şekilde verimli geçirdim. Bu yönden kayıp olarak görmüyorum. Bizi uçurumdan attılar biz yere sağlam indik. Paraşütü icat etmiş olarak indik.” diyerek çıkmıştır.

“Kim” Şehid Oldu?

Yaşadığı hayat her ân şehid olma ihtimalini muhafaza etmekte. Yolun başından sonunu tahmin etmek zor değil. Böylesi bir yaşamın ve küfre karşı verilen destansı bir mücadelenin muhakkak bir bedeli olur. Bazen şehadet bazen devlet.

Tarih 4 Mayıs 2018. Yer Yalova. Son aylarda iyice yoğunlaşan telegram saldırısı sonucu beyin kanaması geçiriş ve önce Yalova Devlet Hastanesinde daha sonra İstanbul Dr. Siyami Ersek Hastanesi’nde yoğun bakımda tedaviye alınış. Nihayetinde 16 Mayıs Çarşamba günü Rahmet-i Rahmân’a varış.
Gerçekleşen suikastten haftalar önce kayda alınmış görüşmede O diyor: “Öleyim, kalayım; benim vücudumda bir şey yok! Mevzu bundan ibaret! Tamam mı? Ben hasta masta değilim! Bir şeyim yok! Yani şimdi buna vur derlerse vururmuş, beni şey yapacakmış falan... Böyle yaparsa ben kalpten gidiyorum ve yahut da doğrudan doğruya şiddetli bir yakmayla, yani yakarak beni şey edecekler falan...”

Kumandan ŞEHİD oldu haberi bir ânda Anadolu’yu hüzne boğdu. Çünkü herhangi biri değildi ölen: “Bir âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.” hikmetinden payla devasa yükü sırtlanmış, müjdelenmiş bir mütefekkir, kimseye borcu olmayan bir mutasavvıf ve aynı zamanda büyük bir İslâm mücahidi idi, ölen. Tartışmasız herkes hakkı teslim eder ki; Anadolu’da Necip Fazıl ve Mirzabeyoğlu’nun İslâm düşmanlarına karşı verdikleri mücadele neticesi açılan gediklerden milyonlar nefes almaya başladı. Yine ehli tarafından teslim edilen haktır ki; bugün Mirzabeyoğlu’nun hem laik batıcılara hem de içteki devşirme hainlere karşı verdiği mücadele neticesi sistemli bir dik duruş oluşmaya başladı. Kaldı ki Mirzabeyoğlu ve sevenleri tarafından deşifre edilen ihanet şebekeleri, tüm güçleri ile neredeyse sadece ona saldırmış ve hem kendini hem de sevenlerini yıllarca sürecek mahkûmiyete sürüklemişlerdir. Hâli hazırda zindanlar bu destansı mücadelenin kahramanları ile doludur. Ve son olarak söylenecek şey; dünya bir fikir kahramanını, bir hikmet pınarını, bir ilâhi aşk yolcusunu, bir zarafet ve asalet sembolünü kaybetti. Dünya “500 yıldır beklenen mütefekkir”ini kaybetti.

Yazımızı onun sevenlerince şuurlaştırılmış, işkencecilere meydan okuyan şu ifadeleri ile noktalayalım ve İBDA, bu işin ruhudur, yürüyüşüne devam etmektedir bilelim.
“Tenimizi ezebilirsiniz… Ama… Ruhumuzu asla… Onu ne işkence zabteder, ne kelepçe, ne pranga… Gülümser durur inancımız hürriyet budunda sonsuzca… Bizi edebilirsiniz, evimizden, tenimizden… Ama dinimizden? Çok şükür… Pişmanlık uğramadı semtimizden… Ya siz? Ezeli pis, hayvancıklar… Neye yaradı işkenceniz? Dünyanız kara, ahiretiniz zift… Sizi bekliyor cehenneminiz!..”

Baran Dergisi 593. Sayı