Bir tarafından genişliğine, diğer taraftan derinliğine dünya çapında birden fazla buudda cereyan eden pek çok hadise yaşanıyor. Satıhtan bakıldığı takdirde yalnız siyasî, iktisadî ve askerî planda cereyan eden gelişmeler yaşanıyormuş intibaı hasıl olsa da tüm bunların ötesinde, dünya, İkinci Dünya Savaşı’nda kusamadığı ur’un ve insan meselesini vuzuha kavuşturamamış olmanın ıstırabıyla kıvranıp duruyor.

Bir tarafta Amerika, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra tek başına kalmasını “Amerikan Hükümranlığı” şeklinde duyuran; fakat el attığı hiçbir yerde düzenli kan ve göz yaşından öte bir nizam tesis edemeyen, iddiasında olduğu hükümranlığı tecelli ettiremeyen yeni dünya.

Çin’e gelecek olursak. Simbiyotik münasebet, iki veya daha fazla farklı tür (organizma) arasındaki yakın etkileşimleri açıklar, birbirleriyle birlikte yaşayarak fayda sağlayan olmayı tanımlar. İki türün karşılıklı yardımla yaşama fikri simbiyotik bir ilişkinin özü olarak kabul edilir. Birbirine denk bünyeler arasında simbiyotik münasebet olabileceği gibi, daha küçük ve zayıf bir bünyenin kendisinden daha büyük bir bünye ile simbiyotik münasebet içine girmesi de mümkündür. Bize kalırsa Amerika ve Avrupa ile Çin arasında bu ikinciye benzer, yâni büyük bünye ile küçük bünye arasındakine benzer bir simbiyotik münasebet tesis edilmişti. Burada tabiî ki nüfus ve toprak bakımdan değil iktisadî bakımdan bir kıyaslamadan bahsediyoruz. Ekonomik refahın Batılı dünya görüşü çerçevesinde tabiî olarak sosyal hayatı konformizme yönlendirmesi neticesinde Batı’nın ağır işlerini yapmak rolü Çin’e tevdi edilmişti. Ne var ki bu vaziyet uzun süremedi ve Çin kendisine biçilen misyonun dışına çıkmak suretiyle Batı karşısında nüfus, toprak ve bunun yanında bir de iktisadî bakımdan güç olarak çıkmasını bildi. Tabiî burada unutulmaması gereken, Çin, Batı’nın karşısında kendi ortaya koymuş olduğu değerler bütünüyle yeni bir düzen teklif ederek değil, bizzat Batılı değerleri kuşanmış olarak çıktı. Dolayısıyla burada siyasî, askerî ve iktisadî bakımdan bir çekişmeden bahsetmek mümkün olsa bile son kertede dünya görüşü bakımından aynı zihniyetteki güçlerin birbiriyle itiş kakışı şeklinde de değerlendirilebilir.

Bir diğer taraftan Rusya... Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra tarih sahnesinden çekileceği, içe kapanacağı ve Amerika’ya biat etmekten başka bir çaresi kalmadığı düşünülen, hakikaten de sosyolojik ve iktisadî bakımdan dibe vurmuş bir memleketin Suriye’de yaşanan iç savaşa müdahil olmak suretiyle milletlerarası siyaset sahnesinde yeniden nasıl var olduğunu hep beraber izlemekteyiz; yalnız bir farkla, bu sefer Batı’dakine alternatif bir dünya görüşünün temsilcisi olarak değil, Batılı dünya görüşünün bir parçası olarak.

Eskiden olsa tefriklerden yola çıkarak bunları tasnif etmek ne kadar kolaydı değil mi? Maocu Çin, Komünist Rusya, liberal-demokrat ve sonra kapitalist Avrupa ile Amerika ve diğerleri…

Hafızamızı Tazeleyelim

Üstad Necib Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinin, Müslümanın hafızasını yeniden inşa etmek üzere ele aldığı tarih muhasebesinin, Doğu ve Batı Muhasebesi bölümüne dönelim.

