Bâkî'de, edâ ve estetik ruh... Edâ; üslûb, tarz, şive... Yâni, estetik ruhun kendi olan şeyler. Üstadım'ın, Dîvân edebiyatı şairleri arasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun haşmet devri olan Kanunî Sultan Süleyman devrinin şâiri Bâkî'yi sevdiğini biliyoruz... Bâkî'nin de, Kanunî Sultan Süleyman’ı:

— Men' eyleme yanınca sürünsün ko sâye vâr
Bâkî kulun da pâdişehim bir fütâdedir

Bâkî, hemen ittifakla, Dîvân edebiyatımızın en haşmetli şâiri olarak kabul ediliyor... Zaten Bâkî'nin takdirkârları arasında, kendisinden sonra gelen büyük şâirlerin hepsi var. Arifi ârif anlar ya!

Kısa hayat hikâyesi şöyle: Hicrî 933-Milâdî 1526'da, fakir bir aile çocuğu olarak doğuyor; babası, Fâtih Camii müezzinlerinden... Saraç çıraklığına veriliyor... Komşuları Karamanlı Mehmed Efendi'nin himmetiyle, medreseye giriyor; müderris olan bu zât ve onun müderris olan kardeşinin derslerini tâkib ediyor... Asıl adı Abdülbâkî Mah-mud olan "Bâkî" mahlâslı şâirimizin medresedeki arkadaşları arasında, 13 şâir daha var... O, henüz 21 yaşına girmeden dehâsının parlaklığıyla dikkati çekiyor ve zamanın üstadlarından Zâtî gibi şâirlere kendini kabul ettiriyor... O zaman ve sonrası için ve her devir için geçerli malûm:

— Zamâne bizde cevher sezdiğiyçün dil-hıraş eyler

Anınçün bağrımız hûndur maarif kânıyüz câna

(Zamâne bizde cevher sezdiği için gönlümüzü tırmalar

Onun için bağrımız kandır, marifet madeniyiz câna)

Daha sonra Şeyhülislâm olan bir hocasıyla Haleb'e gidiyor, 4 yıl içinde oradaki mahkemelerde naiblik görevi... Dönüşte, ünlü Ebüssuud Efendi'nin oğlu Mehmed Çelebi'nin tavassutuyla, babasıyla tanışması... Daha önce Kanunî Sultan Süleyman'a sunduğu kasidesiyle, onun iltifatına mazhar... Yıldızı, Semiz Ali Paşa zamanında parlıyor. 36 yaşında "Dânişmend"; bu tâbir, Tanzimat'tan önce, kadıların yanındaki stajyer için kullanılıyor... Sonra Medrese hocahklan... Üç kere, Şeyhünslâmlık'tan bir alt kademe olan Anadolu ve Rumeli Kazaskerlikleri... Akibet: Hicrî 1008-Milâdî 1600 senesinde vefat ediyor... Demek ki 74 yaşında.

Asıl adı Mahmud olduğu hâlde, "Abdülbâkî" imzasını kullanmış; Allah'ın bir ismi de "Bâkî" ya, Bakî kulu... Mübründe de şu beyit:

— "Dünya fanidir, onda vefa yoktur — Bâkî olan sadece O'dur, gerisi fânidir!"

Muallim Nâci, Bâkî için, "millete lisân muallimliği etti!" diyor... Hem yaşarken, hem de ölümünden sonra, "Sultan-üş Şuarâ: Şâirler Sultanı" diye anılan Bâkî, Fuzûlî'den feyz alanlar arasında... Dîvân edebiyatımızda, şâirlerin birbirini kritik edişleri de şiirle... O kimsecikleri beğenmez Nefî, onun için şöyle diyor:

— Bir güherdir söz ana rağbet-i şehdür kıymet

Ne revâ böyle metâ'ın çekile hüsranı

(Bir mücevherdir söz ona, bal rağbetindedir kıymeti

Ne revâ böyle metâ'ın hüsran vermesi)

