Dünyada olup bitmekte olan birçok şey var, fakat ben Fransa ve Küba’yla ilgili bir meseleyle başlamak istiyorum.

1981’de Fransız Komünist Partisi’nin işçi sınıfına ihanetiyle cumhurbaşkanı seçilmiş, gerçekte aşırı sağ görüşlü bir kişidir François Mitterrand.

Fransa tarihinde “siyasî mahpus” statüsü daima varolagelmiştir. Ne var ki Mitterrand, 1981 yılında –dönemin adalet bakanı- Siyonist Yahudi Robert Badinter’le el ele vererek çıkarttığı yeni bir kanunla, hem idam cezasını kaldırmış, ama hem de siyasî mahpus statüsüne son vermiştir. Bu kanun, mahpusların hayatlarının geçmişe göre daha da zorlaşmasına hizmet etmiştir sadece.

Şöyle ki, idam cezası Mitterrand kaldırmadan önce yalnızca çok vahim bazı suçlarda ve 18 ayda bir gibi çok nadir zamanlarda infaz edilen bir cezaydı zaten. Diğer idam cezaları ise cumhurbaşkanı tarafından otomatikman ömür boyu hapse çevriliyor, o kişi de 15-16 yıl sonra serbest kalıyordu.

Dediğim gibi, bir taraftan idam cezası kaldırılırken, diğer taraftan “siyasî mahpus” statüsü de kanunla kaldırılmıştır ki, bu da Siyonistlerin kazandığı bir zafer olmuştur aslında.

İşte bu kanunun çıktığı dönemde, genç bir –güya- sosyalist, sosyal demokrat çift vardır: François Hollande ve Ségolène Royal. Bu âşıklar hiçbir zaman evlenmemiş ve bu beraberlikten birkaç da piçleri olmuştur.

François Hollande şimdi cumhurbaşkanıdır ama siyasî kariyerinin sonuna gelmiştir artık, çünkü facia çapında bir cumhurbaşkanlığı yapmış, işi de bitmiştir.

İşte bu Hollande’ın sevgilisi ve eski cumhurbaşkanı adayı Ségolène Royal, Fidel Castro’nun vefatı münasebetiyle ve Fransa hükümetini temsil etmek üzere Küba’ya gönderildi geçtiğimiz günlerde.

Kadına, “Fransa’daki siyasî mahpusları” soruyor gazeteciler Küba’da. O da şu cevabı veriyor: “Ne siyasî mahpusu? Bana listesini verin o siyasî mahpusların!” Kimse de böyle bir liste veremiyor hâliyle, çünkü Fransa’da böyle bir “siyasî mahpus” statüsü yok uzun zamandır. Kadının söylediği, görünüşte haklı ve mantıklı yâni bu bakımdan. Fakat yine aynı kadının unuttuğu şey, Fransa tarihinde “siyasî mahpus” statüsünü ilk defa kaldıranların da bizzat kendileri olduğu. Ama tabiî, bana yaptıkları gibi “gizlice” siyasî mahpus statüsünde kabul ettikleri ve buna göre tüm diğer mahpuslara nazaran çok daha kötü bir “özel muameleye” tâbi tuttukları insanlar da var!..

Vurgulamak istediğim nokta, bu yozlaşmış politik sistemin ikiyüzlülüğüdür.

Ségolène Royal öyle çok kötü bir kişi de değildir ayrıca. Çünkü ondan çok daha kötüleri var Sosyalist Parti çevresinde. Ne var ki bu insanların zihniyetinin, inançlarının ve ideolojilerinin, “sosyalizm”le, Fransa’nın sağ kanattan sol kanada politik gelenekleriyle en ufak bir alâkası yoktur. Zira General de Gaulle’ü öldürmeye çalışmış insanlara bile –birkaçı idam cezası almış ve infaz edilmiş dahi olsa- sonuçta tanınmış bir statüydü siyasî mahpusluk! Harekete geçme saikleri “siyasî” idi çünkü.

Neyse… Diğer meseleler, elbette Suriye’de şu ân gerçekleşmekte olan şeyler hakkında da konuşabiliriz biraz…

Şurası bir gerçek ki, cihadçıların kıstırıldığı ve imha edileceği bir şehirdir artık Halep. Çoğu masum sivil olmak üzere, binlerce insanın katledildiği, tahrib edilmiş ve şartların çok zor olduğu bir yerdir bugün orası.

