Avrupa Aristo’yu Endülüs’lü âlimler sayesinde tanıdı ve bu sayede tabiatın dokunulabilir, değiştirilebilir, dönüştürülebilir olduğunu gördü. Akabinde, Aquinolu Thomas Aristotelesçilik’i Hristiyanlıkla mezcederek, yeni yeni şekillenmeye başlayan modern insan tipinin sözcüsü oldu. Lâkin, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz” hikmeti fehvasınca, yanlış önermelerden doğru hüküm çıkarma deliliğine soyunan; insan tabiatındaki alçalmanın müesseseleşmiş hâli; Sivilleşmiş toplum, Tanrı'yı kendi yarattığı âlemden dışladıktan sonra, kendisi Tanrı rolüne soyunup, kâinatı yeniden yaratma sevdasına düştü. Batı kendisiyle dışındaki kültürler arasına, medeniyet ile iptidailiği ayırdığı varsayılan zihnî bir duvar örmüştür. Asıl anlamıyla sivil sözcüğü, batının kendi dışındaki dünyayı yeniden şekillendirme politikalarını meşru kılan bir farklılığın göstergesidir. Batı düşüncesinde sivilleşmiş toplum, yaşama hakkına sahip tek toplum tipidir. Diğer toplumlar gelişmemiş, sivilleştirilmesi, medenileştirilmesi gereken toplumlardır. Batının kendi dışındaki dünyayı (ötekini) sömürge alanı, insanını da sırtından para kazanılacak hayvan sürüsü olarak görmesinin teorik temelini bu düşünce oluşturur. Yani hadise: Zamanı algılayıştaki radikal değişimle birlikte, Orta Çağ da kaynağını panrıda bulan düşüncenin yerini, laikleşme süreciyle birlikte; boşalan tahta kimin oturacağı düşüncesine terketmesi hadisesidir. Tanrıdan boşalan tahta, dinsel bir boyut kazandırılan Devlet/sivil toplum ikilisi birlikte yerleşecektir. 

“Kimde varsa ona daha çok verilecek ve o, bolluk içinde olacak; ama kimde yoksa kendisinde olan da elinden alınacak.” (Matta 25: 29) Bu öğretiyi yıllar önce okuduğumda, ”varlığı olana verirler fakat varlığını kendinden bildiğin andan itibaren elindekini bile alırlar” şeklinde yorumlamıştım. Ancak değişik kaynaklardan farklı yorumlar okuyunca gördüm ki, bu ve bu minvaldeki öğretiler, Katolikliğin tek tanrıcılığının çok tanrılı Antik Yunan Kültürü’yle kaynaşmasının şekillendirdiği Avrupa Bilinci’nin oluşumunda, büyük pay sahibi. Fakirden alıp zengine vermeyi idealize eden bu anlayış, ayrıcalıklı sınıflar toplumdan soyutlandıktan sonra, kendi insanında dışlanmışlık, itibar kaybı, toplumsal hiyerarşinin en altında kalmak şeklinde tezahür ederken; dünyada üç milyar insanın günde iki dolara, kitlesel kıtlık tehdidi altında yaşamaya çalışması; buna karşılık 1200 küsur dolar milyarderinin dünyanın geri kalanının elindekini tokatlama hakkını kendinde görmesi de, bu tezi doğrular mahiyettedir. Meselenin özü: zamanının maksatlılığına nispetle, sivilleşmiş toplumun tabiat ve adalet anlayışında görülen farklılıkla birlikte, insanın eşya ve hadiselere bakışı da radikal bir şekilde değişmiştir.

Küreselleşmeyle birlikte başarı belli ellerde toplanırken, kazanan her şeyi alır mantığı, modern medyanın da desteğiyle hız kazandı. Başarının belli kişilerde toplanması nisbetinde, kültürel ve ekonomik hayat da küreselleşmenin güdümü altına girdi. Topluma sirayet imkânı bulan zihni kategoriler, batı bilincinin ürettiği her şey doğrudur tarzı, inanmaya hazır hâle getirildiğimiz; hatta programlanmış olduklarımızdır.

Fiziki bir sisteme dair bir dizi parametreye sahipseniz, teorik olarak istikbâlde o sistemin nereye doğru evrileceğini yaklaşık olarak tahmin edebilirsiniz. Fakat bu durum sadece cansız varlıklar için geçerlidir. İş içtimaî meselelere gelince çuvallarız. Geleceğe yönelik projeksiyon yaparken önümüze çıkan bir diğer mesele de, işin insan vechesidir. Tabii insanı canlı, hür irade sahibi bir varlık olarak kabul ediyorsanız ya da sosyal gerçeklikleri fiziki nesneler gibi ele alıp anlatmaya çalışmıyorsanız.

