İçinde bulunduğumuz dönemi büyük zuhur için elverişli görüyoruz. Gözümüzde, İslâm inkılâbı için zemin müsait. Öte yandan hâlâ her şey yerinde sayıyormuş gibi görünen bir yetersizlik ve tutarsızlık manzarası da ayan beyan ortada. İçerde İslâm inkılâbını kotaracak kadronun mevcut olmaması ve inkılâb ideolojisinin bağlılarının çapsızlığı yüzünden işler hâlâ yanlış ve/veya ehil olmayan kişiler eliyle hallediliyor. Bu da istenen neticeyi geciktiriyor. Karşımızda ise suyun akışını geriye döndürme umudu taşıyan ve bu taraftaki eksiklikten dolayı aksak giden işleri sabote etmeye çalışarak zafer uman düşman ve işbirlikçileri duruyor.

İnkılâb ideolojisi dediğim İbda fikriyatının bağlıları… Çoğunluk hâlinde, hükümetin yeterince cesur olmadığı ve/veya Büyük Doğu-İbda ideolojisini tatbik etmediği için işlerin aksak yürüdüğünü iddia etmekteler. İbda bağlılarındaki fikrî yetersizliğin de ifadesi olduğunu düşündüren bu iddiayı eksen alarak hâlihazırdaki gidişin anlamını ve istikametini anlamak maksadıyla tamamen şahsi düşüncemi ortaya koymak isterim.

Türkiye’de bazı şeyleri değiştirmek için dış dünya şartlarını gözetmenin zarurî olduğu açıktır. Nam-ı diğer Coronavirüs salgınıyla dünya düzeninde kolay fark edilemeyen bir alt üst oluş yaşanmakta. Dehasını dünyanın gözü önünde ispat etmiş olan Erdoğan, bu salgın hengamesinde tabiri caizse aniden çıtayı yükselterek, Türkiye’yi Libya’dan Azerbaycan’a kadar yaymış ve esaretimizin sembolü olan Ayasofya’nın zincirlerini kırıvermiştir. Bir asır önce Osmanlı’yı darmadağın etmiş olan emperyalistlerin müdahale edemediği bu hadiseler göstermektedir ki, yeniden dizayn edilmek istenen Türkiye, emperyalist kuşatmayı yarmaktadır. Hatta yepyeni bir rejim inşasının işaretleri görülmektedir.

Bize gelince; bugüne kadar bu şahane ideoloji şemsiyesi altında herhangi bir dünya meselesini hall ü fasletmeyi becermiş İbda bağlıları sayıca çok az iken, devleti dönüştürme ve yönetme ameliyesine talip yahut namzet olan bu insanların, hükümeti İbda’nın tatbikine davet etmeleri abesle iştigaldir. Alttan toplumsal baskı oluşturarak hükümetin hızına ivme kazandırmaya yarayan; ama “Peki nasıl yapalım?” denildiğinde topu Büyük Doğu-İbda külliyatına atma ucuzculuğunu gösteren biz İbda bağlıları, İbda Mimarı’nın bağışladığı sermayeyi yatırıma dönüştürememek ve kazanç istihsal edememekle malûl durumdayız. Örnek olarak Abdullah Kiracı gönüldaşımızın “altına dayalı kaime” teklifi gibi, dinamik ve pratik bir teklife rastlamış değiliz. Devlet Bahçeli’nin “Divân-ı Âlî” teklifi bile çoğu İbda bağlısı tarafından fark edilemedi. Ayasofya’yı açan hükümetin bakanı Hulusi Akar’ın, İbda Mimarı’nın mezarını ziyaret ettiği asparagasıyla, zaten bu davaya ait olan zaferin bir köşesine etiket yapıştırmayı marifet sanma garabetine düşmüş olanlar, en başta İbda bağlılığının kendi zannımızdan ibaret olamayacağını ve kim bilir kimlerin hangi sahici cehdle davanın muradının tahakkukuna çabaladığını anlamaya mecburdur. İbda Mimarı bizzat bütün cephelerin ve bağlılarının verimlerinin bizzat sahibidir, hem de her kimde her ne müsbet varsa kâmilen sahibidir. Kendinden vehmeden İbda’dan olamaz. Bizzat dava sahibinin ücret istemeden ve beklemeden “alın kullanın” diye teklif ettiği eserinin mirasçılığını hak edememe ızdırabı dururken, hak etmediği bir sahiplik edasıyla ve ukalalığıyla, iş bitiren ve bize zafer tattıran insanlara akılları sıra alacaklı gibi davranıp iş öğretmeye kalkışılması, muhataplarımız nazarında sırtta kambur görüntüsü vermemize sebep olabilir. “Su akarken destini doldur.” sözünün hilâfına, su akarken seyirci olup tamamen hadisenin dışında kalmak ve dışlanmaya zemin hazırlamak riski de beraberindedir. Ahmakça bir teslimiyetçilikten bahsetmediğimiz, şuurlu ve planlı hareket, tenkid ve destekten bahsettiğimiz açıktır. Tabiî ki Büyük Doğu-İbda’yı adres göstermek gerekir ki, bu sayede belki bizden daha anlayışlı insanların fikirle irtibatına vesile oluruz da onlar eliyle kurtuluşumuza yürürüz.