Unutmayınız ki, “İslâm Devleti” Halep’e girip orayı tahrib etmek gibi işlere teşebbüs etmemiştir. Fakat oraya, “İslâm Devleti” henüz ilân bile edilmeden önce, dışarıdan başka insanlar gelip yerleşmiştir. Her kesimden başka gençleri satın alıp kendi kuvvetlerine katmak üzere, çoğunlukla Suudî Arabistan, Birleşik Arab Emirlikleri, biraz da Kuveyt kaynaklı olarak yanlarında yüz milyonlarca dolar da getiren bu insanlar, ABD’nin koruması altında Ürdün ve Irak yoluyla muazzam miktarlarda silâh da temin etmişler, böylece bir karmaşa içerisine sokmuşlardır o bölgeyi.

Bunları söyleyerek Suriye rejiminin gaddarlığına mazeret tedarik etmeye çalışmıyorum. Neticede berbat bir rejimdir bu. Fakat unutmamalıyız ki, yine aynı Baasçı rejim, herkesin kendi dininin gereklerini yerine getirme hakkını savunmuştur. Küçük mezhebler dahil, tüm dinlere saygı göstermişlerdir. Bu da harika bir şeydir kuşkusuz. Aynı şekilde, tüm milliyetlere saygı da göstermişlerdir. İstisnâ olarak, 1930’larda Türkiye’den gelen ve Suriye’nin kuzeyindeki sınır bölgesinde yaşayan Kürt mülteciler bunun dışında kalmıştır ki, politik bir takım sebeblerle kendilerine vatandaşlık verilmeyen bu insanlar da şimdi kazanmıştır aynı hakları.

Yeri gelmişken, Suriye’de doğmalarına rağmen kendilerine uzun dönem Suriye vatandaşlığı verilmemiş bu insanlar, diğer herkes gibi askere giderdi Suriye’de. Bu da çok ilginç bir durumdu hakikaten.

Yine bu vesileyle bir bilgi daha paylaşayım: Baas Suriye’de iktidara gelmezden evvel bile, 1940’ların sonlarıyla 1950’lerin başlarında, Kürt kökenli iki devlet başkanı olmuştur Suriye’nin.
Gelmek istediğim nokta, baskıcı ve şiddet kullanan böyle bir rejimde, Baasçı böyle bir hükümette bile, her şeye rağmen belli bazı insan haklarının, tarihî hakların, siyasî hakların, etnik hakların mevcud bulunduğudur. Bunlar hakikat, evet, hakikattir.

Rejimi savunmuyorum burada, değişmesi gereken bir rejimdir sonuçta. Fakat bakınız neler olmuştur?

Suriye’de halk harekete geçtiğinde, Suriye’nin tarihî muhalefetinden isimler hapishânelerden serbest bırakılmıştı ve Suriye’deki hükümet sisteminde belli bazı iyileştirmeler yapılacaktı. Ne var ki İsrail ve ABD’nin emriyle Suudî Arabistan tarafından bölgeye gönderilen “neo-vahhabîlerin” müdahalesi, işleri bu noktaya getirdi.

Oraya savaşmaya gelenlerin ajan olduğunu falan söylemiyorum. Hayır. Çoğunlukla, Müslümanlar arasında “neo-vahhabîler” gibi azınlık bir takım mezheblere mensub bu insanlardan, hakikaten inanan bu insanlardan korkuyordu Suudî Arabistan’da iktidarda olan İsrail yanlısı münafıklar. Bu insanlardan kurtulmanın en iyi yolu da, onları buralara gönderip ölmelerini sağlamaktı. Yanlarında bazı İsrail, ABD ve Suudî ajanları da vardı kuşkusuz. Sonuç olarak, berbat bir durum yaşıyoruz ve işler iyiye gitmiyor orada.

Bu arada, 1950’lerden beri o bölgede olan Ruslar da müdahale etmek zorunda kaldılar duruma, çünkü savunmaları gereken stratejik çıkarları vardı. İç politikaya asla karışmamış olmalarına rağmen, bu yüzden müdahale etmek zorunda kaldılar Suriye’ye.

Fundamentalist Şii bir rejime sahib İranlı Şiilere gelince; bunlar da aslında Suriyeli Alevîleri –bizzat biliyorum- “İslâm düşmanı… İslâm dışı…” görmelerine ve gerçekte dinen desteklememelerine rağmen, Suriye devletini destekliyorlar bugün. Niçin? Çünkü onların da jeostratejik çıkarları var bölgede.