Öte yandan, günümüzde geleceğe yönelik tahminde bulunmak işi, tam anlamıyla kurumsallaşmıştır. Tüm davranışlarınızın kestirilebilir, düzenlenebilir, yönlendirilebilir olduğu bir vasatta özgürlükten bahsedilemez, olsa olsa belli uyaranlara bilinen tepkileri veren robotlar söz konusudur. Özgür irade yanılsaması da en bariz misalini, seçim sisteminde buluyor olsa gerek. Her seçim dönemi sık sık tekrarlanan, “herkes özgür iradesiyle oyunu kullandı” ifadesi, baştan aşağı bir illüzyondan ibarettir. Zira iradenin devri mümkün değildir. Çünkü, olması gerekenle olan asla çakışmaz. Muhal farz; seçimle kurulacak dengenin, “ahali”nin tümünü eksiksiz temsil ettiği kabul edilse bile, seçilenin temsil görevini yerine getirdiği süre boyunca, seçenlerin denetimi altında kalması mümkün değildir. Bu durumda ve bu zaman zarfında seçilenin yapacağı tüm tasarrufların, temsil edilenlerin ilk iradesiyle çakıştığına kefalet edenin ne olduğu sorusu gündeme gelir ki; bunda da alâkalardan sile sile derinleşildiğinde, zorunlu olarak “kefalet zarureti“ ve “Bütün Fikrin Gerekliliği” kendini dayatır. İş nihayetinde gelir, “Mutlak Fikir’in Gerekliliği”ne dayanır. Esası itibariyle seçim: Yöneten ve yönetilenin karşılıklı sorumluluklarının temsili demeokrasiyle genel bir çözüme kavuşturulmasını temininden çok, yönetilenlerin kime oy verirlerse versinler, tek başına seçim sistemine ve seçilenlere onay vermesinin ötesinde, mevcut sisteme “rıza”larını gösteren ve sistemi meşrulaştıran bir mekanizmadır. Fransız Devrimi’nin hayâli standartlara göre ürettiği, hakikatle hiçbir ilişkisi olmayan özgürlük, eşitlik v.b. kavramlar; Avrupa dışındaki dünyanın her türlü hak, hukuk, ahlâk kavramından yoksun despotlarca yönetildiği iddiası ve bunun günümüzde devamı halinde, hâlâ özgür irade yanıltmacasına inanıyorsanız; tahminlere, toplum bilim ve ekonomik değerlendirmelere inanmamanız gerekir. Eğer ortada bir dalavere yoksa, insanların içtimai ve iktisadi konularda nasıl davranacağını kestiremezsiniz.

Neoklâsik ekonominin başvurduğu hile de budur: Hakiki addedilen zanlardan hareketle yürütülen mantığa göre, insanlar “ortak fayda”, “ortak çıkar”ları gereği rasyonel davranacaklar, bunun aksi davranışlar rasyonellikten uzak ve tutarsız olacaktır. İstenmeyen sonuçlara mahal vermemek için, sosyal ve ekonomik meseleler, neoklâsik ekonominin dayandığı rasyonalite, ihtimaliyat ve matematik ilişkisi içinde çözüm bulmalıdır. Aksi takdirde insan davranışlarını genele teşmil etme ve tahmin güçleşecektir. Bu da hesapları alt üst edeceğinden, sistem tarafından istenilen bir şey değildir.

Neoklâsik ekonomilerde rasyonellik, iradeye ipotek koyma fonksiyonu gören, kısır bir modelleme türüdür. Ekseriyeti “olamadıkları mânânın mâliki görünme” sevdasında, birbirini refere eden ekonomistler kullandıkları metodolojiyle, “doğruyu yanlışta kullanma” veya “yerinde doğruyu genelleştirerek yanlışa düşme şeklinde mihraksız tümevarımın zafiyetine düçardırlar.” İnsanların binbir sebeple maddi çıkarları dışında, insanî ya da başka saiklerle farklı davranacağını göz ardı ederler. Uzmanı oldukları esas konu: Entelektüel sahtekârlıklarını matematik kılıfına sokup yutturmak ya da uzmanı olmayanlara hiçbir şey söylemeyen karmaşık matematik modellere odaklanarak, meseleyi akademik tonda laf kalabalığına boğmaktan ibarettir.

Geleceğe projeksiyon yapan uzmanların kullandığı sistem, sıra dışı olanı göz ardı eden Gaussçu (çan eğrisi) modeldir. Gözlem ve deneye dayalı öğrenmenin tuzaklarla dolu zafiyetiyle malüldür. Dayandığı esas fikir, çoğu gözlemin vasatın ya da ortalamanın etrafında toplanacağı; ortalamadan uzaklaştıkça sapma ihtimalinin gitgide azalacağı fikridir. Oysa gerçek bunun tam zıddıdır: Merkezden ya da ortalamadan uzaklaştıkça olasılığın azalma hızında şiddetli bir artış görülür. Ufak bir hesap hatasının sonuç üzerinde büyük etkisi olacaktır.Küçük şeylerin büyük neticeler doğurabileceğinin son örneği de CERN deneyinde görüldü. Meğer kabloları yanlış bağlamışlar.

