Merkez Bankası’nın faiz oranlarını ısrarlı bir şekilde yüksek tutuyor oluşu, küçük ve orta büyüklükteki işletmeleri, yâni ülke ekonomisi içinde para devri daimini sağlayan işletmeleri zor duruma sokuyor. Hâl böyle olunca da büyük ölçekli işletmeler, yâni büyük sermayeleri kontrolleri altında tutanlar, faiz oranlarının yüksek oluşu dolayısıyla taş atıp kolunu yormadan servetlerini katlıyorlar. 

Esasında faiz yolu ile servet biriktirmek ve bu servet dolayısıyla başkalarına tahakküm etmek, sömürmek ve ayrıca devlet ricali üzerinde teshir sahibi olmak gibi hususlar bize gösteriyor ki, temel adalet mekanizması bu ülkede lâyıkıyla işletilememekte. Kanunların bu konuda tedbir almayışından başlayarak, sermaye sahiblerinin hukuk ve siyaset önünde imtiyazlı hâle gelişlerine kadar geçen tüm bu süreç, bize göre en başta bir adalet zaafiyetini resmetmektedir. Türkiye’nin bütün resmine baktığımızda, yargının bir top gibi çeşitli kesimlerin elinde dolaşan bir kuvvet olduğunu da hesaba katacak olursak, bugün faiz puanının Merkez Bankası tarafından indirilmiyor oluşuyla alâkalı tartışılan konunun arka planında başka hususlarında olduğunu ve bir bütün hâlinde meseleye el atmadıkça, yalnızca faiz puanları üzerinden bu meselenin hâlledilmeyeceğini rahatlıkla müşahede edebiliriz. 

Faiz

İslâm’ın ekonomiye bakışında getirdiği bir kaç temel prensib vardır ve bunun haricindeki her ekonomik mesele içtimâî düzenin, İslâmî nizamın tesis edilmesi üzerinden çözüme kavuşturulur. Bahsettiğimiz prensiplerden biri de faizin haram oluşudur. 

Faiz, sermaye sahiblerinin servetlerini, faizi aldıkları kişilerin aleyhine olmak üzere, sürekli büyütmelerinin ve bu servet vesilesiyle de toplumun geri kalanına tahakküm etmelerinin vasıtasıdır. 

Faiz, para sahiblerinin ellerindeki servetin nisbetsiz bir biçimde büyümesinin ve bu kesimin devlet ricali üzerinde etkisini, ahalinin geri kalanının aleyhine olmak üzere artırmasının vesilesidir. 

Faiz, ekonomik sınıflar arasındaki dikey hareketleri sona erdirerek servetin yalnızca zenginler arasında gidip gelen birşey olmasının müsebbibidir. Bu durum aynı zamanda gayrı hukukî bir kast sistemini doğurur. Faiz olduğu sürece pazara girecek yeni yatırımcılar yatırımlarını finanse edecek ucuz parayı bulamazlar ve üst tabakada bulunanlar böylelikle sınıflarını kendilerine has müstahkem bir mevkiî, faizi de bu mevkii ihata eden surlar hâline getirmiş olurlar. Bu durum rekabet gücünü düşürdüğü için fiyatları da yükseltir. Aynı şekilde piyasaya yeni yatırımcı girmesine mâni olduğu için, millî sanayi ve tarım üretiminin de önünü keser. Bu durum da tabiî olarak ithâlatı arttırdığı için cari açığı, o da yine, bu kimi içerde kimi dışarıda sermaye gruplarından alınacak yüksek faizli borç ihtiyacını doğurur.

Faiz, ekonomik emperyalizmin de manivelasıdır. Meselâ fâiz oranlarının yüksek olduğu Türkiye gibi ülkelerde bankacılık sektörüne ortaklık eden yabancı sermayedarlar, her sene milyarlarca dolar parayı “kâr transferi” adı altında yurt dışına çıkartarak, pazardaki parayı hukukî(!) bir şekilde çalmaktadırlar.

Hâsılı kelâm, faiz de tıpkı alkol gibi ve tıpkı diğer bütün haramlar gibi kötülüklerin merkez teşkilâtının unsurlarındandır ve faizin geçerli olduğu ülkelerde gerçek bir ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesi de çölde susuzluktan görülen bir serabtan ibarettir. 

Para Otoritesi

Türkiye’de para otoritesinin başında bulunan kurum Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’dır. Merkez bankaları, bir ülkenin ya da ülkeler grubunun para politikasından sorumlu kurumlardır. Merkez bankasının temel amacı, para biriminin ve para arzının istikrarının sürdürülmesidir. Fakat merkez bankalarının bunun dışında bankacılık sektörünün son kredi mercii olmak, faiz haddinin kontrolü gibi görevleri de vardır. Bunun yanında merkez bankasının, bankalar ve diğer finansal kurumları, tedbirsizlik ve dolandırıcılığa karşı, denetlemek gibi yetkileri de olabilir.