Ziyâ Paşa, bir beytinde Bâkî için, "genişletici müceddid tâbiri Bakîye verilse yeridir!" diyor... Araştırmacı Muallim Nâci de, "Öğrendi gazel tarzım Rûm'un şu'arâsi mısraında, onun kıymetini bildiriyor... Artık kahplaşmış ifâdelerle şu:

— "Ustalığını bilhassa gazel ve kasidelerde göstermiştir. Türkçe ile arûzun kaynaşmasında, -kâmil mânâda!-, önemli bir rol oynamış, bu yüzden şiirde "müceddid-yenileyici" sayılmıştır. Şiirlerinde, hisden ziyâde düşünce hâkimdir. Yeni buluşlara, kullanılmamış teşbihlere çok önem vermiş ve bu hususta büyük başarı kazanmıştır. Şiirlerinde, mağrur bir edâ vardır!"

Aynı basmakalıp mantık, onun için de yürütülmüştür: "Şiirleri, tasavvufi midir, değil midir?" diye... Bu hususta gerekenleri, bundan önceki bölümlerde izâh ettiğimiz için, üzerinde durmuyoruz. Yukarıda bir beytini verdiğimiz gazelinin tamamı, şâir kişiliğini çeşitli yönleriyle gösteriyor:

— Ezelden şâh-ı aşkın bende-i fermânıyüz cânâ

Mahabbet mülkünün sultân-ı âlî-şâmyüz cânâ

(Ezelden aşk şâhının fermanının kuluyuz cânâ

Muhabbet mülkünün yüce şanlı sultanıyız cânâ)

— Sehâb-ı lûtfun âbın teşne dillerden diriğ itme

Bu deştin bağrı yanmış lâle-i nu'mânıyuz cânâ

(Lütuf bulutunun suyunu susamış gönüllerden esirgeme

Biz bu çölün bağrı yanık Lâle-i nu'mânıyuz cânâ)

— Zamâne bizde cevher sezdiğiyçün dil-hırâş eyler

Anınçün bağrımız hûndur maârif kânıyüz cânâ

(Zamâne bizde cevher sezdiği için gönlümüzü tırmalar

Onun için bağrımız kandır, marifet madeniyiz

cânâ)

— Mükedder kılmasın gerd-i kedûret çeşme-i câm

Bilürsün âb-ı rûy-i mülket-i Osmânîyüz cânâ

(Kederli kılmasın bulanık devir can gözünü

Bilirsin, Osmanlı mülkünün yüz suyuyuz -haysiyetiyiz!- cânâ)

— Cihânı câm-ı nazmım şi'r-i Bâkî gibi devr eyler

Bu bezmin şimdi biz de Câmi-i devrâniyüz cânâ

(Cihânı, nazmımın kadehi Bâkî şiir gibi devr eyler

Bu bezmin -sanat dünyasının!-, şimdi biz de devreden kadehiyiz cânâ)

Câmi-i devran; hem devreden kadeh, hem de meşhur İrân Şâiri Molla Câmî anlamında... Burada, "lisânın hafızasına yüklü bilgi" dediğimiz hakikati de, bu vesileyle bildirmiş olalım... "Şiir, gizleme sanatıdır!" hikmeti, Batı'dan gelmiş bilinir... Oysa; "Tevriye" sanatı denilen şey, bunun ifâdesi-dir: Örtüp gizlemek. Sözünü veya bir haberi izâh etmeyip gizlemek. Birkaç mânâsı olan bir kelimenin en uzak mânâsını kasdetmek. Sözü, birkaç mânâya gelir şekilde kullanmak.

