Kars ile Ardahan arasında, yol üzerinde kalan ve merkezi bir yerleşim yeri olan Susuz Köyü’nde namazlarımızı kıldıktan sonra Susuz Şelalesi’ne uğradık. Yüksek bir uçurum üstünde, puntel ardından şelaleyi seyrettik. Normalde şelaleye iniş yolu çok uzun ve tehlikeli olmasına rağmen bazı kızlar şelalenin döküldüğü noktaya kadar inmişler, ben de niyet ettiysem de yanımdakiler razı olmadı; hem daha Ani Harabelerine gidecektik, zaman kısıtlıydı. Çaylarımızı içip hafif bir atıştırmadan sonra Ani’ye yol aldık; gidiş ve dönüşte yol boyunca uyuduğum için etrafı inceleme fırsatım olmadı. Ani’nin girişine geldiğimizde eski ismi Ani, yeni ismini hatırlayamadığım bir köyün evlerine dikkatle bakmamı söyledi baba dostumuz. Eski tip (taş) evlerin birçoğunda kullanılan taşlar meğer harabelerden aşırılıp kullanılmış. Köyde hemen hemen her evin duvarında kızıla çalan kahverengi taşlar kendini ele veriyordu. Ani’nin girişini yüksek ve uzun bir sur çevreliyor; birkaç km kadar karşımızda Ermenistan bayrağı gözüküyor. Ani Harabeleri, Sosyolog Müfid Yüksel’in Marksist Kürtler için kullanımından aşina olduğum “Pakraduni İmparatorluğu” zamanında o imparatorluğun merkezi imiş, hemen hemen 100 dönümlük arazi içinde 5 adet kilise veya Hristiyan okulu mevcut. Şehir çöl gibi kavruk bir arazinin üzerine kurulmuş; Ermenistan tarafı yeşillikle kaplı olsa da orada da bir tane ağaç mevcut değil. Bir tek Ani’nin yamacından kıvrılarak geçen Arpaçay’ın iki yakasında ağaçlıklı yerler mevcut. Arpaçay’a nazır, bir tarafı Sümela Manastırı misali uçuruma bakan Ebu’l Manuçehr Camii’ne girmek istediysek de tadilatta olduğundan kapatmışlar. Camiyi Sultan Alparslan’ın (rh.) Kürt komutanlarından Ebu’l Manuçehr (rh.) inşa etmiş. Cami önündeki tanıtım tabelasında caminin, Anadolu topraklarında inşa edilmiş Selçuklu Mimarisini yansıtan ilk eser olduğu yazıyor, minaresinin çapı oldukça geniş ve minare günümüz camilerinin minareleri kadar yüksek inşa edilmiş. Harabeleri turlarken Zerdüştlerin ibadet için kullandıkları 4 büyük sütunun önünden geçtik; bu sütunlar üzerinde koca ateşler yapıp tapınıyorlarmış ahmak kafirler… Yalnız, 1.5 metre derinlikte kalan 4 sütunun da tepesinin kapkara olması beni şaşırttı, çünkü harabeler içindeki en eski yapı olan bu sütunlar, sanki yeni ateş yakılmış gibi dikilmiş duruyor. Vakit akşamüzeri olduğu ve karanlıkta köy yolu tehlikeli olduğundan evin yoluna koyulduk.

Gezimizin en az zevk aldığım fakat belki de en önemli durağı Kars merkez oldu. En az zevk aldığım diyorum çünkü Kars’ı acaip bir hercü merc içinde buldum. Her yer kazı alanı, her yerde bir tadilat çalışması. İnsanları da nisbeten kaba olan bu yerde, ziyaretimize evvela büyük veli Ebu’l Hasen Harakanî Hazretleri’nin (k.s.) huzuruna vararak başladık. Geçirdiği ameliyat sebebiyle namazlarını sandalyede kılan babam, Harakanî Camii’nde secdeye vardı, bunu da büyük velinin cazibe ve kerametine bağladım. Dualarımızı ettikten sonra hemen dibimizdeki Kars Kalesi’ne çıktık. Zamanında büyük mücahid, komutan Ahmed Muhtar Paşa’nın da gelip gittiği bu kale çok yüksek bir noktaya inşa edilmiş, yolları geniş, topçu bataryaları maket toplarla canlandırılmaya devam ediyor. Kalenin en yüksek burcunda, sağda solda gördüğümüz bira şişeleri, Harakanî Hazretleri’nin yakınında bulunan bu mekânda hiç de yakışı kalır bir durum değil.