Tam adıyla Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, ülkenin herhangi bir ideali olmadığı için yalnızca paranın global anlamdaki selâmetiyle ilgili bir politika izleyen kurum olarak son günlerde sık sık gündeme geliyor. 

Türkiye Merkez Bankası, para politikası olarak kapitalist liberal politikalar izlemekte ve bu politika tabiî olarak yalnızca sermeye sahiblerinin daha fazla kazanmasına vesile olmaktadır.

Piyasaya yeni yatırımcının girmesine mâni olan faiz oranları, bir yandan sermaye sahibi büyük işletmelerin piyasaya ve fiyatlara hâkim olmasına vesile olurken, diğer yandan da ellerindeki sermayeyi katlamalarına olanak tanımaktadır. E hâl böyle olunca da, nasıl bir politika izlenirse izlensin Merkez Bankası ülkenin millî bankası olmaktan, milletin bankası olmaktan çıkarak belli bir sermeye grubunun kontrolü altında, onların menfaatleri gereği hareket eden bir kurum hâline gelmektedir. Bankacılık sistemini ayrıca ele alacağımızdan hızlıca geçelim: Bu hâliyle Merkez Bankası bağımsız bir kurum değil, çeşitli sermeye sahiblerinin menfaatleri istikâmetinde para politikaları belirleyen bir kurum hâline dönüşür ki, bu durum sosyal eşitlik kaidesine aykırı olduğu gibi sosyal planda yıkıcı etkilerin de müsebbibi olur.

Bankacılık Sistemi

Merkez Bankası’nın para politikasını sermeye sahiblerinin menfaatine göre belirlediği kapitalist-liberal ekonomilerde, bankacılık sisteminin yabancı ortaklığa açık olması kadar büyük bir ihanet olamaz herhâlde. Ne var ki Türkiye’deki bankacılık sistemi yabancı ortaklığa açıktır ve yüksek faiz oranlarından elde edilen yüksek kârlar, yabancı ortaklar tarafından kâr transferi adı altında Türkiye’den çıkarılabilmektedir. 

Türkiye’deki en kârlı sektör herhâlde bankacılık sektörüdür. 2012 senesinde açıklanan rakamlara göre yalnız Garanti, Akbank ve İş Bankası’nın kârı 10 milyar lirayı geçmektedir. Böyle bir sektörün yabancı yatırımcıya açılması demek, 1) her sene milyarlarca dolarlık tasarrufun, kâr transferi adı altında yabancı ülkelere intikal ettirilmesi, 2) ülke içi finans kontrolünün yabancıların eline geçmesi demektir. O çok kızılan “Galata bankerleri” şu anki bankalardan daha yerliydi

Manzara böyleyken, yalnızca çıkıp Merkez Bankası’na “faizi düşür” demek yerine, bankacılık kanununun yeniden düzenlenmesi gerektiği de ortaya çıkmıştır herhâlde.

Türkiye Ekonomisi

Faizin neden olduğu olumsuzlukları zaten faiz başlığı altında ele aldık. Türkiye ekonomisinin bugünkü manzarasına bakacak olursak, ne yazık ki kalkınmakta olan bir ülkeden ziyade, kalkınmakta olan ülke ambalajına sarılmış bir ülke görüyoruz. Para devri daiminin sunî bir şekilde inşaat sektörüne dayandırıldığı, inşaat sektörünün de elde ettiği kârlar ile millî üretime yatırım yapacağı yerde yeniden ve yeniden inşaatlar yaparak bu sunî çarkları çevirmek suretiyle servet biriktirdiği ve bu hareketlikten asıl kazananınsa, az evvel bahsettiğimiz, faizle konut kredisi dağıtan yabancı ortaklı bankalar olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, işler hiç de sanıldığı gibi değil. Anlaşıldığı üzere inşaat sektörüne dayalı bir kalkınma modeli millî kalkınmaya hizmet etmek yerine dolaylı yollardan yabancı ortakları olan bankacılık sektörünün kalkınmasına, paranın yurt dışına transfer edilmesine hizmet ediyor. 

Esasında görünen o ki, içinde bulunduğumuz ekonomik sistem yalnızca sermayedarların, servet sahiblerinin menfaatine kurulmuş bir tezgâhtan ibarettir ve bu sistem reddedilmediği sürece de millî bir ekonomiden ve millî kalkınmadan söz edilmesi mümkün değildir. Öyleyse?

Öyle veya Böyle Tek Çıkar Yol: İslâm’a Muhatab Anlayış

“Mutlak Fikir”e muhatab “Bütün Fikir”in hâkimiyeti ve “Bütün Fikir”in ekonomik sisteminin kurulması yalnızca bizim bir iddiamızmış gibi görünmekten çıkmalı ve büyük sermaye sınıfı içinde yer almayan her kesimin ortak davası hâline gelmeli artık. 

