Ceddimizden gelen bir sözü şimdilerde daha derinden hissediyorum. İnsan, sahip olduğu şeyden mahrum olduğu zaman veya uzun çabalar sonucu elde ettiği takdirde bir şeyin anlamını daha iyi kavrıyor; kıymetinin bambaşka farkına varıyor. Ceddimiz dört kelimede hakikati ne güzel ifade etmiş: “Ahirette iman, dünyada mekân.” Keşke ceddimizden, büyüklerden ve Kâinatın Efendisi’nden gelen sözleri sahip olduğumuz şeylerden mahrum olmadan anlayabilsek ve ona göre hayat mücadelemizi sürdürseydik. Nasiplenseydik ve anlayabilseydik eğer, keşke ve meğerlerden arınır ahiret ve dünya hayatımızı muvazene içinde yürütürdük. Hemen ölecekmiş gibi ahiret, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışır; fert ile cemiyet, dünya ile ahiret arasındaki ince sırrı idrak ederek medeniyetimizi inşa yolunda olurduk. 

Bu sıralar “sûreten” tabirine çok takıldım. Sûret bir şeyin benzeri, fakat aslı değil. Sûret aslına benzerken bir bakıma aslı örten, perdeleyen, gizleyen. Aslın yerine kendini ortaya koyan. Âlimler diyor ki; “inanmayan birisi sûreten insandır.” İnsanî hakikat kime göre, nasıl? Elbette insanî hakikatin merkezinde Allah’ın Resûlü… Allah’ın Resûlü’ne nisbetle varlık anlayışımız yerini buluyor. O’na nisbetle ve uygunluğunca varlık gayemizi sürdürüyor, kendimizi değerlendirme şuuruna eriyoruz. Eşyayı eşyaya, insanı da insana göre değerlendirmek mukadder, kaçınılmaz. İnsanlık âleminde kıyası vahid unsuru Allah’ın Resûlü. Amenna; böyle imân eder böyle amel ederiz. Allah Resûlü’ne nisbetle doğru, güzel ve iyi değerlerini benimseyen ve hayatını bu minvalde tanzim eden elbette insan hükmüne vesile olurken; doğru, güzel ve iyi değerlerini başka yerde arayan, hayatını bu çerçevede yürüten ise “sûreten insan” hükmündedir. Azdıkça, mutlak ölçülere karşı ve düşmanlık taslayıcı davranışlarda bulundukça, “hayvandan aşağı” hükmüne de yolu açıktır. Niye, hayvan kendi varlık gayesi içinde, içgüdü (insiyakî) halinde yaşarken Yaradan’a isyan etmemekte, O’nun rızası noktasından çıkmamaktadır. Sûreten insan ise yaratıcısına isyan ederken, hakikati gizlemekte, birçok insanın imanını zedelemekte, Rabbimizin muradını gerçekleştirirken rızasına muhalif fiiller işlemekte. Sûreten olmak, dış kabukta kalmak, işin künhüne (özüne) nüfuz edememek. Üstad Necip Fazıl Kısakürek (K.S.)’in nefis bir ikilisi: “Gönül sarayımdan tek bir nakış kalmadı/ Dışa mıhlandı gözler içe bakış kalmadı.” 

