Hüseyin Avni Lifij 1886’da, Samsun’un Ladik ilçesinde doğdu. Ailesi 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Kafkasya'nın Kuban bölgesinden göç ederek Samsun'a yerleşti. Daha sonra da yolları İstanbul’a düştü.
1893 yılında İstanbul Fatih Aşıkpaşa Mahalle Mektebini bitiren Hüseyin Avni, 1896 yılında başladığı orta öğrenimini Şehzadebaşı'ndaki "Numune-i Terakki Mektebi"nde 1898 yılında tamamlayarak, dönemin geçerli dili olan Fransızcayı idadi mezunu bir kişiden ders alarak öğrenmeye çalıştı. 1901 yılında henüz 15 yaşında iken, Osmanlı Nafia Nezareti’nin Demiryolları Müdürlüğü’nde işe girdi. Resme olan ilgisi onu bu alanda eğitim almaya sevketti. Anatomi öğrenmek için Mülkiye Tıbbiyesi’ne, boya tekniğini öğrenmek için ise Eczacı Mektebi’nin fizik kimya derslerine dinleyici öğrenci olarak katıldı.
1906 yılında Fransızca öğretmeni İskender Ferit ve yeni tanıştığı Henri Prost, resimlerini Müze Müdürü Osman Hamdi Beye götürmesini söyledi. “Pipolu Otoportre” adlı resmini beğenen Osman Hamdi Bey, yaptığı resimleri bundan sonra da kendisine göstermesini istedi ondan. 1908’de Osman Hamdi Bey’in Paris’e göndermek istediği öğrenci adayları listesinde o da vardı.
1909 yılında, 23 yaşında iken Paris’e giderek Fernand Cormon Atölyesi’nde resim çalışmalarına başladı. Ressam Guillonnet ve Andre Lecomte Du Noüy ile dostluk kurarak serbest zamanlarında atölyelerine devam etti. 1912’de İstanbul’a geri çağırılınca, İstanbul Sultanisi’nde resim öğretmeni olarak çalışmaya başladı. 1915'te Kandili İnas Sultanisi (Kandilli Kız Lisesi)'nde Fransızca öğretmenliği yaptı. Pek çok sergiye resimleri ile katıldı. Bu resimlerin bir kısmı müzelerde, bir kısmı da özel koleksiyonlardadır.
1924’te Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âli’si Tezyinî Sanatlar öğretmenliğine tâyin edildi ve ölümüne kadar da aynı görevde kaldı. Ancak bölümün ilk mezunlarını göremeden; 2 Haziran 1927’de Laleli’de Harikzedegan Apartmanı’ndaki odasında henüz 41 yaşında iken öldü.
Hüseyin Avni, Meşrutiyet dönemi ressamlarındandır ve Batı resmini yakından takib etme imkânına sahib olmuş bir avuç ressamdan biridir. Akademik-izlenimci olarak yorumlanan 1914 kuşağı içinde izlenimci ve sembolist bir üsluba sahibtir. Kendi çekmiş olduğu fotoğraflardan yararlanarak yaptığı İstanbul manzaralarında, sadece görünümü resmetmekle yetinmemiş, hayâl gücü ve o manzara karşısında hissettikleri de eserlerine yansımıştır. Pelin Şahin Tekinalp, “Ahmet Haşim ve Hüseyin Avni Lifij’den Manzaralar” isimli makalesinde, şöyle anlatır şiir ve resmin buluşmasını:
- “Pek çok araştırmacıya göre Avni Lifij’in öne çıktığı resimleri, şiir-resim bağlantısının izlenebileceği İstanbul manzaralarıdır ve hattâ Nurullah Berk, sanatçıyı şair Ahmet Haşim’e yaklaştırır. Hüseyin Avni Lifij’in başta Fransız şiirine olan merakı, şiirle dolu dünyası, resimlerine de yansımaktadır.