Lâle-i Nu'mân: Bir anlamıyla, bir lâle çeşidi... Hadîs meâli: "Cahil insanlar size delilik is-nad etmedikçe, gerçek imânda olamazsınız!"... Lâle, "Allah" lâfzıyla olan yazılış benzerliği yanında, ebcedi de aynı; diğer mânâları da, "vaktiyle suçluların ve delilerin boynuna takılan halka, incir koparmak için ucu çatallı değnek"... Tîn, hem "incir", hem de "insanlar" sembolüdür... Bunun yanında Nu'mân, "kan" ve "İmâm-ı Âzam Hazretlerinin bir namı"... Lâle-i Nu'mân tamlaması içinde, "Nu'mân", insana da denk gelebilir; ve tamlama, İlâhî insan gibi bir mânâya da çalar.

Lâle-i Nu'mân hakkında söylediklerimizi, -bu çölün bağrı yanık Lâle-i nu'mânıyuz diyor ya!-, teyid eder bir beyit, yine Bâkî'nin:

— Nümûne gonca-i gülşen leb-i rengîn-i Şîrîn'e

Nişâne lâle-i sahrâ dil-i hûnîn-i Ferhad'a

(Nümûne gülşen goncası, Şîrîn'in renkli dudağına

Nişâne, sahra lâlesi, Ferhad'ın kanlı yüreğine)

Bâkî, aynı zamanda, hayatıyla da bir tarih ruznâmecisi gibidir; tarih takvimi, vakit cetveli...

Başta Kanunî Sultan Süleyman olmak üzere, 2. Selim, 3. Murad ve 3. Mehmed devirlerinde bulunmuş, hepsine kasideler yazarak ihsanlarına nâil olmuş...

Kendisini pek takdir eden Kanunî, şöhretinin ilk yıllarında ona, üç kitab hediye ediyor: Keşf-i Keşşâf (Keşfedicinin Keşfi), Hidâyet (Kurtuluş Yolu), Ekmelîn (Kâmiller)... Bunun üzerine kendisinin Padişâh'a takdim ettiği şiir:

— Eyledi keşf ile izhâr-ı kerâmet kemerün

İtdi müşkillerümüz hâce-i ihsânun hail

(Eyledi keşf ile kerâmet izhâr kemerin -Dervişliğin!-

Etti müşküllerimizi ihsân hocalığın hail)

— Kim kime rehber ola bedreka-i ihsânun

Yoluna karşı tutar şem'i hidâyet meş'al

(Kim kime rehber olur, ihsân mürşidliğin-kılavuzluğun

Yoluna karşı tutar, şem'i hidayet meş'alesi)

— Gerçi kâmillere âlemde nihâyet yoğdur

Mihnet Allah'a seni cümleden etmiş ekmel

(Gerçi kâmillere âlemde nihâyet yoktur

Mihnet Allah'a, seni cümleden kâmil etmiş)

Şeni: Mum... Şema': Mum. Meclise zevk veren, meclisi süsleyen mum. Mizaç... Şema': Yüce, yüksek, ulu, âli.

Şimdi Bâkî'nin, son beyti asırlardır dillerde dolanan gazelini görelim:

— Müj e haylin dizer ol gamze-i fettân saff saff

Gûyâ cenge girer nîze-güzâran saff saff

(Kirpik askerlerini dizer o fettan gamze -yan bakış!- saf saf

Gûyâ cenge girer mızraklı askerler saf saf)

— Seni seyr itmek içün reh-güzer-i gül-şende

İki cânibde durur serv-i hirâman saff safî

(Seni seyretmek için gülşen güzergâhında -yolunda

İki yanda durur salman serviler, saf saf)

— Leşker-i eşk-i firâvan ile ceng eylemeğe

Gönderir mevclerin lücce-i ummân saff saff

(Sayısız gözyaşı askeri ile ceng etmek için

Gönderir dalgalarım, ummanın engin suyu saf

saf)

— Gökde efgaan iderek sanma geçer hayl-i kuleng

Çekilür kûyine mürgaan-ı dil ü cân saff saff

(Gökte feryâd ederek, sanma geçer turna sürüsü

Çekilir semtine gönül kuşları ve cân, saf saf)