Son iki asırdır yoğun şekilde sûreten Müslüman olarak yaşıyoruz. Kendi medeniyet değerlerimizi hayatımıza yön veren ölçüler olarak almıyoruz. Batı’nın teknoloji putu karşısında dize gelmiş, şaşkınları oynarken, kendi çağlar üstü değerlerimizi onlara benzetme çabasına girmişiz. En büyük sebep, kalp hakikatinde mündemiç ruh ve nefs kutbu ile donatılmış insanın varlık gayesini unutarak, nefsini ruhun emrine veremeyişi, bu şekilde sûreten yaşayışı. Oysa derin ve ince Müslüman, ruhunu nefsine hâkim kılmalı, nefsi ağlatırken ruhunu her daim güldürmelidir. Sûreten bizden gözükenlerin kimi “bu ülkeyi küçük Amerika yapacağım” derken konut problemini Japonya’daki altmış-yetmiş metre karelik evlerle çözmeye çalışmıştır. Bizzat TOKİ başkanının sözü, “beş yüz bin konutu yaparken estetik kaygısı gütmedik.” Hakikati sûreten yaşayan biri aslında ne diyor? “Hayvanları hayvanat bahçesinde kafese nasıl tıkarlarsa, biz de eşrefi mahlukat olan insanları tıkış tıkış üst üste yığdık, beton duvarlarına hapsettik” diyor. Düşünebiliyor musunuz? Cinnet getirilmesi gereken bir hal. Beş yüz bin ev yaptık ve bunları yaparken bir an bile estetik kaygısı gütmedik ifadesini dile getiriyor. Estetik, bedii zevki, güzellik ilmi. Allah’ın Resûlü ne diyor: “Allah güzeldir, güzeli sever”. Mümin her işinde içe ve dışa doğru edep ile güzel hareket etmeli. İçini ve dışını doğru, güzel ve iyi adına hareket ederek nakışlandırmalı. Bütün şehirlerde özellikle girişlerde TOKİ evlerini hemen ayırt edersiniz. Niye? En basit mânâda bütün şehirlerde TOKİ konutları birbirine benzer. Her birinin kendine has şahsiyet ifadeleri yoktur. Tuvaletleri büyük, balkonları küçük, yüksek katlı binaların yanına bir de cami sıkıştırılmıştır. Hepsi dört köşeli ahmak görünümünde. Yere üstten bakıyor, gökyüzüne meydan okuyor. Oysa her yörenin kendine has iklimi, kendine has malzemesi olmaz mı? Her yörenin sıcaklık ve soğukluğu aynı mı?

Her yörenin kılık kıyafetinde, örf ve adetlerinde kendine has bir tarz varken ve bu bir millet için kültürel zenginlik ifade ederken, sen niçin bunları dikkate alıp her yerde yapılan konutları bu anlayış etrafında yapmadın? Sûreten Müslüman, hiçbir zaman insanı merkeze alan kaygısı olmamış, makamının hakkını verecek şekilde layıkı veçhile dolduramamış, makamının havasıyla arzı endam etmiş zavallı. Resul diyor ki; adaletle hükmetmezsen, ehil insanları başa koymazsan o devlet İslâm olsa da batar. Adaletle hareket eden batıl düşünce ise hayatiyetini uzun yıllar sürdürebilir. Âlimlerimiz siyasete dair eserlerde Nuşiveran’ı buna örnek gösterirler. Nitekim Emevîler, Abbasîler ve nihayetinde Osmanlı ecdadımızın başına bu hakikat gelmedi mi? Beyefendi beş yüz bin ev yapmış, estetik kaygı gütmemiş. Güzele dair en küçük bir nefs muhasebesi yapmamış. Bu nasıl bir Müslümanlık anlayışı ve tavrı? Müslümanlık sadece namaz kılıp oruç tutmak mıdır? Müslümanlık her iş ve fiilde ahlâkî tavır sergilemek değil mi? Ne zaman insanlarımızı yaptıkları işlere göre değerlendireceğiz. Hazreti Ömer efendimiz bir kişiyi vali tayin ederken o insanın ferdi ibadetlerine bakmıyor. O zaten onun yapması gerekenler cümlesinden. Ya neye bakıyor? Yolda giderken nasıl biri, karakterini insan ilişkilerinden öğreniyor, ehil olup olmadığına bakarak tayin ediyor. Bizde ise ahbap çavuş ilişkisi. Bizden olsun çamurdan olsun. Bizim cemaatten biri, oh oh işler yolunda. Beyfendinin Mimar Sinan’dan haberi olmamış. Mimar Sinan’ın hayat ölçülerine dair merakı yok. Bu kurulun başında rahmetli Turgut Cansever veya onun ekolünden bir insan olsa böyle mi olurdu? Tabii o zaman yiyemez, rantçılıkla peşinde koşamazdınız. Mücahit-müşahit-müteahhit denkleminde yer alamaz, ceplerinizi doldurma imkanından mahrum olurdunuz. Dünyalıklardan olur kafasında güneş gözlüğü, yürüyüşü ile bu dünyayı ben yarattım havasında sadece başı örtülü hanımlarınıza hava attıramazdınız. 

