Gündemde olan önemli meselelerden biri de hiç şüphesiz Suudi Arabistan’ın “terörist” suçlaması ile yaptığı idamlar... Ne yazık ki ülkemiz basınında bu olay Arabistan Şiîleri’nin elebaşı ve Arap Baharını takip eden süreçte, Suudi Arabistan’da patlak veren Şiî protestolarından sorumlu el-Nimr’in idamı üzerinden yorumlanıyor ve idam edilen Sünnîler üzerinde hiç durulmuyor; pardon Suudların tabiri ile “aşırı Sünnî”lerin… Evet, idam edilenlerin büyük bir kısmı Arap Yarımadası El-Kaide’sine mensuplar ve El-Kaide’ye yakın haber sitelerinde duyurulduğuna göre de çoğu âlim kimseler. Yine El-Kaide’ye yakın analiz sayfalarına göre Suudlar, Yemen El-Kaide’sinin güç kazanmasından korktuklarından ötürü böyle davranmışlar. Biz burada işin uluslararası ilişkiler, örgüt sosyolojisi, iktisat vesaire zaviyelerinde yoğunlaşmayacağımızı, tamamen Büyük Doğu-İBDA dünya görüşü çerçevesinden bu olayı yorumlamaya çalışarak, bulunmamız gereken konumu saptamaya çalışacağımızı peşinen belirtelim. Yine belirtelim ki; ne Şia ne de Vehhabîlik bizden değildir, biz de onlardan değiliz. Aralarındaki tüm olaylarda bir muvazaa olduğunu bilerek Ehl-i Sünnet zaviyesinden değerlendirmemizi yapmaya çalışacağız.
Tıpkı Ruslar gibi, bizim kadim düşmanımız olan Farisîler, İslâm coğrafyasında Ehl-i Sünnet bir devlet olmamasının tadını çıkarıyorlar. İran kendi içerisinde Güney Azerbaycan, Huzistan, Belucistan, Mahabat’taki Sünnîleri sindirme politikası uygularken, topraklarının dışında da Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Türkiye’nin güneydoğusu (Zerdüştî PKK’ya destek vesilesiyle) ve diğer bölgelerde hem doğrudan, hem Hizbullah vasıtasıyla terör ortamı oluşturarak yine Sünnîleri evlerinden ediyor veya katlediyor. Ülkemizde de bunu bazıları basın yoluyla perdelemeye çalışıyor; “Aman mezhep çatışması çıkmasın, bu Batı’nın işine gelir” söylemi ile. Hâlbuki İran veya Hizbullah ile bir mezhep çatışması olamaz; çünkü Şia’nın topyekûn tüm kolları dâhil hiçbiri mezhep değildir. İçimizdeki kripto Şiîlerin veya safların bakamayış açısıyla bakarsak “mezhep” savaşları-çatışması zaten başlamış! İran’ın bu cesareti kendinde bulmasındaki en büyük sebep ABD, Avrupa ve İsrail’den kapalı; Rusya ve Çin’den açık destek görmesinin yanında az önce de söylediğimiz gibi karşısına Ehl-i Sünnet bir devletin çıkamayış olmasıdır. Yavuz Sultan Selim Han, bu durumu Şah İsmail’e yazdığı bir mektuptaki beytiyle ne güzel özetliyor: “Erkek aslanların kalmadığı ormana; cesaret çığlığı atan çakallar dolar.”