Şartların hızı ve şaşırtıcılığı karşısında acil bir kadronun yetiştirilmesi yahut bizim kısa zamanda yetkin adamlara dönüşmemiz ihtimali düşünülecek şeyler değildir. İş bizzat devletin başkanına, ona omuz vermiş MHP’ye ve devlet işlerini yürüten bürokrasiye kalıyor. Bilindiği gibi Sovyetler Birliği bizzat komünist rejimin güdücüleri tarafından yıkılmıştı. Muhakkak ki başka sebepler de etki etti ama komünist rejimi yaşatmak için çabalamanın boşa olduğunu görerek pes ettiler. Bizzat devlet eliyle rejim değişikliğine gidildi. Demokrasi ve liberalizme kucak açan Rusya Federasyonu, 10 yıllık bocalamanın ardından kendi ahlâk ve geleneklerine uygun şekilde modern çarlık diyebileceğimiz bir rejim kurup başına Putin’i getirdi. Bu da bizzat devlet eliyle oldu. Şimdilik demokrasi maskesi arkasına saklanan bu rejim tam mânâsıyla ruh ve şekil uyuşmasına gidene kadar böyle devam edecek besbelli. Buradan alınacak ders şudur ki; devlet organizmasının organlarını oluşturan bürokrasi denen yapı yahut sınıf, kendi kararıyla bu rejim değişikliğini gerçekleştirmiştir.

Şüphesiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu da benzer şekildedir. II. Mahmut döneminde mayalanan ve Tanzimat döneminde güçlenen Osmanlı bürokrasisi 1908 yılında II. Abdülhamid’i Meşrutiyet’in ilanına zorlayarak rejimi değiştirmiş, Kurtuluş Savaşı’na önderlik etmiş ve cumhuriyeti kurmuştur. Tek parti yönetimi de yine bu bürokrasinin eseridir. Asker ve sivil olarak tamamıyla Osmanlı bürokratı olan bu insanlar, yeni kurdukları rejimi de bürokratik vesayete tâbi hâle getirmiştir. 1950’de bu vesayete karşı çıkan Anadolu insanının 10 yıllık kısmî iktidarı da yine bürokrasinin darbesiyle sona ermiştir. Batı’nın dayatması olan demokrasiye mecburen katlanan bu kesim, seçimle her kim gelirse gelsin iktidarı kaybetmemek için Anayasa Mahkemesi, MGK, Danıştay, Sayıştay gibi anayasal kurumlar ihdas ederek vesayet yahut derin devletin meşru paravanlarını kurdular. Diğer taraftan kozmopolit-dönme sermayedar kesimin durumu, rejimin kuruluşundan beri o kesimin bürokratlarla anlaşması gereği hiç değişmeden devam etti. Ama Batı’nın artık ne olursa olsun bu vesayet rejimini ortadan kaldırmak istemesi ve buna bağlı olarak Ergenekon Operasyonu adı altında gayet sert şekilde taarruzu, Tanzimat’tan beri hakimiyeti silsile halinde devam eden ve kısa aralıklarla sekteye uğrayan bürokrasinin neredeyse yapay bir devrimle yok edilmesine yol açacaktı. Tabiî ki “paralel devlet” diye tarif edilmiş olan yedek kadronun varlığıyla bu mümkündü, aksi halde mevcut yapının kendilerine göre ıslahıyla uğraşacaklardı.