Mü’min, kadını ve erkeğiyle acziyetinin ve faniliğinin idrakiyle, mü’min kardeşine ayna olma mevkiinde mutlak hakikati izlettirmeli. Öyle mi gösteriş, lüks ve tüketim cenderesinde? Varlığını bunlara adamış. Sûreten Müslüman. İHH’dan bir arkadaşa diyorum, işleri nasıl yürütüyorsunuz? “Vallahi gönüldaş fakirin yardımı zenginlerin duasıyla bu iş yürüyor.” Güler misin çıldırır mısın? Gülmek ağlamaktan beter. Evlatlarımıza bakıyorum kızlarımız altta dar pantolon, üstte baş örtü; altı Tophane üstü Şişhane. Başörtüyü iğreti bir şekilde taşıyorlar. Oysa başörtü hürriyetin remzidir. Başörtüsünü takan o örtünün manasında eriyip hürriyetini sonsuzluk buudunda yaşamalı. Erkek evlatlarımız ellerinde cep telefonu, saç modelleri, giyiniş ve yürüyüş edaları aynı, tek tip her biri kişiliğinde şahsiyet ifadesi tüttürmeyen varlıklar durumunda. Niye? Sûreten varız, sûreten yaşıyoruz. Sûreten olanların nesli de sûretenden beter olur. İktidar sarhoşu olduk. Allah’ın Resûlü diyor ki (mealen): Ben sizin zor zamanlarda imtihanı aşacağınıza inanıyorum; asıl işiniz, zenginlik anında burada imtihandan başarılı geçeceğinizden emin değilim. İktidar bizi bozdu, belki de böyleydik, iktidar bizi ayna gibi ortaya serdi. İmam-ı Azam Efendimiz bir gün yolda gidiyor. Arkasından halktan biri diyor ki, işte bütün gecelerini ihya eden adam. Oysa mezhep imamımız yarı gecesini ihya etmektedir. Halkta yanlış bir inanç olmasın diye efendimiz o günden sonra bütün gecelerini ihya ediyor. Karşı taraf (muhalif) artık bizi gerici-merici diye yaftalamıyor “İslâm’da bu var mı?” diye. Bizim İslâmî hareket etmediğimizi ifade ediyorlar. İster samimi olsun, isterse samimi olmasın. Bize düşen öncelikle onların samimiyetini sorgulamak olmamalı. Bize düşen karşı tarafın bizle ilgili değerlendirmesinin bizde karşılığının var olup olmaması. “Karşı tarafa sen zamanında şunu yaptın yok bunu yaptın” demek değildir. Elbette bu sözlerin söyleneceği yerler vardır. Lakin öncelikle ben onların “İslâm’da bu var mı?” suçlamasına muhatap mıyım, değil miyim ona bakmalı kendime çeki düzen vermeliyim. Bunun cevabını vicdanımda sorgulayarak hareket etmeliyim. Ancak bu ahlâkî davranışla kalbim mutmain olur, karşı tarafta hürmet uyandırırım. Peygamberimizin Mekke’deki sıfatı unutmayalım “el Emindi!”

“Vatan sevgisi imandandır”. Bu dünyayı, asıl (öteki) dünyaya sıçrama taşı bilen derin ve ince mü’min, imanını huzurlu yaşayabileceği, kemalât yolunda ilerleyebileceği bir şekilde muhitini (dünyasını) imar etmeli. Bu yolda gayret sarf etmelidir. Yaşadığı mekânı İslâm’ı yaşamasına katkıda bulunmalı, haram yoları engelleyici, helale teşvik etmelidir. Mekân doğrudan doğruya medeniyet idrakinin tezahürü olurken, aynı zamanda bir medeniyet idrakini hissettiren ve yaşattıran yerdir. Mekân-mimar yapıları mananın sûretleri olurken o manayı insanlara yaşattıran zamanın tecelli yerleridir. Mekân-mimar yapıları hangi değerler manzumesine göre şekillenmişlerse o değerlerle insanları şekillendirirler, ahlâklandırırlar. O yüzden dünyada mekân, ahirette iman. Bu sözü “dünyada başını sokacak alelade bir şey olsun yeter” diye anlarsak yandık. Mü’min olarak dış ve iç mekânlarımızı İslâm’ın izzet ve şerefini gösterici şekilde döşemeliyiz. Yaptığımız evler firavunvari olmamalı, gösterişten uzak bizleri kanaatkâr kılmalı. Şehirlerimiz gösterişli, mescidlerimiz sade olmalı.