  • “Birinci Dünya Harbi, oluşundaki sâikler bakımından, İkinci Dünya Harbine nisbetle âlet ve kemmiyette daha basit bir madde hareketi olmakla beraber, götürdüğü ve getirdiği kıymetler bakımından insanlık tarihinde ilk defa olarak müthiş bir vesile hâlinde, tıpkı fevkalâde insan kalabalıklarının lekeli hummayı doğurması gibi, Batının yüz seneden beri için için mayalaşan ruhî buhranını heykelleştiriverdi. Güzel sanatlardan başlayarak her sahada bozulan muvâzene ve nizâm, Batı buhranının Birinci Dünya Savaşiyle beraber peçesini düşürmesidir. İkinci, onun her sahada terakkisinden başka bir şey değildir ve tohum birincidedir.
  • Her ikisinde de dış sebebler bahane; iç sebeb ise, iç ve yeni bir nizâma hasret.
  • Bir taraftan komünizma ihtilâli, Batının içtimaî bünyesindeki binbir tezat ve çürüklüğü tesbit etmek bakımından müsbet, fakat buna devam getirmek bakımından de menfilerin menfisi bir tecrübe halinde, ruh ve nizam kargaşalığını, bütün ruhî kıymet ölçülerini yıkmak ve nizamların en maddî ve sun’îsine başvurmak yolunda, kurtuluş adına Batı münevverinin intiharını temsil ederken; öbür taraftan Faşizma ve Nazizma, yeni bir iman ve mefkûre bayrağı altında (Greko –Lâtin) medeniyetinin sulta ve salâhiyet hakkını yalnız mahdut topluluklara bağlayıcı bir nefsanîlik psikolocyasiyle batı buhranına çare bulacağını vehmetti.
  • Böylece Batının buhranı, artık devlet çapında dâhhameleşen (hipertrofi) tezatlar ve aykırılıklar yüzünden, açık bir ideolocya harbi olan İkinci Dünya Harbini doğurmaya kadar terakki edip, Batı adına ya tam ölüm veya tam şifa ile neticelenecek olan nihaî safhasına ayak bastı.
  • Batını kurtuluşu adına yine Batının iki menfî kutbu tarafından ayrı ayrı zaman ve mekânlarda tahrip ve tasfiye edilmek istenen ve batı buhranının hem illet, hem de deva arama zemini olan demokrasyalar, dünkü bünyelerideki maddî ve manevî yatalaklıktan yarının hakikî ruh ve madde ölçülerini ve insanlık nizâmını yine kendi içlerinden fışkırtmaya geçen bir hamleyle şahlanır şahlanmaz, Batı adamının en büyük nefs muhasebesine, (Greko – Lâtin) medeniyetinin aslî vârisleri tarafından el konulmuş oldu.
  • Fakat bu el koyuş hiçbir netice vermedi. Hürriyet cephesinin harbi kazanması, kendi iç bünyelerinin dünya çapında bir müşahede, muayene ve tedavisine yönelemedi. Batıyı bütün zaaf ve illetlerinden temizlemek ve bir inanış sistemine bağlanmak için kurulup devrilen sultacı rejimlere karşılık, meydana biri vâdettiği şifada yalancı ve öbürü belirttiği hastalıkta doğurucu (antikapitalist) ve (kapitalist) rejimler topluluğu, her ân birbirini yemeye memur iki dev gibi karşı karşıya kaldı. Zira Batı, makineyi ve âleti emrine vereceği ruhî nizam, ahlâk ve iman kutbundan mahrumdur.”

Dünyaya Sahnedekilerden Ümid Yok!

Dünya dün vehim bile olsa en azından birbirinden farklılı yahut en azından farklılık telâkki eden dünya görüşlerinden yeni bir nizâm beklerken, bugün hepsi temelde birbirinin aynı, kültür soslu psikolojik ayrılıklardan başka tefriki olmayan itiş kakıştan ne bekleyebilir ki? Ayrıca Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi birbirine perçinlenmiş taraflardan müteşekkil iki kutuplu bir dünya da yok, bugün çok kutuplu bir dünya var.