Paralel devlet FETÖ’nün Başkan Erdoğan tarafından dışlanmasıyla beraber FETÖ’den ağır darbe yemiş eski yapı mensupları ipten dönmüş olsa da, heybeti yerle bir olmuş, sırtını yasladığı Batı desteğinden mahrum kalarak yalnızlaşmış, 15 Temmuz’da Müslüman halkın savaş iradesini görerek acizleşmiş durumdadır. Bu halin o kesimi nefs muhasebesine sevk etmesi muhakkaktır. Eski efendisiyle düşman olmuş, efendilik tasladığı kesimin gücünü görmüş, kendine yeniden kimlik ve istikamet tayin etmeye mahkûm olmuş bürokrasi, kader tarafından kahramanlıkla hainlik arasında tercih yapmaya itilmiştir. Kemalizm’le devam etmekten vazgeçen Batı’nın, neo-liberalizme yelken açtığı 70’li yıllardan beri “ılımlı İslam” adıyla ürettiği yapay düşünceyi yerleştirmeye çalışması yüzünden yaşanan iç çatışmaların bütün kesimlere öğrettiği şu oldu: Her ne düşünceye bağlı olursa olsun herkes emperyalist kuşatmanın farkına vardı. En çok da devletin belkemiği olan ve Batıyla uyuşma içinde yaşamaya alışmış sivil ve askeri bürokrasi bu tehlikenin farkına vardı. 2014 yılında “Adalet Mutlak’a” konferansında “solcu”, “milliyetçi” vs. bütün kesimleri yeni dünya düzenini nasıl kuracaklarını konuşmaya davet eden İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, belki de bu kesimleri inkılâb ideolojisi temelinde ittifaka davet ediyordu. Aksiyona fidelik etmeyen fikre değer vermediğini bildiğimiz İbda Mimarı’nın bu davetle inkılâb peşinde koştuğu ve bağlılarına da adres gösterdiği anlaşılmaktadır.

Bir kısmı Batıya itaatten taviz vermese de ciddi bir kısmının tehlikenin farkına vararak Erdoğan’la yakınlaşmış olduğunu gördüğümüz bürokrasi, İslamîleşme diyebileceğimiz bir yöne adım atmış bulunuyor. 15 Temmuz kalkışmasında halkın gösterdiği cesaret kadar, askeri bürokrasinin önemli bir kesiminin de FETÖ karşısında yer aldığı unutulmamalıdır. Her ne kadar paslı çivi gibi hâlen sökülmemiş eski alışkanlıklar devam etse de, özellikle 15 Temmuz zaferinin rüzgarıyla ve bürokrasi açısından makul görülen MHP’nin dahil olmasıyla Erdoğan liderliğinde yeni bir dönem başlamış oldu. En kaba tabirle “bağımsızlık mücadelesi”diyebileceğimiz bu dönem, Erdoğan liderliğinde Müslüman halk, MHP ve askeri ve sivil bürokrasinin önemli bir kesiminin ittifakıyla yürümektedir. Halkta karşılığı olmasa da bürokraside etkinliği bulunan Ulusalcılık, Avrasyacılık gibi düşüncelerin mensupları belki başka ajandalarla Türkiye’yi başka yörüngelere döndürme niyetleri peşinde olsalar bile bunun umumileşme imkânı yok. Üstelik yekûn içinde uzlaşmaya gidip faydalı olmaları da mümkün. Türkiye’nin kendi silahlarını yapmaya davranması, sınır dışına çıkıp askeri operasyonlara başlaması, Libya’da veraset savaşında bilfiil taraf olup galip gelmesi, Akdeniz’de Yunanistan üzerinden küçük düşürdüğü Fransa’yı Karabağ’da Ermeniler üzerinden mağlup etmesi ve emperyalistlerin şaşkın bakışları arasında Ayasofya’nın açılması bu ittifakın eseridir diyebiliriz. Peki hepsinin ortak kararı mıdır dersek, bunu bilemem ama Erdoğan’ın yanı sıra MHP’nin iradesi ve diğerlerinin en azından rızasının olduğu kesindir.