İran sadece elde silah sürdürmüyor bu mezalimi. Yaptığı en tehlikeli iş, hatta insanın canını kaybetmesinden daha korkuncu itikad ifsadına sebeb olması... Ve bunu da en yoğun şekilde “Ehl-i Sünnet’in Kalesi” Anadolu’da yapıyor. Kimi yerde kendi propagandasını doğrudan (bazı ayet ve hadisleri reddederek, sahabeye söverek vs.), kimi yerde dolaylı, kimi yerde de “saflar” vasıtasıyla maliyetsiz bir şekilde yapıyor. Zaten birçoğumuz doğrudan propaganda yapan Şiî veya mezhepsizleri biliyoruz, isimlerini tek tek saymamıza gerek yok. Dolaylı yoldan propaganda yapan kurumlar ise mezhepsizlerin ve Şiilerin eserleriyle yoğrularak ya Şiîleşen ya da mezhepler kardeşliğini savunma ayağına mezhepsizleşen, içinde garnitür kâbilinden az da olsa Ehl-i Sünnet bulunduranlar… En çok zoruma giden ve en geniş tabana sahip kesim ise “saflar” olarak nitelediğimiz maliyetsiz propagandacılar… Bunlar, İttihad-ı İslâm gibi halis bir niyetle yola çıkıp mezhep kardeşliği ayağına mezhepsizleşen (farkında olsunlar, olmasınlar durum bu) kişiler. Bunlar görüşler arasında doğru-yanlış ayrımı yapmaksızın ortada “o da iyi, bu da iyi” diye dolanarak trafikçilik yapanları da kuşatır. Yine bunlar İbn-i Teymiyye, Abduh, Mevdudi, Hamidullah, Seyyid Kutub, Ali Şeriati’yi okuyarak İslâm’da birlik olmanın yollarını aramaya çalışırken farkında olmadan Ehl-i Sünnet birliğinden ayrılırlar. Az evvel isimlerini saydığımız kişiler okunmasın diye yobazca bir tavır alacak değiliz, ama evet, Necip Fazıl, Salih Mirzabeyoğlu gibi Ehl-i Sünnet mütefekkirler okunup fikirlerine nüfuz edilmemişse “okunmasın!”; Büyük Doğu-İBDA külliyatı okundu ise veya o fikre aşina olundu ise zaten o çürüklerin okunmasına gerek olmadığı anlaşılacak. Yine bu taifeye İran’ın, Şia’nın pisliklerini anlatsanız şöyle derler; “Bizim için ilk hedef ABD ve İsrail; İran’la sonra hesaplaşırız, vakit kaybetmeye gerek yok.”, “Bırakalım şu mezhep taassubunu”. Hâlbuki Şia bünyenin içindeki tümör gibidir. Bu tümörün tek hedefi bünyeyi teslim almaktır. Bunun için giremeyeceği kılık, yapamayacağı ittifak yoktur.
Bu mevzuyu fazla uzatmadan şu mezhepsizlik, mezheplerin birleştirilmesi ve Şia’nın alâkasına değinmek istiyorum. Mezhepsizlik genel mânâsıyla İbn-i Teymiyye’ye, yakın tarihteki takipçileri ve günümüzdeki takipçilerine atfedilir. “Şia veya İran ile alâkası nedir?” derseniz İran’da faaliyet gösteren “İslâmî Mezhepleri Birleştirme Kurumu”, “Dünya İslâm Mezhepleri Yakınlaştırma Birliği”ni sizlere örnek verebilirim. Bu da bize aslında Selefi-Vehhabî ve Şiilerin aynı kaynaktan beslendiğini gösterir: Yahudi İbni Sebe. Hatta yakın bir zamanda “hadis eleği” Diyanet İşleri Başkanı’nın Tahran’da bu kurumların düzenlemiş olduğu “29. Uluslararası Vahdet Konferansı”na katıldığını da ekleyelim. İran’ın Büyük Doğu coğrafyasında ne büyük cinayetler işlemiş olduğunu ve işlemeye de devam ettiğini belirterek bir bedahet halinde diyoruz ki: Biz, İran’ın her daim karşısındayız!
Peki, Vehhabî Suud’un yanında olabilir miyiz? İbn-i Teymiyye’nin devamcısı hiç kimsenin yanında olma gibi bir durumumuz olamaz; ama davamızın faydası bakımından Ortadoğu’da Ehl-i Sünnet bir iktidar kurulana veya Şiî yayılmacılığı durana kadar Suud’u, Şia İran’a denge olarak görebiliriz. Şu an Suud yıkılsa İran’ın önünde münferit gruplar dışında kimse kalmayacak olduğundan “İbn-i Teymiyye kafasının maddeye nakşedicisi” olan Vehhabî-Suud eksenini bu dengeyi gözeterek siyaseten destekleyebiliriz; elbette suyunu çıkarmadan… Ama Suud’un her alanda olduğu gibi politik alanda da “kör” olması, yani böyle bir durumda El-Kaide’yi sindirmeye çalışması, ilk başta da belirttiğimiz gibi İran’a karşı 1-0 yenik başlamasına sebep oldu.
İran-Suud kapışmasında konumumuz elbette Ehl-i Sünnet’in yanıdır; onun menfaatleridir. Bu arada Suud-İran kapışmasından çekinenler varsa onlara da İslâm dünyasında bir hesaplaşmanın er ya da geç zaten olacağını (belki de şuan oluyor) hatırlatarak deriz ki; “Kim ki kafasını karısının eteğinin altına saklar, o kafasını bir daha asla bulamaz!” Ülke olarak bu hengâmede ne gibi bir pozisyon alınacak bilemeyiz, ama Anadolu halkı olarak bizler, itikadımızı canımızdan daha fazla koruyup gözetmeli ve itikad akbabalarına karşı gereken her türlü tepkiyi vermeliyiz. İşe önce kendi evinden başlamak en doğru yoldur.
Her kızılbâşını anun def kıl
Lâle hem görsen taşından ref kıl
Çevresin al gâh top ur gah tüfeng
Gâh yüri gâh tîğ ur iy ceng-peleng
 
Şükrî-i Bitlisî, Selimnâme

Baran Dergisi 470. Sayı