— Câmi' içre göre tâ kimlere hem-zânûsun

Şekl-i sakkada gezer dîde-i giryan saff saff

(Cami içinde gör, kimlerle dizdizesin

Saka -su dağıtan- şeklinde gezer, ağlayan gözler saf saf)

— Ehl-i dil derd ü gamın nimetine müstağrak

Dizilürler keremin hânına minhan saff saff

(Ehl-i dil, derd ve gamın nimetine gark olmuş

Dizilirler keremin sofrasına misafirler saf saf)

— Vasf-ı kaddinle hirâm itse alem gibi kalem

Leşker-i satrı çeker defter ü dîvan saff saff

(Boyunun vasfıyla salınsa âlem gibi, kalem

Satır askerlerini çeker defter ve dîvan saf saf)

— Kûyin etrafına uşşak dizilmiş gûyâ

Harem-i Kâbe'de her cânibe erkân saff saff

(Semtinin-mekânının etrafına aşıklar dizilmiş,

gûyâ -sanki!-

Kâbe'nin Harem'inde her tarafa erkân saf saf)

— Kadrini seng-i musallâda bilüb ey Bâkî

Durub el bağlayalar karşuna yâran saf saf

(Kadrini musalla taşında bilib ey Bâkî

Durub el bağlarlar karşında yâran -dostlar!- saf

saf)

Bâkî'nin, Allah'ın isimlerinden biri olduğunu söylemiştik; musalla taşı karşısında ölümü hatırlayan ve daha derin duyan insan hâli niyetiyle de bakabiliriz... Şiirin esprisi, herkesin kolayından anladığı şekilde... Namazını kıldıran Şeyhülislâm Sunullah Efendi de, kalabalık bir cemaat önünde bu ölümsüz beyiti okumuş.

Nef'î'nin, onun sözünü mücevher ve bal rağbetinde gördüğünü, böyle metâ'ın hüsran vermesinin mümkün olmadığını -buna dair beytini görmüştük... Bu takdirin kıymetini anlayabilmek için, sadece "asel" kelimesine bakmak yeter: Bal. Şehd. Tatmak. Cennette bir su. Su akarken yüzünde hasıl olan kabarcık... Maveraî-söz üstü ötelere dair tahassüsün unsurlarıdır bunlar... Tıb ilmi ve bâtın yolu hakkında söylediklerimiz de gözönünde tutularak: Bal, Allah Resûlü tarafından da tavsiye edilen bir metâ. Eski tıbta, hemen bütün ilâç terkiblerinde geçen iki malzemeden biri bal, diğeri kuru üzümdü.

Bâkî, zaten metâımn farkındadır:

— Baakî'yâ dil durmasun güftâra tâkat kalmadı

Vaktidir ol husrev-i devrâne söylen söylesün

(Yâ Bâkî, gönül durmasın söze tâkat kalmadı

Vaktidir o devrânın husrevine -pâdişâhına- söyleyin, söylesin)

"İlimsiz-irfansız şiir, temelsiz duvar gibidir" hesabı, ilmini müderris sıfatıyla ve muteber eserlerin muteber tercümeleriyle göstermiş, bunun yanında Eyüb Sultan'da müderris bulunduğu sırada o Hazret'in rivayet ettiği hadîsleri derleyerek kitablaştırmış olan Bâkî'nin, kendi dilinden şiiri:

— Dür dişin vasfında şi'rim defterin gördü meğer

Kim sadef mecmu'âsım aldı deryâ koynuna

(İnci dişin vasfında şiir defterimi görmüş meğer

Ki sadef mecmu'âsının -şiirlerimin hepsini- aldı

deryâ -ilim!- koynuna)

Bâkî'deki mağrur edâyı, "toplam hâlinde Bâkî bu!" diyebileceğimiz gazelinden görelim:

— Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız

Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız

(Aşkın fermânma cân iledir boyun eğişimiz

Kaza hükmüne - Allah'ın emrine zerre kadar yok

inâdımız)

— Baş eğmeziz edâniye dünyâ-yi dûn içün

Allah'adır tevekkülümüz i'timâdımız

(Baş eğmeyiz aşağılıklara sefil dünya için

Allah'adır tevekkülümüz, itimadımız)

— Biz müttekâ-yi zer-keş-i câha dayanmazız

Hakkın kemâl-i lûtfunadır istinâdımız

(Biz iktidarın altun kakmalı -asasına!- dayanmayız

Hakkın kemâl-i lûtfunadır istinâdımız)

— Zühd ü salâha eylemeziz ilticâ hele

Tuttu eğerçi âlem-i kevni fesâdımız

(Zühd ve salâha eylemeziz ilticâ -amellerimize güvenmeyiz!- hele

Tuttu ise de varlık âlemini fesâdımız)

— Meyden safâ-yi bâtm-ı humdur garaz heman

Erbâb-ı zâhir anlayamazlar murâdımız

(Meyden, küb bâtınının sefâsıdır niyet, hemen

Zâhir erbâbı anlayamaz murâdımızı)

— Mihnet Hudâ'ya devlet-i dünyâ fenâ bulur

Bâkî kalur sahife-i âlemde adımız

(Mihnet Hudâ'ya, dünya saadeti fenâ bulur

Bâkî kalır âlem sahifesinde adımız)

4. beyitte, Bâkî'nin üstün idraki görülüyor: Yapıp ettiklerine değil, sadece Allah'ın fazlına sığınmak şuuru... 5. beyitte; "bâtın-ı hum; küb bâtını", kübün-kadeh'in "insan" sembolü olmasından hareketle, hem Allah Resûlü'nün bâtını ve tabiî ki Şeriat'ın bâtını; ve "meyden kasıt budur!" diyor.

Dîvân edebiyatımızın, bir kimsenin vefatıyla ilgili teessürü bildiren "Mersiye" türünün örneğini de Bâkî'den gösterelim... Kanunî için yazdığı mersiyeden bir bölüm:

— Tîgın içürdi düşmene zahm-i zebânları

Bahsetmez oldu kimse kesildi lisânlan

(Kılıcın içirdi düşmana alev irinlerini

Bahsetmez oldu kimse kesildi lisânlan)

— Gördü nihâl-i serv-i ser-efrâz-ı nîzeni

Serkeşlik adın anmadı bir dahi bânlan

(Gördü, mızrağının başı yüksek servi fidânı

Serkeşlik adın anmadı bir daha beyleri)

— Her kande bassa pây-ı semendin nisâr içün

Hanlar yolunda cümle revân etdi kanlan

(Her nereye bassa çevik atının ayağı, saçmak-vermek için

Hanlar, yolunda cümlesi revân etti kanlannı)

— Şemşîr gibi rûy-ı zemine taraf taraf

Saldın demür kuşaklı cihân pehlevânlan

(Kılıç gibi yeryüzüne taraf taraf

Saldın demir kuşaklı cihân pehlivanlan)

— Aldın hezâr büt-gedeyi mescid eyledin

Nâkûs yerlerinde okutdun ezânlan

(Aldın binlerce puthâneyi -kiliseyi!- mescid eyledin

Çân yerlerinde okuttun ezânlan)

— Âhir çalındı kûs-ı rahîl etdin irtihâl

Evvel konağın oldu cinân bûstanlari

(Âhir çalındı göç davulu etdin irtihâl

Evvel konağın oldu Cennet bostanlan)

— Minnet Hudâya iki cihânda kılub sa'id

Nâm-ı şerifin eyledi hem gaazi hem şehîd

(Minnet Hudâ'ya iki cihânda kılıp sa'id

Şerif nâmını eyledi, hem gâzi hem şehîd)