Benim Suriye ve Lübnan’daki yoldaşlarım bile –bazıları Suriye hükümetini hiçbir zaman desteklememiş olmalarına rağmen- Suriye safında savaşıyorlardı. Çünkü Suriye’ye müdahale eden düşman, Suriye halkının, Suriye halklarının, oradaki tüm kavimlerin, hattâ orada yaşayan Yahudilerin bile düşmanıydı da ondan. Suriye’de yaşayan o Yahudiler dahi, askere gitmek ve İsrail tarafından ajan olarak devşirilmemek için sıkı takib altında bulunmak dışında, diğer herkesin sahib olduğu haklara sahibti.

Evet, mutlaka değişmesi gereken bu gaddar rejim bugün hâlâ ayaktaysa, bu durum sadece -Suudî Arabistan, ABD, İsrail başta olmak üzere- düşman müdahalesi yüzündendir.
Bu vesileyle, Gönüldaş Erdoğan’a hitaben de bir şeyler söylemek isterim:

Kendisine “gönüldaş” diye hitab ediyorum, çünkü iyi taraftadır kendisi. Ne var ki, hatalar yapıyor. Bölge ülkelerinin sınırlarını değiştirmek gerçekçi değildir bugün. Tamam, haritayı önünüze aldığınızda Suriye, Irak ve Türkiye arasında gördüğünüz sınırlar gerçekten “sun’i” sınırlardır. Fakat bu duruma müdahale etmek şu gün doğru değildir, yanlıştır.

Bana sorarsanız şayet, Türkiye’ye huzur getirmeye bakmalıdır Gönüldaş Erdoğan ve Türkiye’de yaşayan herkesin, Müslüman olmayanların, Alevilerin,  Hristiyanların, Ermenilerin, Rumların, hepsinin haklarını tanımalıdır. Bunlar devletin güvenliği için, iktidardaki hükümet için bir tehlike teşkil ediyor değillerdir. Tam tersine, bu hakları vermek, hükümeti güçlendirecektir sadece.

Unutmayınız ki, Kürtler çoğunlukla Müslüman, hem de iyi Müslüman, ekseriyetle Sünni Müslümanlardır ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a oy vermişlerdir öncelikle.

Umarım kendisine kötü tavsiyelerde bulunulmuyordur ama korkarım Gülenci müdahale henüz tamamen bertaraf edilememiştir. Zira hepsi açığa çıkarılamamış olup, bir kısmı hem iktidar partisinde hem de cumhurbaşkanının yakınında gizlice yuvalanmış vaziyettedirler.

Bu yanlışlarını düzeltmelidir Gönüldaş Erdoğan, çünkü Amerikalılarla, İsraillilerle, Bağdad’daki ajan rejimle birlikte bu oyuna dahil olmanın zamanı değildir.

Aynı şekilde, İran’a karşı savaşa girmekte de hiçbir çıkarı yoktur Türkiye’nin. Zira, o bölgede İran’a karşı savaşa giren herkes, kaybetmeye mahkûmdur. Türkiye için de geçerlidir bu durum. İranlılar da belki tahribat ve ölümler yaşayacaktır ama hep ayakta kalacaktır İran rejimi.

Bitirirken; Suudî Arabistan başta olmak üzere, İsrail’in dostları tarafından provoke edilmiş çok zor bir durum, çok büyük bir karmaşa içerisindeyiz hepimiz. Türkiye’nin de bu noktada oynaması gereken tarihî bir rolü bulunmaktadır. Aynen değil elbette, ancak Türklerin dünyanın tüm o bölgesine hâkim oldukları devre, Fas’tan Çin’e dünyanın en güçlü imparatorluğuna sahib oldukları ama Müslüman olmasalar da tüm kavimlere haklarını verdikleri ve saygı gösterdikleri döneme, herkesin İstanbul’daki Halife’ye boyun eğdiği öyle bir çağa geri dönmenin bir yolunu bulmalıyız mutlaka.

Şayet Gönüldaş Erdoğan bahsettiğim tuzaklara düşmezse, eskisinin aynı bir halifelik veya sultanlık değil ama, Türkiye dünyanın o bölgesinin askerî, siyasî ve ideolojik esas gücü olacaktır yeniden. İnşallah böyle olur. Yoksa, Türkiye’nin kapısında bir iç savaş riski beklemektedir ve bu da patladığında başka hiçbir şeye benzemeyecektir. Ordu bölünecek ve geçmişte Irak’ta, şimdi Suriye’de gördüklerimizden çok daha kötüsü bekleyecektir bizi.

Her ne olursa olsun, adaletin ve hakiki Müslümanların hâkimiyetini kabul eden tüm dinlerden inananların zaferi için dua edelim.
Allahü Ekber.
 
4 Aralık 2016

Baran Dergisi 517. Sayı