Kaleden Kars’ı temaşa ettikten sonra yemek yemeye gittik. Azeri bir kadının işlettiği kaz lokantasında yemek yedikten sonra ise artık kültürümüzün vazgeçilmezi haline geldiği üzere yemeğin ardından çay içmek istiyorduk, lakin aile dostumuz arabayı bir kontrol etmek için yakında park ettiğimiz yere gitmeyi teklif etti, iyi ki gitmişiz! Meğer ne olsun, park ettiğimiz cadde baştan sona kazılmış, bir bizim Clio kazılan yerden birkaç santim yüksekte kalmış duruyor, filmlerde rastlanacak iş değil! Civarda bulunan görevliler yanımıza gelerek mahcup bir şekilde arabanın bize mi ait olduğunu, bizi saatlerce etrafta aradıklarını, belediyeye anons ettirdiklerini ve en son emniyeti bile harekete geçirdiklerini söylediler, tabii hiçbir uyarı levhası asmadıkları ve çalışma başlamadan cadde giriş çıkışını kapamadıkları için bizde kusur bulunamazdı. Özür dileyerek, kayyum beyin acele bir kararla kazdırdığı bu caddeden arabamızı düz yola görevliler çıkardı. Her ne kadar komik olsa da bu olay bizimkilerin ağzının tadını kaçırdı ve Rus yapısı kara binaları gezemeden eve yöneldik…

İşte 1-1.5 metrelik genişliğe sahip, yaklaşık 3 kilometre uzunluğundaki kıvrımlı patikasıyla Şeytan Kalesi ufukta bir gözüküp bir kayboluyor... Şeytan Kalesi çok eski zamanlarda Gürcüler tarafından inşa edilmiş, kaleye bir Terekeme köyünden giriş yapıyorsunuz, ilçeyse Çıldır… Kaleye doğru seyreden korkunç patikanın bir ucu, kendisini tutan insanlardan sıyrılıp, kavgaya karışmak isteyen delikanlı misali kayaların üst üste bindiği bir yamaç, öbür yanı ise yaklaşık 50 metre aşağıda “Ava Reş” dedikleri ve baba dostunun pederinin anlattığına göre suyu şifalı olan bir nehir. Kale ne amaçla inşa edilmiş pek bilinmemekle beraber, yıkık kayalardan korku içerisinde tırmanıp içerisine girdiğimde yaklaşık 10-15 kişinin yaşayabileceğini tahmin ettiğim bu yapı ya haydutlara ya da sapık bazı Hristiyan tarikatlerine yataklık etmiş. Çünkü dört bir yanı, en aşağı 100 metre ve derinliğe sahip uçurum bulunan ve girişi sadece 1 metrelik genişlikte basamak dizisiyle sağlanan ve içerisi ancak 200 metrekare olan bu yapıda yaşamak normal insan topluluklarının kârı olmasa gerek. Kalenin avlusunda biraz soluklandıktan sonra, aile dostunun küçük oğlu Muhammet, burç tarafında çok güzel kareler çıkacağını söyleyerek oraya geçmemizi tavsiye etti, geçtik. O sırada anlamamışım, burçtan tekrar avluya dönerken, çocuğun ikazı üzerine aşağıya baktığımda meğer derinliği Gayya çukuru misali, avuç kadar bir yoldan geçmekte olduğumu fark ettim ve o anda kertenkele gibi sura yapıştım, avuç içlerim terlemeye, gözlerim kararmaya ve bacaklarımın kanı çekilmeye başladı… Burca geri dönsem beni kurtarmaya kim bilir ne zaman bir helikopter gelecek diye kara kara düşündüm, derince nefes alıp yolu aştım. Kaleden inene kadar şoktaydım, inince bir şükür secdesi yaptım.