Kazanılan zaferlerle beraber motivasyon ve hızın artacağı muhakkaktır ama, Erdoğan’ın üstün siyaseti ve şahsi karizması merkezinde toplanan bu ittifak, ancak devletin istikbaline istikamet verecek sağlam bir dünya görüşüne bağlanarak devamlı hâle getirilebilir. Batı hegemonyasından kurtulma çabasıyla beraber kendi dünyamızın inşasının bir arada düşünülmesi şarttır. Tâ 1990 yılında İbda Mimarı tarafından “Şartlar Türkiye’yi tarihi misyonunu ifa etmeye zorluyor!” diye beyan edilen hakikat nihayet hepsinin kafasına dank etti. Bu tarihi misyonun Osmanlı gibi emperyal olmak ve yine dünya hakimiyetine oynamak zarureti olduğu açıktır. Emperyalistlerin büyük emellerinin ve korkularının merkezi olmuş Anadolu, Batıyla iyi geçinerek ayakta kalamaz. Batıyla iyi geçinmek için aşağılanmaya razı olmayı ve kimliğini kaybetmekten başka yol olmadığını, üstelik böyle olduğunda bile mevcut uşakların daha aşağılık başka bir köleye satılma riskiyle karşı karşıya olduğunu herkes yaşayarak gördü. Bu şartlar altında sırf bağımsız kalabilmek için bile Müslüman halkla barışmak zorunda olan devlet bürokrasisi, cumhuriyetin kuruluşunda karşısına aldığı bu milletle barışmaya mahkûmdur. Bu saatten sonra Batı’nın insafına sığınmalarının mümkün olmadığı açıkken, başka bir tavır sergilemeleri çok zor olsa gerek.

Kendilerini İslamcı olarak takdim eden her türlü bozuk itikad sahipleri ve din yobazları yüzünden kimi insanların dine karşı duyduğu ürküntü, bürokraside çok daha ağır basmaktaydı. İbda Mimarı’nın nezih fikir ve mücadele hayatı sayesinde bu kesimdeki ürküntünün azalmış olduğu kuvvetle muhtemeldir. Özellikle askeri bürokrasi ve istihbarat gibi kesimler nazarında İbda Mimarı’nın saygı duyulan bir isim hale geldiğini ve BD-İbda fikriyatı sayesinde İslamî bir nizam kurma fikrine sıcak baktıklarını -en azından eskisi gibi düşman olmadıklarını- öngörebiliriz. Dünya ve zaman şartlarının kendilerini mahkûm ettiği İslam’la barışma zarureti karşısında son derece basit bir tasnifle bile İbda’nın, çocukken büyüklerinden dinlemiş oldukları temiz İslam itikadıyla mutabakatını ve Türk gelenekleriyle ülfetini fark etmeleri kaçınılmazdır. Bu ideolojinin üstün diyalektiği, sistem örgüsü ve devlet ve nizam projesi karşısında devlet bürokrasisinde toptan red tavrı görülmesinden ziyade ciddi derecede kuvvetli bir taraftarlık zuhur edebilir. Hem zaruri olarak buna yöneliş, hem de Müslüman halkın devleti taşıyacak ağırlık merkezi olarak kendini dayatmış olması karşısında bürokrasi bu seçimi yapmaya mahkûmdur.

