Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, 1989 yılında yayınladığı “Şiir ve Sanat Hikemiyatı”nda ilk kez “rüya ve sinema” ilgisine değinir ve bu mânâda Tarkovski’den bahseder. Sonraki yıllarda yazdığı Tilki Günlüğü isimli eserinde ise “rüyâ”, merkezî bir roldedir ve eserde şu şekilde hülasa edilir:

“Dünya hayatında görülen şeyler, uyuyan kimsenin rüyâsında gördüğü şeyler gibidir; yalnız hayaldir. Böyle olunca onun tevil ve tabiri lâzımdır!” diyen İslâm velisinin çerçevelediği hakikat gereğince, muradımı takib ettiğim rüyalarımı “levha”lar hâlinde verirken, hadiseleri de “düşvâri” hikmetinin şemsiyesi altında verdim!..” (Tilki Günlüğü, c.1, s.20)
Tilki Günlüğü’nün pek çok vecheden değerlendirilebilir olması bir yana, “bir yönüyle” bize verdiği ilhamı şu şekilde de özetleyebiliriz: “İnsanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar” hadisi şerifi, bize rüyâ ve hayat ilgisi içinde, hayatın da tevil ve tabire muhtaç olduğunu söyler. Rüyalarımız ise “rüya içinde rüya” gibidir. Hem hayatımız, “ben kimim?” sualinin cevabını aradığımız “şifreleri” çözmemiz için bize “imkânlar” sunarken, tevil ve tabirimizi beklerken, hem de “rüyalarımız”, rüya içinde rüya olarak tevil ve tabir edilmeyi beklemektedir.

Yine bu çerçevede Tilki Günlüğü’nden şu iktibas: ““Ben kimim?” diye sormak, “ölüm nedir?” diye sormakla birdir… “Ben”… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hadiseler dizisinden ibaret!..” (Tilki Günlüğü, c.1, s.18)

Bu fikir, 90’lı yıllarda Türkiye’de “Rüya Sineması” başlığı altında konuşulur olmaya başlamıştır fakat bu çapı sinemada terennüm eden bir sanatkâr, (en azından bizim açımızdan) çıkmamıştır.

Buğday mı Nefes mi?
Semih Kaplanoğlu’nun “Buğday” filmini izleyen herkesin, yukarıda anlattıklarımızı çok iyi anlayacağına şüphe yok. Nitekim, Tarkovski’nin sinemada açtığı “yeni bir çığır” idi. İnsanın ruh dünyasını, metafizik açlığını sinemaya aktarmaya çalışmıştı. Tarkovski’nin sinemasında bu sebeble “maddi” şeyler hep uçucudur, dikkat edin, “maddi bir obje” asla maddi bir anlam taşımaz.

Bu çığır, Müslüman bir sanatkâr tarafından, Semih Kaplanoğlu tarafından, aradan geçen şunca zamandan sonra, aksülamel bulur gibi, “yeni bir sinema dili” ile yeni bir çığır açılmasına ön ayak olmuştur. Lafı fazla uzatmadan söyleyelim: “Buğday” Türk sinema tarihinde bir dönüm noktasıdır. Aynı zamanda Müslüman bir sanatkâr nasıl bir sinema dili kurabilir, bunu nasıl sinemaya aktarabilir, bunun cevabını veren ilk örneklerdendir.

Niçin böyle söylüyoruz?

Öncelikle, elbette şimdiye kadar pek çok Müslüman yönetmen filmler çekmiş, emekler vermiş, geniş kitlelere bu filmleri izlettirebilmişlerdir. Fakat bu filmler, Batı sinemasının “dilini”, “tekniğini”, “hikâye anlatım biçimini” dönüştürmek yerine, aynen uygulamayı tercih etmiştir. Daha açık ifadesiyle söyleyelim, milli ve yerli unsurların sinemada görünmesi bile o zamanlar devrim niteliğindeydi.

“Buğday” ise, sinemada yeni bir dil, yeni bir biçim, yeni bir anlayışa kapı aralıyor. (Aslında bunun ilk işaretlerini “Yusuf Üçlemesi”nde de vermişti.) Nedir o anlayış? Kısa kısa bahsedelim:

Öncelikle filmin muhtevası Tasavvufi bir “seyr-i sülûk” hikâyesi olarak özetlenebilir… Semboller aracılığı ile anlattığı “Hızır ve Musa kıssası”nı ise iki bilim adamının arasında geçen hadiseler dizisi ile bugüne taşıyor yönetmen. Fakat, Hızır-Musa kıssasının “balık”, “duvar”, “çocuk”, sembollerini, öylesine “olağan” bir şekilde veriyor ki, filmin akışı içinde, olması gereken de buydu dedirtiyor. Mesela, yarısını yedikleri balık, yola çıktığı öğrencisi Andrei’nin çantasından suya düşüyor mesela. Bir süre sonra, adam o suyun kenarında gözlerini açıyor. Arkada suda yüzen balığı görüyoruz. Belki de çoğu izleyicinin de gözünden kaçmıştır o balık. O kadar sıradan…

Bir not olarak belirtelim burada kısa bir süreliğine filmde görünen sonra kendi yoluna giden genç “Andrei” ile, Kaplanoğlu sanki Andrei Tarkovski’yi selamlıyor.

