Fyodor Mihailoviç Dostoyevski “Cinler” isimli eserini 1869 yılının sonunda Floransa-Dresden’de yazmaya başladı ve 1872 yılında bitirdi. Bir yönüyle memleketindeki siyasî havanın istikrarsız görüntüsü, diğer tarafta ise alacaklılarının borçlarını tahsil etmek için durmadan kapılarını aşındırdığı demde, Avrupa’ya, Floransa’ya gitmişti… Birçok yazar içi borçlarını ödemek yahut buna benzer sebeplerle eserler verdiği dedikodusu edebiyat dünyasına, fikre, ulvî hislere aşina olmayan insanların uydurduğu boş sözlerden ibarettir. Bu türlü boş sözleri (veba illetine) muhatap olanların başında Dostoyevski de vardır ve onun kumar yahut başka borçlarını ödemek için eser verdiği söylenir. Oysa, onun mesleği yazarlıktı ve maişetini bu yoldan temin ediyordu. Kumar yahut başka bir sebepten ötürü olan borçlarını ödemek için mesleğini bırakıp -mesela- avizeci dükkânında mı çalışması icabediyordu acaba?
 
Dostoyevski ve ona benzer yazarların borçlarını, mesleklerini icra edip -eser verip- ödemeleri kadar tabiî bir hâl olamaz aslında. Fakat gariptir; her ne kadar birçok eser verseler de ağızlarda olan, dolaşıp duran ve hepsinden geriye kalan ya kumar tutkunlukları yahut da falanca gün yaptıkları “acaib” hareketlerdir. Oysa ciltler dolusu eserler verip ömrünü tüketen bu adamları iki dakikada ipe çekip idam etmek ne kolaydır?
 
Bu, bir bakıma, “kötülüklerin çoğu halkın birbirini taklit etmesinden doğar” hikmetini de hatırlatıyor insana; içinde “fikir” bulunmayan her sözün, yaftanın aslında ne kadar yavan olsa da sirayetinin pek kolay olabildiğini ve maalesef hakikat taraftarlarının azlığına da misaldir… “Eserlerini verdi ve borçlarını ödedi!” yazılı satırlar bir köşede mahzun birkaç sevenin insafına kalmış bir vaziyetteyken “kumar borçları altında inim inim inledi” sözleri devamlı manşet yahut sür-manşettedir.
 
Esasında bu vaziyet göründüğü yahut doğru ifadesiyle bu görüntünün “etraf”a vehmettirdiği kadar vahim değildir. Bugün Dostoyevski’nin roman kahramanlarından olan Raskolnikov, Stepan Trofimoviç, Lebyadkin, Pren Mişkin gibi “hayali” karakterler “canlı” bir şekilde hayat sürerlerken bahsettiğimiz tarzda davrananların var olduklarına dâir delaletleri bulmakta zorlanıyoruz. Ne kadar da tuhaf! Sadece “borçlarını ödemek için bir şeyler yazan adam”ın hayali karakterleri bir nevi sonsuzluğa doğru akıp giden zaman içinde canlı bir şekilde seyrederken, bahsettiğimiz dedikoduların hasrındakilere “yok” desek ancak varlıklarına delâlet edebiliyoruz…
 
Bir başka tarafıyla maddî açıdan hiçbir problemi bulunmayan Marcel Proust’un cilt cilt eser vermesiyle Dosteyevski’nin cilt cilt eserleri arasındaki mukayese -elbette- yazdıkları üzerinden olacaktır. Salih Mirzabeyoğlu’nun “tasvir ustası” diye nitelediği Balzac, çeşitli dönemler bazı maddî kaygılar çekse de eserlerini umumiyetle şatovarî evinde vermiştir. Birgün içerisinde sekiz saatten az yazmayan bu çalışkan adam için -yine kumar meselesine benzer olarak- aşık olduğu kadının onu reddetmesini öne sürüp dururlar. “İnsanlık komedyası”nı örgüleştirmeye çalışan bir adam için ve cilt cilt romanlarının yanı sıra kalemi ile ün yapmış birçok yazarı etkilemiş birisi için biraz da olsa kaba değil mi bu tasnif? Öyle bir şeyin olması başka bir şey onun eserlerini sadece bu mesele etrafına hasretme bambaşka bir şey değil mi? 
 
Van Gogh’un deliliği -hastalığı- hakkındaki dedikodular eserleri hakkındaki tenkidlerin belki de bin katıdır. Oysa Charles Bkovski, Working Out isimli şiirinde bilerek -bilmeyerek- bu mevzuya ne güzel bir derinlik getirir. Van Gogh’un resimleri dışında sanat ve edebiyat üzerine birçok mühim tesbiti de hak getire!
 
Ya Baudeleaire? İçli olmasına mukabil, derin ihtirasları olan ve bu ihtirasların doğurduğu zafiyetlerin ruh burkuntusu içerisinde varoluşunu arayan Bodler bile şiirinden çok ihtilaçları ile ele alınmıştır. Nesir yazıları ve ressam münekkidlerinin dikkat çekecek kadar kıymetli resim tenkidlerinin mevzusunu hiç açmayalım…
 
Memleketimize ait çok önemli bir misal olması bakımından Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i bu mevzu içerisinde ele almamak olmaz; verdiği şu kadar eser, elinden tuttuğu sayısız yazar ve memleketimize getirdiği iman ve aksiyon tavrına bile muhal farz bir kenara koyduğumuzu düşünerek soralım: Salih Mirzabeyoğlu gibi bir mütefekkiri yetiştirmesinden daha büyük bu memlekete ne hediye edebilirdi ki?
 
Kumar mı? Evet bence en büyük kumarbazlar bu adamlar! 
 
Çünkü bu dedikoduları yapan herkes risksiz bir hayatın rehaveti ve pisliği içerisinde debelenirken, onlar her şeylerini riske etmişlerdir. 
 
Baran Dergisi 411. Sayısı