Bâkî, Kanunîyi gerçekten sevmiştir ve mersiyesi ısmarlama cinsten değildir... Kanunînin onu takdirine dâir, bir de hoş bir hâdise var: Saray'daki câriyelerden biri, Tutî isimli bir kadın şâir, Bâkî'ye verilir... Tutî, "dudu kuşu denilen bir papağan, güzel sesli bir kuş" demek... Bâkî'nin ahbablarından meşhur şâir Nevi, Tutî'nin adından mülhem ve İrânlı Sâdî'nin Gülistan'ındaki "Tutî ve Zap" hikâyesine imâ, "Tutî'ye yakın oldunuz!" diye tebrik edince, şâir sesini yakını da olsa ucuza kullanmayan Bâkî, lâtifeyle cevab veriyor:

— "Tutî diye pek uçurma birader, kargadır!"

Bâkî, kendinin kendini takdiri ve herkesin hakkındaki kanaati olarak, tamı tamına:

— Bu devr içinde benim pâdişâh-ı mülk-i sühân

Bana sunuldu kasîde bana virildi gazel

(Bu devr içinde benim söz mülkünün pâdişâhı

Bana sunuldu kasîde, bana verildi gazel)

Müfred, "başı ve sonu olmayan kafiyesiz beyit"; tek beyit... Yukarıdaki beyit de o cümleden... Dîvân'da yer alan böyle beyitler, Üstadım'da "Noktalamalar" şeklini almış; ve kafiyeli.

Beyin törpüsü kelimeler; "Kelimeyi boğardım, verselerdi elime!" diyen Üstadım... Suh: Duvar... Suhan: Törpü... Sühan: Kelimeler... Bâkî, kaside ve gazellerini söz üstü ahenk hakikatinde söylediğini gösteriyor; burada kelimelerin rolü, tıpkı musikînin görünebilmesi için, koyun bağırsağından yapılma telli sazlara-âlete ihtiyaç kabi-lindendir.

"Dîvân edebiyatımızda şâirin şâiri kritiği de şiirle" dedik ve Nefî'yi misâl verdik... Yine Nef'î'nin, onun bir mısraını ve beytini tanzim edişi:

— Tavâfa kâbe-i kuyun bi-kavli Bâkî-yi merhum

Derûn,i dilde niyyet âb-ı zemzem musaffâdur

(Tavhaf edin köyün kâbesini, kavilsiz -şübhesiz,

hilesiz!- merhum Bâkî

Gönül derûnunda niyyet, zemzem suyu safiliğin-

dedir)

Şâirler köyünün, kavilsiz, şübhesiz kâbesi Bâkî; ve kâbe'nin diğer yazılışına nazaran "yumurta" anlamına gelir ki, "beyza" kelimesinin yakınları, mânânın ne kadar genişlediğini gösterir... Beyza: Yumurta. Erkeklik... Beyza': Kasaba, köy... Beyza: Parlak. Beyaz. Dâhiye... Beyaz, mücerredin, tecridin rengidir.

— Bu mahâlde aceb evsâfına çesban görülür

N'ola bu beytini Bâkî'nin edersem tanzim

(Bu mahâlde acaba vasıflarına uygun ve lâyık görülür mü

N'olur bu beytini Bâkî'nin edersem tanzim)

— Def'-i Yecûc-ı gama eşiğidür sedd-i sedîd

Men-i ceyş-i eleme dergehidür hısn-ı hasîn

(Yecûcü defetme eşiğidir doğru ve yanlışsız sedd

Elem askerine men'-engel dergâhıdır müstahkem kale)

Bâkî'nin niçin çok takdir edildiğini anlayabilmek için, şübhesiz şiire vücut veren kuralları da bilmek lâzım; aruz vezninin kalıplarını... Bunlar, bizim neslimiz ve şübhesiz bizden sonraki nesil için, toprak altındaki antik eserler kadar uzak bir zevk. Meselâ bir güreş veya futbol maçı, onlara dair kurallar bilinmediği zaman, ortada bir itişme ve top etrafında mânâsız koşuşma olarak görülür; halbuki kuralları içinde oyunlarla, onlara mahsus bir mantık ve nizâm vardır. Kezâ satranç oyunu: Bir taş oynanmıştır, "müthiş hamle"dir... Anlamayan için ise, sadece o karışık taşlar içinde birinin oynanması.