İbda Mimarı’nın zindandan çıktığı saatlerde söylediği “Benim de devletsiz yapamayacağımı bilmeleri gerekirdi.” sözünün muhatabı bürokrasiden başka kim olabilir? İbda Mimarı “Af, affedenlerin de affını getiren bir hadisedir.” sözüyle de, rejim değişikliği yoluyla toptan devlet ve millet barışının sağlanacağına işaret etmiş de olabilir. Kurulduğundan beri Müslüman Anadolu halkına zulüm aracı olarak kullanılan devlet bürokrasisi, halkın inancıyla uyuşarak kendini de affettirmiş olur ki, elde tuttukları makamlara kanlı hesaplaşma korkusuyla hâlâ eski kafayla sahip çıkmaya çalışanların da bu tarafa yönelmesi söz konusu olur. Hak ettikleri sürece makamlarında da kalırlar. Önemli olan devletin devamı diyerek vazifelerini ifayı sürdürebilirler. Nitekim Mekke fethedildiğinde yeni iman etmiş olan eski Kureyş reisleri yerlerini kaybetmedi.

Ülkemizin dış şartlar açısından bütünlüğünü kaybetmeden rejim değişikliği yapması ayrı bir zarurettir. İnkılâb ideolojisi mensupları için de bu en başta gelen zaruretlerden sayılabilir. Devlet mekanizmasının işleyişinde esas yere ve tecrübeye de sahip olan bürokrasinin kısa zamanda yepyeni bir kadroyla değiştirilmesi mümkün olmadığı gibi, mevcut kadronun zihniyet değiştirerek yoluna devamı, inkılâbın az zahmetle gerçekleşmesini sağlayabilir. O halde kendini dayatmakta olan İslamî bir rejime geçiş ameliyesinde mevcut bürokrasinin de ittifakı aranmalıdır. Bu durumda ortaya bir tür yeni devlet aklı ve kurucu kadro çıkmış olur. Bunun oluşmasıyla, Erdoğan gibi bir liderin olmaması durumunda işlerin karışması riski ortadan kalkar. Devlet, derin vesayet mekanizmalarına ihtiyaç duymadan, adını resmen koyduğu ve uygulamaya başladığı rejim üzerinden hayatiyetini ve devamlılığını sağlar.

MHP, fikir ve aksiyon planında böyle bir geçiş hadisesinde çok önemli rol oynayabilir. Bir kere eskiden beri MHP ve devlet bürokrasisinin belli kesimleri arasında kan uyuşması mevcuttu. AK Parti kadrolarında ise böyle bir nosyon oluşmadı. Milli Görüş dönemlerinden beri bu kesimde daima bir muğlaklık ve yabancılık kaldı. MHP kadrolarının daha gözü pek olması karşısında Erdoğan’ın partisi pasif ve uzlaşmacı kaldı. Üstad’ın Büyük Doğu ideolojisine son derece soğuk olan ve yerine de bir şey teklif edemeyen, nihayet gele gele “Erdoğan ölürse ne yaparız” diyerek çapsızlıklarını ilan eden Milli Görüş eskilerine kıyasla MHP Büyük Doğu’ya daima sıcak olmuş ve Üstad tarafından aşısı yapılmış bir bünye olarak Müslüman halk ve devlet arasında inşa edilecek barışın ve müstakbel inkılâbın mimarları arasında olmaya en kuvvetli adaydır.

Bunlar, düşünce ve tekliflerim olup sadece beni bağlar. Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisi, tarihî misyon olarak inkâr ettiği dedesinin elini öpmeye mahkûmdur. Gelişen hadiseler de tamamen olmasa da o yönde gidişi göstermektedir. Bürokrasinin, git gide daha da hızlanacağı görülen bu rüzgârı karşısına alma ihtimali en kötü senaryo olsa gerek. Bu durumda ülke içinde çatışma kaçınılmaz olur.