İnsanların salt maddi çıkarlarını kollamalarının ötesinde, çeşitli saiklerle farklı davranabileceğini göz ardı eden bu görüş neticesinde uzmanlar, “ekonomik optimizasyon” ve “maksimizasyon” kavramlarını sık kullanılır olmuştur. Bu kavramların dayandığı model de “çan eğrisi” modelidir. Optimizasyon, piyasalarda boy gösteren ekonomik aktörlerin, matematiksel olarak takip etmesi gereken optimal yöntemi bulmakla alâkalıdır. Yani, “hisse senetlerine ayıracağınız ya da dövize yatıracağınız vs. optimal tutar ne olmalıdır?” gibi. Kısır bir modelleme türüdür ve özü itibariyle, uzmanların parça parça hakikatlerden hareketle bilgilerini yarıştırdıkları güç oyununa; kendilerini ispat derdine düştükleri bir alana dönüşmüş durumdadır. Ne var ki akademisyenlerin, ben de senden az uz bilgili değilim ha! Vari, bu halleri; insanda, “bu kadar ciddiyet komik” intibaı uyandırmaktan öteye bir anlam ifade etmemektedir. Zira insanlar sizin tahminlerinizin dışında davranıyor ve bunun aksi yönde kararlar alıyorsa, “ekonomik optimizasyon” tam anlamıyla geçersiz hâle gelir. Artık bu fikirlerden hareketle “genel bir teori” oluşturamazsınız ve böyle bir teori olmadan da tahmin yürütemezsiniz.

Ne trajiktir ki, günümüzde “fikrin kaderini belirleyen geçerliliği değil, yaygınlığıdır.” Ellerine geçirdikleri avantajı ömür boyu bırakmak istemeyen, bilginin kendisiyle çıkarları arasında gidip gelen akademisyenler, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misâli, bir yandan davranışların yeniden düzenleneceği, yönlendirileceği “çekim havuzlarına” su taşırken; diğer yandan N.Nicolas Taleb’in sözcükleriyle “psikanalistlerin kendilerini eleştirenleri babalarıyla problemi olmakla itham ederek susturmaları” gibi, meçhule hürmet tavrı içinde tek başına doğru yolda yürüyeni, sürü mantığıyla hep beraber yanlış yolda yürümeye rıza göstermediği için, psikanalistlerinkine benzer ithamlarla susturmaktadırlar.

“Gaibi Allah bilir, bir de Allah’ın bildirdikleri.” Topluma yerleşmiş yanlış bir algı neticesi, gaibe dair bilgi vereni âlim zannederiz. Oysa gerçek âlim, gaibi bilemeyeceğini bilendir. “Hadiselerin farkındayız ama kuralları görmüyoruz.” Bu sebeple de “yarını bir başka dün gibi düşünme hastalığı”na düçarız. Oysa geçmiş ile gelecek arasındaki ilişki, mü’min feraseti gerektiren incelikli bir meseledir. İbda Mimarı’ndan ödünç aldığımız kelimelerle söylersek : ”Kaderimize değil, halimize şuurumuz olabilir; o da olduğumuz veya olabildiğimiz kadar. Her şeyde kuşanılması gereken bu şuur: Keyfiyetleri Allah’a havale ediniz” ölçüsünden de payımız olmadığı için, geçmişteki tahminlerimiz ve bunların sebep olduğu neticeler arasındaki farkı öngöremiyoruz.

Kendini bilmemenin yol açtığı bu körlüğün başka tezahürleri de var: Televizyonda yerli kabilelerle ilgili belgesellere meraklıysanız, mutlaka şahit olmuşsunuzdur; İptidaî insanların sömürgecilerle incik, boncuk, ayna v.b.şeyler karşılığı, altın ve gümüş takasına gülen insanlara rastlarsınız, bunlara bakıp eğlenen bu insanlar, onlara baktıkları şekilde kendilerine bakan başka insanlar olabileceği fikrini akıllarına getirmezler; şayet getirselerdi kendi hallerinin de dalga geçtikleri insanlardan pek farklı olmadığını görürlerdi.

İBDA DİYALEKTİĞİ’nin temel özelliklerinden birisi, belki de başlıcası: İnsana, doğru hükme varma becerisini sağlayan bilgiyi sunmasıdır. Bu beceri aynı zamanda farkındalığı, doğru hükmü ayırt etme yeteneğini de sağlar; yani, ” bilmeyi bilici duruma gelme” yeteneğini. Birincisinden mahrumiyet, ikincisinde de yetersizlik anlamına gelir. Yanlış önermelerden doğru hüküm çıkarma deliliğine soyunan Batı, “Yitik cennetin“ peşinde, aynaya baktıkça görüntüsüne dayanamayıp, şuurunun tırmandığı idrak seviyesinde kendini iptâl tutkusuna kapılırken; bizim ise hâlimize bile şuurumuz olmadığından; Maurıce Duverger’in nitelendirmesiyle, “Catoblépas’ın (kendi uzuvlarını yediğini farkedemeyecek kadar aptal masal hayvanı) Zenginliği”nin peşindeyiz.

Aylık Dergisi 90. Sayı