Bâkî'yi methederken, onda "zihaf ve "imâ-le"ye hemen hiç rastlanmadığını söylerler. Zihaf, "uzun okunulması gereken bir sesli harfin, vezin zarureti ile kısa okunuşu", imâle de tersi. Aruz kalıblarına tam uygun kelimelerle şiir söylemek; aruz kalıbları bilinmeden, hâliyle bunun zevkine varılamaz. Aruz kalıbına her uygun söyleyiş sahici şiir değildir ama, sahici şiirin o kalıblar içinde söylenmesi de sahiciliktendir... Bu hususu, havada bir Bâkî medhiyesi zannedilmemesi için uyarıyoruz. Şâir şâirler için de geçerli... Bunlar, telkinle alınanı tahkikle bulmaya dair ölçülendirmeler. Kalıb içinde, şiir değil de manzumeye misâl de, Nabî'nin beyti:

— İhtikârın sonu iflâsa çıkar

Yapar evvel bir evi sonra yıkar

(Karaborsanın sonu iflâsa çıkar

Yapar evvel bir evi sonra yıkar)

Bâkî'de tecrid... "Eşya ve hâdisenin her ân yeniliği" diyoruz... Ufukta dile getirilmiş hakikat, şiir diliyle Bâkî'den:

— Sahayif olsa felekler nihâl-i Sidre kalem

Yazılmaya keremi defteri alelicmal

(Sahayif olsa felekler, Sidre fidânı kalem

Yazılamaz kereminin defteri topluca)

Sahayif: Sahifeler... Sehaya: Beyin zarları... Sehay: Keşfetmek. Kabuk soymak. Nâme üstüne nesne bağlamak.

Felek: Gök, gök katı, devir. Tâli', baht. Her gök seyyaresinin gezdiği âlem. Dünya, âlem.

Sidre: Ağaca teşbih edilen, 7. kat gökte bir makam ismi... Sidre ağacı: "Arabistan kirazı" denen bir ağaç... Ve Sidret-ül Münteha: Yedinci kat gökte bulunan ve Mi'rac gecesi Allah Sevgilisinin ulaştığı en son makam. Mahlûk ilminin ve amelinin kendisinde son bulup "kevn-varlık-oluş-vü-cud" âlemini hududlandıran bir işaret.

Bâkî'nin, "nezaket en kolay yapılan şeydir" hikmetini gösteren, kolay söylenmiş nazik inceliklerle dolu bir beyti, yine aynı cümleden olarak:

— Kafadar oldular şîr ü peleng ahûya sahrada

Edeler şol kadar şimdi riayet hakk-i cîranî

(Kafadar oldular aslan ve kaplan ahûya sahrada

Ederler şu kadar -zaman- şimdi, riayet komşu hakkına)

İslâm'da komşuluk hakkı azîz... Öyle ki, sahâbî, "Allah Resûlü komşuluk hakkından o kadar bahsetti ki, komşuyu komşuya mirasçı bırakacak sandık!" buyuruyor. Düz ifadesiyle beyit, bundan mülhem.

Diğer taraftan... Şîr: Aslan. Süt... Süt, bir hadîse nazaran, ilmin sureti... Şi'r, şira, şira', şir'a, şi'ra: İdrak, şiir. Satın alma, satın alınma. Gemi yelkeni. Bir ırmak veya su menbaından, içmek veya almak için girilen yol. İki yıldızın adı.

Peleng: Kaplan... Pele-Pelle: Terazi kefesi. Merdiven basamağı.