Bir zaman inşa etmiş yönetmen filmde. O zamanda, genetik mühendisliği, artık orijinal hiçbir tohum bırakmamış dünyada. Bilim adamları “kıtlığın” yaklaşmakta olduğunu, ürettikleri hiçbir tohumun umut vaad etmediğini, üremediğini tartışıyorlar. Metafizik bir takım açıklamalarla “M parçacığı olmadan doğada hiçbir şeyin yaşayamayacağını” söyleyen bir bilim adamından bahsediliyor toplantıda. Şehri terk etmiş. Kahramanımız işte o bilim adamını aramak ve tezini dinlemek üzere, yasadışı yollardan şehri terk ediyor. Şehrin dışında “kendi haline bırakılmış doğa” ile “ölü topraklar” var. Şehirlere ise genetik olarak belli ölçüleri taşıyan çocuklar dışında kimse alınmıyor. Dışarıda kalan insanlar açlıktan veya hastalıktan ölüyor. Kimyasallar o kadar yaygın ki doğada, insanların ölüleri bile bozulmuyor.

Suda yüzen ölüler, kamplarda insan cesetleri… Çok fazla ölüm ve ölü var filmde. Neden diye düşünmüyorsunuz bile! Kıyılarımıza vuran mültecilerin ölüleri, savaşlarda sürgün edilen insanların ortasında yaşıyoruz çünkü.
Bir bilim adamının maddî bir şey ararken (buğday), uhrevî bir yolculuğa çıkışını, ona rehberlik eden bilim adamının bir dervişe nasıl dönüştüğünü ve neticede aslında ortada bir derviş filan olmadığını, bu yolculuğu bilim adamının tek başına yaptığını ve dervişe dönüşenin de kendisi olduğunu…

Filmi “siyah-beyaz” çekmiş yönetmen, ki rüyalar da siyah beyazdır. Bu anlamda film sanki bir “rüyanın” içindeki bir “rüyayı” anlatıyor. Zaten film boyunca hangisi rüya hangisi gerçek, ne izleyici, ne de filmdeki karakterler ayırt edemiyor.



Maddî olanı, bir olayı, bir duyguyu sinemada anlatmak kolaydır. Sinemanın imkânları bunlar için seferber edilmiştir. Efektler, görsel materyaller, gerçekçi üç boyutlu teknikler vesaire… Peki ya manevî olan? Maddî olmayan? Ruhî olan? Metafizik olan? Müslüman sanatçıların en büyük açmazı, Tarkovski’nin zirveye çıkardığı bu ifade dilini, şiir dilini, sinemaya nasıl aktaracakları değil midir?

İranlı yönetmenin Allah Resulü’nün hayatını anlatırken ne kadar kabalaştığını gördük. Görsel efektlerle, sinemanın tüm teknik imkânlarını ve dilini kullanarak bir Peygamber nasıl anlatılamazın en güzel örneği idi bu film.
Kaplanoğlu bu anlamda, İslâm’ın estetik ve sanatta “sırra bakan” inceliğini, tasavvufî bir şiiriyeti filmine yansıtmayı başarabilmiş midir? Bu rüyadır demeden bir rüyanın nasıl “rüya içinde rüya”ya dönüşebileceğini, bunun tevil ve tabiri gerektiğini anlatabilmiş midir? Bizce anlatabilmiştir.

Buğday’ı ararken kendini arayan ve buğdayı bulduğunda “nefes”i seçen bir insan hikayesi; Yunus’un “Buğday mı Himmet mi” seçimine göndermedir bu aynı zamanda: “Buğday mı nefes mi?”

Tarkovski’nin efsane “Stalker” filmini hatırlatan, fakat muhteva ve dil olarak elbette farklılaşan Buğday’ı annem, babam, ablam ve birkaç akraba ile izledim. Ki annem altyazılı film izleyemez, babam ise çabuk sıkılır. Film siyah-beyaz, alt yazılı ve oldukça sembolik bir dili var. Ne oldu dersiniz? Annem de babam da filmden büyük zevk aldı. Hızır ile Musa hikâyesini, adamın bir türbede korunmuş temiz toprakla teyemmüm alışını, neticede buğdayı bulduğunda nefesi seçmesini anladılar. Mesele de budur bence. Siz insanlara “kalpten gelen” bir şey sunarsanız, kalpler onu anlayacaktır. Bu anlamda Semih Kaplanoğlu’nu “sinemaya yeni bir nefes” getirdiği için heyecanla karşılıyoruz.

Baran Dergisi 570. Sayı