Osmanlı resminde ise izlenimcilik Avrupa’daki kadar yaygın değildir. İzlenimcilik Avrupa’da etkisini kaybetmeye başladığı sıralarda Türk izlenimcileri akademik bir tutum sergilemişlerdir. Avrupalı sanatçılar resimden motifleri çıkarmış, uzaktan bakılmak üzere eserler yapmışlardır. Türkiye’de ise katı desen geleneğinin çok fazla kırılamadığı dikkati çekmektedir. Avrupa izlenimcileri teknoloji çağının gereği olarak hareketi, hızı, ânı yakalama peşindeyken, Osmanlı daha çok peyzajcı bir tutum izlemiştir. Bu grup içinde Avni Lifij farklı kişiliği, edebiyata yakınlığı da göz önünde bulundurulduğunda, özellikle Ahmet Haşim gibi izlenimcilikle sembolistlik arasında bir tavır içinde olmuştur. Lifij’in dış dünyayı yansıtan resimleri aslında hüzünlü, gel-gitleri olan iç dünyasının yansıması gibidir. Onun değişken dünyasının ipuçları yakın arkadaşı Sami Yetik’in yazılarında dikkati çeker. Mutlu olduğu zamanlarda paylaşımcı tavrının, mutsuz dönemlerinde melankoliye dönüştüğünü anlatan Yetik, Lifij’i dalgın biri olarak tanımlar.” (*)
41 yaşında öldüğünde, Osman Hamdi Bey kadar ünlü bir ressam değildir Avni Lifij. Ancak bize göre Osman Hamdi Bey’i aşan ve onu geride bırakan bir üsluba sahibtir. Batılı bir ressam gibi çizmiş, Paris’te aldığı eğitimin hakkını vermiştir. Resminin içine, dönem sanatçılarında çokça rastlanan “oryantalist” semboller yerleştirmemiş, “Batıcı” değil bizzat “Batılı” olmuştur diyebiliriz onun için. Batılılaşma cereyanının arasında hastalanmış dönemin sanatçıları arasında, onun kadar “Batılı” olanına pek rastlanmaz. Hepsinin derinliklerinde bir Doğu duyarlılığı yakalamak mümkünken, Avni Lifij’de bu mânâda bir edâ göremezsiniz. O Batı ve Doğu arasında sıkışmış, çıkış yolu arayan bir tip değildir, buna dair bir ıztırab dahi duymaz gibidir.
Onun şapkalı ve kadehli otoportresi hakkında, Can Dündar’ın yazdıkları, Lifij’in hayat görüşünün ve neden “Batılı” olduğunun özetidir:
- “Hastane koridorlarına sus işareti yapan hemşire fotoğrafları asılır ya, bundan böyle meyhane duvarlarına da Hüseyin Avni Lifij’in “ayyaş” tablosu asılmalı bence... Ben “tablonun deşifresi”ni geçenlerde Dr. Faruk Alpkaya’nın yazdığı bir önsözde okudum. Meğer tablo 1907 yılında yapılmış. Türklük bilincinin gelişmesiyle Hıristiyan uyrukluların ekonomik faaliyetlerinin tepki görmeye başladığı bir dönemde yani... Türkler (o gün de) Hıristiyanlığı, “şapka, içki ve kadın” simgeleriyle algılarmış.  Lifij de kendini resmettiği tablosunda bu üç unsuru bir araya getirerek tepkisini göstermiş: Başına şapka takmış. Omzuna, Hıristiyan kadınların toplumsal hayatta görünür olmaları yüzünden “orospu” olarak algılanmalarının bir göstergesi, daha doğrusu buna bir tepki olarak yırtık bir kadın çorabı kondurmuş. Ve eline kadeh vermiş. Kadehi tutuşuna dikkatle bakılırsa bunun içmek değil, içtiğini göstermek amacı taşıdığı anlaşılır. Bir tür “İçiyorum, öyleyse yabancıyım” mesajı...” (**)
Kısacası, ne ilginç insanlar gelip geçmiş tarihimizden.
 
DİPNOTLAR:
**  http://www.candundar.com.tr/_v3/index.php#!%23Did=6904  (29 Eylül 2015)
Baran Dergisi 455. Sayı