İslâm’a aykırı icraatların sanki İslâm’dan kaynaklanıyormuş gibi gösterilmesiyle gerçekleştirilen İslâm karşıtı propagandanın, muhatablarını salak yerine koymasından hâlâ sıkılmadınızsa, o başka tabiî...

Bir kere şeriat, hem idareci hem de geri kalan tebaanın üzerinde hâkim olmasından ötürü hiçbir kesiminin toplumun diğer bir kesimine tahakküm etmesine müsaade etmediği için ortak dava hâline gelmelidir. Şeriat, adalet üzerinde ısrar edip zulme karşı çıkar ve kaynağı her ne olursa olsun adalete karşı her türlü çıkışı dalâlet olarak görür. 

Ümmetin genel görüşü, yâni kamuoyu, bir İslâm devletinde, o, bugün reyi beğenilmeyen halk tarafından değil, ‘icma’ya dayanan bir anlayıştan doğan fikir soyluları tarafından belirlenir. 

Adalet, yargının siyasî otoriteden bağımsızlığı, hâkimlerin hak konusundaki dirençleri, nüfuzlu kişilere ve umum halka karşı adaleti sağlama hususundaki kavrayışlarıyla pekişir.

Adalet fikri, iktisadî ve içtimâî konularda da belirir. İşte servet yığılmasına ve başkalarına tahakküm etmeye yol açan sömürünün reddedilişinin tek mihrakı sağlıklı bir İslâm anlayışından geçer ki, bu anlayışın bugünkü temsilcisi, İslâm’a muhatab anlayışı örgüleştiren İbda safıdır. İslâm’ı kast ederken, hangi İslâm anlayışını kastediyor oluşumuzu da böylelikle izaha kavuşturmuş olalım...

“Mutlak Fikir”, servet zenginler arasında gidip gelen birşey olmasın diye faizi haram, ticareti helal, zekâtı farz, mirası hak kılmıştır. 

“Mutlak Fikir”, bilhassa da insanların temel ihtiyaçlarıyla ilgili konularda tekelciliği ve ihtikârı reddetmiştir. 

Aynı zamanda “Mutlak Fikir”, helâl yollardan çalışmayı, kazanmayı ve ümmete yararlı olmayı tevekkülle ibadet etmekten üstün görerek, iki zıt kutup arasındaki üstün muvazenenin kurulmasının da biricik ve şamil ölçüsünü ortaya koymuştur.

Yine “Mutlak Fikir”in adalet düşüncesi bugün olduğu gibi sosyal yapının merkezine ferdi değil cemiyeti koyarak, içtimâî faydayı ön plana alır ve her türlü sömürünün karşısında durur. 

Neticede

Bugün Türkiye ve diğer ülkelerde, kapitalist ve liberal ekonomi adı altında büyük sermaye sahiblerini imtiyazlı hâle getiren, onları yalnızca kendi ülkelerinde değil, globalizm vesilesiyle diğer ülkelerin ve onların toplumları üzerinde de sömürücü olmaya teşvik eden ve onları her planda koruyan bir tezgâh kurulmuş vaziyette. 

Türkiye gibi ekonomik sömürge konumunda olan ülkeler, içinde bulundukları cendereden çıkmak için ne vakit hamle etseler, hemen iç ve dış unsurlar tarafından ekonomik kriz ile tehdit edilmekte, para birimlerinin değeri üzerinde spekülasyonlar yapılmakta ve geri adım atmaya zorlanmaktalar. Toplumlar da herhangi bir ideale göre değil, nefsanî hürriyet ve konfora bağlı bir hayat tarzı sürdürdükleri için, demokratik rejimde yönetimde olanlar bir dahaki seçimleri gözeterek radikal adımlar atmaktan çekinmekteler. E hâl böyle olunca tabiî olarak içinde bulunduğumuz bu durumdan çıkış yolu bir rejim problemi hâline gelmekte ve zihniyet değişimine dayanmakta. 

İşte biz de bu yüzden kısaca içinde bulunduğumuz ekonomik tezgâhı anlatırken, İslâm’ın hâkimiyetine uzunca bir şekilde yer verdik ki; toplumun büyük bir kesimini meydana getiren ve içinde bulunduğu vaziyetten rahatsız olanlar bu mücadelenin gerçek safının nerede olduğunu görsünler istedik. 

Bugün içinde bulunduğumuz durumdan çıkmak için kendisini dayatan şey, rejim ve zihniyet değişikliğinin tartışmaya açılmasıdır ve başkanlık sistemi tartışması her ne kadar bu tartışmanın fitili konumundaysa da tek başına yeterli değildir. Sermayenin gölgesi altından çıkmadan millî kalkınmadan da, bağımsızlıktan da bahsedilmeyeceği anlaşılır inşallah...



Baran Dergisi 422. Sayısı