Merkez üssü Kütahya’nın Simav ilçesinde meydana gelen 5.9 şiddetindeki depremden, milyon nüfusluk İstanbul ve diğer çevre illerdekiler gibi Eskişehir’de yaşamakta olan bizler de etkilendik. Deprem esnasında Allah’tan gafil olarak bir takım uğraşlar içerindeydik. İlk defa bir deprem hâdisesi yaşamanın verdiği telaşla elim-ayağım birbirine dolaştı. “Abdestli olarak ölmeyi” düşünerek hemen gidip abdest aldım. Hâdiseden bir hayli etkilenen arkadaşımsa bundan sonra namazlarını aksatmadan kılacağını söyleyerek yatsı namazını eda etti.
Depremin meydana geldiği demlerde içki masalarında eğlenen, bir takım pislik yuvalarında fuhuş yapan, milletten sömürdüğü parayı saymakla uğraşan, yaklaşan seçimlerde, sahibi ABD, AB ve bu maskenin ardındaki yahudinin menfaatleri için milleti nasıl kandıracağının hesabını yapanlar vesaire tarzında atraksiyonlar içerisinde bulunanların binaları yıkılsa gitti gürültüye.
Hülasa “sırasında felaketin bile Allah’ın rahmetine vesile olduğunu; çünkü ikaz edici bir mahiyet belirttiğini” bu yaşanan hâdiseler vesilesiyle bir kez daha gördük.
Günümüz insanlığının içinde bulunduğu, Allah’tan uzaklaşmanın her türlü vasıtasının kullanıldığı ve bu vasıtaların gün be gün artarak cemiyet semasını bir karabulut gibi kapladığı bu demlerde, insanlığa rahmetin vesilesi olarak, Allah’ın, biz insanlara felaketlerle ikazı ne güzel bir nimetidir. Tabiî anlayana!.. Paranın ve bir takım zümrevî kişilerin şahıslarında yine paranın putlaştırılıp, her iş ve verimin sadece onu elde etmeye çalışıldığı günümüz dünyasının iktisadî, içtimaî, idarî, ahlâkî, siyasî vesair her sahasındaki manzarası tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda bombardıman altında yerle bir olan şehirlere benziyor. Bu hâlin düzeltilmesi için hiçbir şey yapılmıyor ve yapmaya çalışanlarında yoluna Çin Seddi çekilmek isteniyor.
Bundan evvel Japonya’da ve daha sonrasında Amerika’da yaşanan tabiî âfetler, Allah’ın zalimleri kahretmesi ve bizlere de ilâhî ikazıdır. Öncesinde de belirttiğimiz gibi anlayana… Bu dışımızda cereyan eden hâdiselerde, günümüzde ülkemizin en habis hastalıklardan birisi olan “bana dokumayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışı hâkim… Yani onlarda oldu bizlerde olmadı hesabı güdülüyor. Tabiî bunu Amerika’ya veya başka kan emicilere “yardım edelim”, “vah vah ne yazık… İnsanlık yardıma muhtaç ve onlar için dua edelim ve gözlerimizi tüllendirelim” tarzında ipe-sapa gelmez şeyleri kastetmiyorum. Buradaki kasıt; bu hâdiseleri bizlerinde yaşayabileceğini (nitekim yaşıyoruz da), bunlardan ders çıkarıp, memuriyetimizin gerektirdiği şeyleri yapmamız gerektiğini ve ölümün herkese çok yakın olduğudur.
Ölüm… En korkunç kelime… Vakti saati geldiğinde herkesin yüzleşmek zorunda olduğu hakikat… Ölüm bahsini ikinci binin yenileyicisi İmam-ı Rabbânî Hazretlerinden dileyelim:
-“Her nefs ölümü tadacaktır. Bu bir emirdir. Öleceğiz… Ölümden kurtulmaya çare yoktur. Ömrünün saadet günleri uzun ve ameli fazla olan kimse, ölümle ancak iştiyakını dindirmiş olur. Ölüm, yalnız böyleleri içindir ki, dostun dosta kavuşması demektir. Dünya hayatını gurur matahlarından saymayınız! Eğer dünya matahının zerre değeri olsaydı, Allah onu dalâletteki kullarından esirgerdi. Ölümü düşününüz ve ölülerin suda boğulmuşlar gibi imdat beklediklerini unutmayınız! Bu imdadı akrabalarından ve dostlarından dua bekleyen, bütün gıdası bu duadan ibaret olan ölülerin hâlidir.”[1]
Asıl öyle bir felaket içerisindeyiz ki, bu felaketler de ne! Ülke baştanbaşa depremle yerle bir olsa, bütün dağlar yıkılıp şehirlerin üzerini kaplasa, heyelanlar, seller ve daha bütün badireler bir bir yaşansa yine bu içerisinde bulunduğumuz felakete denk düşmez. Bu felaket öyle bir hâle getirdi ki bizleri, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun benzetişiyle “adeta denizin ortasında tek başına, aç ve susuz mahsur kalan birisinin en sonunda dayanamayıp deniz suyunu içerek çıldırması ve hissizleşmesi” gibi bir hâl aldı. Evet, bu felaketin ismi “hissizlik ve ıstırapsızlık” hâli… Bütün kıymetlerden yoksunuz; ama hissedemiyor ve bu yoksunluğumuzun ıstırabını çekemiyoruz. Bu hâli azdırıcı, aleve benzin dökücü Yahudi kurgusu “ılımlı İslâm projesi” ve benzerleri de cabası…
Evvela yoksun olduğumuz şeyleri fark edelim ve bunun ıstırabını yaşamaya bakalım. Daha sonra ise gidip Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun kapısını çalalım ve hastalığımıza çare olan reçeteyi ve ilaçları alıp onu uygulamaya bakalım:
-“Mütefekkirin mektebi, hekimin eczahânesi gibidir; oraya zevk duymak için değil, kurtaran ıstırabı çekmek için gidilir. Birinin çıkık bir omuzu, ötekinin başında bir yarası mevcuttur; zevk onları iyi edebilir mi?
Kurtaran ıstırabı yüklenme deminden sonra, bellibaşlı mihrak şahsiyetler etrafında bunu onlara tercüme ettirmek; zemin, bütün dünya, zaman ise bilinen ‘düşünce tarihi’... Eczâhâneden kasıt Büyük Doğu ve hekim de Üstadım; eczâhâne sahibi ve hekim olma vasfımdan sonra, İslâm’a mutlak teslimiyet ve dünya irfân yemişine el atmak usûlü içinde, bu cebheleri, sözkonusu sahiblik ve vasıf çerçevesinde eserin gayesini temin eden yüklenilecek ve tercüman kılınacak malzeme yapmak...” [2]
Dipnotlar:
[1]: Necip Fazıl Kısakürek/ Mektûbat/  3. basım/ Sf: 163/ Cilt: 1, Mektup 89
[2]: Salih Mirzabeyoğlu/ Büyük Muzdaripler/ Takdim