Apartman Hayatı Son Bulmalı
Peşinen söyleyelim ki, iliklerimize kadar hakikat kaygısı güdüyoruz. Ülkemizin nasıl bir badireden geçtiğinin farkındayız. Yeni bir 15 Temmuz girişimi olursa meydanlara çıkmaktan çekinmeyiz. Er meydanında gözükmekten dolayı makam ve mevki talebinde bulunmayız. Er meydanından olmayanların er meydanında olmuş gibi yiğitlik taslamalarına ne denir? Yeter ki, makam ve mevki sahipleri ehil olsun, insanımın derdiyle dertlensin, insanımla hemhal olsun. İktidarın düşeceği gafletin neye mal olacağının farkındayız. Yeter ki, iktidar kim olursa olsun gafletinden uyansın. İktidar bu sözlerimizi “dost acı söyler” babından anlayarak bizi gerçek dostu bilsin. 

Batı dünyası mülteci/sığınan insanları, istilacı bir anlayışla değerlendirmeye tâbi tutarken ırkçı temayüllerini artırmakta, İslâm dünyasını hedef göstermekte. İslâm dünyası son yüzyıldır Batı’dan gelen ferdiyetçi ve toplumcu fikir akımlarının etkisi altında kalmakta. İslâmcı görünümlü tiplerde sûreten hakikatlerine nüfuz ettiklerinden, İslâm’ı kimi zaman toplumcu (sosyalizme) kimi zaman da ferdiyetçi (liberalizme) yaslamaktadırlar. Lokomotif konumunda İslâm olması gerekirken sosyalizm ve liberalizmi lokomotif İslâm’ın yerine koymaya çalışmışlar. Batı karşısında tam bir apışmışlık söz konusu. Üstad’ın ifadesiyle –mealen- bütün izmler kendilerinde vehmettikleri güzellikleri İslâm’da bir bir görürler. Bunun yanında yine bütün izmler diğer izmlerde tenkit ettikleri şeyin İslâmî ölçülerle temizlendiğine tanık olabilirler. İslâm’ın izzet ve şerefini gösterici ne muazzam bir ölçü. İslâm zıt kutuplar arası muvazeneyi sağlayıcı mutlak ölçüler manzumesi. Çağları ardından sürükleyici çağlar üstü anlayışın ta kendisi. Ölçüler yerli yerinde, bize düşen İslâm’a muhatap anlayışı kuşanarak yani idrakimizi felç eden Batı kusmuğu ölçülerden arınarak, insanî her alanda eser bazında meydanlarda yer almak. Evet, İslâm ne o, ne bu. İslâm fert uğruna liberaller gibi cemiyeti veya cemiyet adına sosyalistler gibi ferdi yok etmez. Fert ve cemiyet; İslâm her ikisinin hakkını gözeterek zıt gibi duran şeyleri birbirleriyle kaynaştırır. Fert ve cemiyetlerin mahrem haklarını koruyarak, şaheser, ahenk ve birliği sağlar. Batı anlayışının tezahürü olan apartman hayatı, fert ve cemiyet arasını açmış, komşulukları öldürmüştür. İnsanlığı yalnızlığa düşürmüştür. İnsanları birbiriyle kavgalı ve düşman duruma sokmuştur. Oysa mimarlık anlayışımız fert ve cemiyet arası ilişkileri artırıcı, insanları kaynaştırıcı mahiyette olmalı. Bu da hakikatleri sûreten yaşayan ve anlayanların yapacağı bir durum değil. Belediye başkanlarından sadece mimarlık mezunu hakikat sevdalıların yapacağı bir şey.

Baran Dergisi 638. Sayı