Bir sonraki durağımız Çıldır Gölü oldu. Suyu oldukça berrak ve epey büyük olan bu gölün civarında köyler, ufak bir iskele ve balıkçı lokantaları mevcut. Bunlardan bir tanesine yemek yemeğe girdik, meğer akrabalarımız işletiyormuş. Çalışanlarla hoşbeşten sonra kalkıp gölün çevresini gezdik. Diz seviyeme kadar girmiş olsam da, en büyük pişmanlığım, hazırlıksız gelip gölde yüzememek oldu. 34 yıl evvel babam buraya arkadaşlarıyla beraber at sırtında gelmiş. Tabii atla köydeki dağları aşıp, yaylayı geçmek eminim daha zevklidir. Çıldır dönüşü Ardahan merkeze de uğradık. Kars’a göre daha sakin ve derli toplu olan bu şehir, yaşamak için bana daha makul geldi. Kura Nehri civarına kurulan ve Ardahan Ovası’nı göğüsleyen merkez, bana nedense Sarıyer’i hatırlattı. Annemin halalarını ziyaret ettik, çok memnun oldular. Uzaktan gelen garip müzik seslerinin ne olduğunu sorduğumda halalardan biri “Mırtıf”ların düğünü olduğunu, geçenlerde birbirlerini kestiklerini anlattı. Mırtıf, Çingene gibi bir topluluk; Kürtçede Ermeni dönmeleri için kullanılıyormuş ve çok pis, itici insanlar olduğu söyleniyor. Bir de “Poşa”lar var ki, onlar da genelde kalaycılıkla, hurdacılıkla uğraşan zararsız, emekçi Çingenelermiş…

En son günden bir önceki gün babamın yengesinin daveti üzerine yaylaya yayan olarak gittik. Yolda, rüzgârın efendisi kartallar bize eşlik etti. Yayla yolunun yarısında, babamın amcaoğlu Ape Mehmet atalarımızın arsalarını tarif etti ve köyümüzü besleyen su kaynağını –zamanında büyük bir çeşme imiş- gösterdi. Meğer bu çeşmeyi babamın rahmetli dedesi yaptırmış; çeşmenin ismi de “Ganiya Omer”. Yaylada oldukça misafirperver karşılandık, yengemiz bizi görünce oldukça duygulandı. Yayladaki klasik yemeklerden çoban salatası ve Kürtlerin ortak yiyeceği olan “gullör veya kullör” dedikleri kaymaklı çörekten yedik. Büyükler 2 göz odalı evde konuşurlarken ben de kapıya sigara tüttürmeye çıktım, taş yığıntısı kümesler ardından bana bakıp gülen, ben kendilerine doğru dönünce kikirdeyerek saklanan çocuklarla biraz şakalaştım. Tabii giyim kuşamımı görünce biraz şaşırmış olmalılar, herhalde kelli felli biri sandılar. Bunu fırsat bilen ben de, çocuklara, diğer arkadaşlarına övünecekleri hikâye olsun diye bu köyün ağası olduğumu, toprakları babalarına benim dağıttımı, seneye geldiğimde mahsulün yarısını alacağımı söyleyerek Yusuf, Azad ve Bertan isimli çocukları yerime vekil kıldım. Kız çocukları inanmadıklarını, toprakların kendilerinin olduğunda diretseler de erkekleri kandırıp sağ kolum yaptım bile! Sohbet muhabbet ve vedalaşmadan sonra babamın dayıoğlunun traktörü ile yağmur altında köy yoluna koyulduk…

Ecdad toprağına yaptığımız bu sefer ne yazık ki 9 gün gibi kısa bir süre içinde sona erdi ve gezilen yerler, yaşanan güzellikler, uzun bir rüya gibi ancak hatıralarda kaldı.

Baran Dergisi 766.Sayı