Ahû: Ceylân. Gözleri çok güzel olan. Gazâl. Dilber, sevgili... Ahu: Kardeş, dost... Ahu: Saç ve sakalı ak olup, hürmete şayan olan.

Güzelliğin kafadarları ve kardeşleri, hepsi bir arada: Şiir-ilim-idrak ve ölçü... Kaptan, "yırtıcı" tâbiatı yanında, kedigiller âilesinden olarak, "ulu kişi-ululuk" anlamına da gelir: Şener, "Kedi, ulu kişi" demek... Aynı kelimenin "kuyruk sokumu" mânâsı, -bir işin nihâyeti ve sonu!-, bir terkib hâlinde "şîr ü peleng"i, şiirin, mevzuunda, "öz ilminin müntehasmda" bir ses olduğunu gösteriyor. Aynı kolay söyleyiş içinde:

— Zerrece çun ü çira kimsede yoktur hâşâ

Südde-i devletinedir yine Bâkî ferman

(Zerrece "nasıl, niçin?", kimsede yoktur hâşâ

Devletinin eşiğindedir yine Bâkî ferman)

"Hikmetinden suâl olunmaz Rabbim!" deriz ya... Kelimelere ve iştikaklarına boğmadan: Devletinin, -büyük mertebenin!- şahsındadır Bâkî ferman... Devletinin bulutunda, -rahmetinde-, Bâkî ferman: "Gazabımı geçti rahmetim" meâlindeki âyet malûm; ve Allah'ın "Rahman" isminin, bütün isimlere şâmil oluşu... Aynı beytin, kolayca anlaşılacağı şekilde, Kanunî'ye yorulması da görülüyor.

Yukarıdaki beyite akraba, bir başka beyit:

— Ki bu nizâmı vermedi âlem-serayma

İllâ ki yümn-i devle-ti cihân-sitân

(Ki bu nizâmı vermedi âlem-sarayına

İllâ ki cihân mekânının devlet uğuru)

Dîvân edebiyatı şâirlerinden Sâbit de, Bâkî için şunları yazmış:

— N'ola nakkad disen Bâkî'ye insaf budur

Ki bizim nukre-i endişemüz anun pulıdur

(N'olur "nakkad-iyiyi kötüyü ayıran" desen Bâkî'ye, insaf budur

Ki bizim fikir külçemiz -işlenmemiş fikrimiz!-onun puludur)

— N'ola devşirse bekâyasını mazmunlarımın

Hâme tahsîl-i kemâlât da Bâkî kuludur

(N'olur devşirse(m) kalanlarını sanatlı ince sözlerinin

Kalem kemalâtım tahsil de Bâkî kuludur)

Tabiî burada, meselâ "hâme" kelimesinin, yazılış farklarıyla getirdiği mânâ zenginliğini de ele alarak bakmak, işin sanatlı söylenişine âit ayrı bir zevk ve fikir verir... Hame: Yontulmuş kalem. Kur'ân'da "ruh" ve "akıl" mânâsına geçer; bu hususta, geçen ciltlerde İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinden bahsi gösterdik... Hame: Bir sap üzerinde bitmiş tâze ekin, hars, kültür... Hame: Kafatası, kafa... Hame: Balçık. (Yaradılış).

Fuzûlî'nin ünlü beytini tedâî eden bir beyit:

—Muhabbet husrev-i fermandih-i şân ü geda ancak

Müsehhar cümle âlem aşka bir sırr-i Huda ancak

(Muhabbet, şân veren padişah-güneş- ve dilen-ci-aşık-ancak

Teshir olunmuş cümle âlem, bir Huda sırrı ancak)

Çilekeşlerden Bâkî'yi, çilekeşlerin duası niyetine, yine Bâkî'den bir beyitle noktalayalım:

— Bari birkaç gün huzur-i kalb ile dünyaya bak.

Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, s. 270-286