  • Çin, Amerikan donanması kadar, hatta ondan bile büyük bir donanma meydana getirmiş…
  • Rusya Ukrayna sınırına 150 binden fazla asker ve askerî araçla yığınak yapmış...
  • Çin, Yol ve Kuşak projesi kapsamında etki alanını genişletiyormuş…
  • Avrupa Birliği Rusya ve Çin’e yaptırımlar uygulamaktaymış…
  • Çin, Uzakdoğu’da yeni bir ticaret birliği üzerinden siyasî birlik meydana getirmeyi planlıyormuş…
  • Amerikan donanmasının bilmem kaçıncı filosu, dünyanın bilmem neresine doğru intikal hâlindeymiş…
  • Avrupa Birliği koltukları paylaşamıyormuş…

Bunlar elbette ki ehemmiyetsiz gelişmeler değil; fakat hadiseyi yalnız kimin ne kadar silâhı varmış, kimde kaç tane atom bombası varmış, kimin donanması ne kadarmış çerçevesinden ele almak bu kertede bizi hiç mi hiç alâkadar etmiyor. Tribün amigoluğu yapmak isteyenler satıhtan yüzmeye ve bu maddî kıyaslar üzerinden gündem şişirmeye, gün devirmeye devam edebilirler.

Sır Anadolu’da Gizli

Amerika ve Avrupa ile Çin, Amerika ve Avrupa ile Rusya, olur olmaz ya Rusya ile Çin arasında yaşanması muhtemel her gerilim, Türkiye için hem büyük fırsatlar sunmakta hem de büyük tehditler arz etmektedir. Böylesi gerilimlerde her iki yahut üç taraf daha sorun teşkil etmeden Türkiye’den kurtulmak da isteyebilir, şartların gelişimine göre Türkiye’ye sıra da gelmeyebilir.

Öyle sanıyoruz ki, bu sıcak ortamda sıra Türkiye’ye gelmeyecektir. Bu da Türkiye’nin bölgesel güç olmak yolunda önünü açarak onun global bir güç hâline gelmesine ve senelerdir dışarıdan gelecek tepkilerden çekinilerek bir türlü bitirilemeyen iç hesaplaşmanın tamamlanmasına ve hakiki bir oluşun başlangıcına vesile teşkil edecektir.

Tabiî tüm bunlardan ehemmiyetlisi, dünyada birbiriyle soğuk savaş hâlinde bulunan ve çatışması muhtemel güçlerin hepsinin ruh köklerinin tek bir kaynaktan beslendiğini ve bu köklerden gelen fikirlerin dünyaya yeni bir nizâm, yeni bir ahlâk ve yeni bir iman kutbu sunmak noktasında eline iki sefer fırsat geçmesine rağmen başarısız olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, Türkiye’nin tarihî misyonunun ehemmiyeti de ortaya çıkmış oluyor.

Bugün birbiriyle çatışan yahut anlaşan bütün büyük güçlerin aslında aynı ruh kutbunun farklı coğrafyaların yansıması olduğunu ve tüm bunlara alternatif olarak yalnız Türkiye’nin diğer bir kutbu temsil ettiğini söylesek hata etmeyiz sanıyoruz.

***

İşte, şimdi Türkiye ve dünya için yeni bir başlangıcın eşiğine gelmiş bulunuyoruz; İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, “İstikbâl İslâm’ındır!” demişti, değil mi?

Son sözü Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na bırakalım:

- “Putların ve salîbin binbir cümbüşü arkasından kendisini topyekûn HİLÂL’e teslim eden ve onun davasını bütün dünyaya şâmil bir aksiyon hâlinde güden aslî ve asil unsur kadrosu… Dünkü İmparatorluğa AKAN hâli, bugün ne olması gerektiği ile birlikte bütün bir muhasebesi içinde İDEOLOCYA Örgüsü mevcut bu mânâ, bugün ismi ANADOLUCULUK olan bir milliyetçilik ile görünmeyi beklemekte…”

Baran Dergisi 745.Sayı