İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan sömürgeci hegemonik mantık, gerek siyasi, gerek coğrafi ve gerekse iktisadi yapısı bakımından halen daha yürürlüktedir.

Bununla beraber dikkatlice bakarsak, savaş sonrası dünyanın aldığı genel biçimde iki temel siyasi ve iktisadi değişim göze çarpacaktır;

İlki, Yalta Konferansıyla sömürge hegomanyası İngiltere’den Amerika’ya geçerken kolonizasyon sömürgeciliğinin biçim değiştirmesi ve bu değişimin dünya yönetim stratejilerinde farklılıklara sebep olması…

İkincisi de, dünya savaşları tecrübesi ve kapitalizmin geçirdiği yapısal değişikliklerin iyice müşahhaslaştığı Bretton Woods Anlaşmasıyla beraber, emperyalist tecrübesi olmayan Amerika’nın doğrudan sömürgecilik yerine dolaylı sömürgeciliği tercih etmesi…

Amerikan yayılmacılığının doğrudan hedefi; sömürge - koloni sahibi olmak yerine Keynesyen taktikle şirketler eliyle ülkeleri ekonomik, sosyal ve kültürel bağımlılık altına almaktır.

Derler ki, “Keynes, Martin Luther’in Hristiyanlık için oynadığı rolü Kapitalizm için oynayarak ‘tam çökecekken Hıristiyanlığın imdadına yetişen’ Luther gibi Kapitalizmi bunalımdan kurtarak ömrünü uzatmıştır”

Bu emperyalist vizyonun temeli şüphesiz 1918 Wilson Prensipleri’nin Açık Kapı Siyasetiyle atılmıştır;

Denizlerin özgürlüğü, serbest ticaret, korumacılığın sonra ermesi, silah gücünün azaltılması, ulusların kaderlerini tayin hakkı - self determinasyon; klasik sömürgeciliğin tedricen kaldırılması...

Yeni sömürgeciliğin en önemli özelliği, devleti esas aktör olmaktan çıkartması ve devlet aklı yerine şirket aklını dünyanın yeni hegemonik gücü olarak ikame etmiş olmasıdır.

Bunun sonucu olarak devlet artık düşman ve açık hedef olmaktan çıkmış, şirketlerin arkasına gizlenmiştir.

Batı bloku içinde rakipsiz kalan Amerika, Sovyetler Birliği ve Sosyalist bloka karşı üçüncü dünya ülkelerini kendi saflarına çekerken, Kuşatma Liberalizmi Stratejisiyle Komünizm’in yayılmasını durdurmuş ve üçüncü dünya ülkelerini şirketlerinin pazarı haline getirmiştir.

Bunu yaparken önce müesses kurumlarını oluşturmuştur; Uluslararası Para Fonu – İMF, Dünya Bankası – WB, Genel Gümrük Tarifeleri Anlaşması GATT ve Birleşmiş Mlletler – BM

Ve onun çerçevesinde oluşturulan kalekollar; NATO, UNESCO, CENTO vs…

Peki bu yeni koloni sonrası Sömürgeci Şirketler Sistemi Türkiye’de nasıl işliyor;

Ağır sanayi ve üretim riskini göze almadan, küresel şirketlerin distribütörlüğünü yaparak faizci - tefeci gibi çalışan bankalarıyla TÜSİAD’ı, Türkiye’deki operasyonların oyuncusu olarak yerli yerine koyarsak sadece ülkemizdeki kurulu tezgahı anlamamız kolaylaşmayacak aynı zamanda devleti düşman olmaktan çıkarıp yeni sömürgecilik tarzının şirketler eliyle devam ettirildiği yeni sistemin çözümlenmesi de kolaylaşacaktır.

TÜSİAD’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Faiz Sebep, Enflasyon Netice…” dedikçe, “İktidar genel kabul görmüş iktisat kurallarına dönmelidir…” diyerek Türkiye’nin faiz bataklığında ömür ve para kaybetmesinde ısrarcı olması, yeni emperyalist modelin şirketler eliyle devam ettirilmesinin bir göstergesidir.

Çok uluslu şirketlerin Türkiye temsilcilerinin TÜSİAD üyesi olduklarını ve bankacılık, finans, gıda, perakende, enerji, otomotiv, yapı malzemeleri gibi sektörlerde satış ve dağıtım gücünü elinde bulundurduklarını göz önüne getirebilirsek, Türkiye’nin yeni ekonomik modeli ‘Yatırım, Üretim, İstihdam ve İhracat Odaklı Büyüme Stratejisinin’ önündeki zorlukları da kavramış oluruz.

Günün sonunda küresel sermayeye bağlı holdinglerin iktidar üzerindeki baskı mekanizması olarak kullanılan TÜSİAD’ın Türkiye’de ekonomiyi ve ekonomik krizi nasıl sevk ve idare ettiğini de görebiliriz.

‘Yerli değil montaj, orijinal değil yan sanayi, alın teri değil faiz…’ manifestiyle iş yapan TÜSİAD kısacası emperyalist ve koloni sonrası emperyalist ekonomik modelin Türkiye koludur.

Şu sorular üzerinde biraz düşünelim isterim;

Beş sene öncesine kadar savunma sanayisinde yüzde 85 dışa bağımlı olan Türkiye’den, dışa bağımlılığını yüzde 15’lere düşüren Türkiye’ye TÜSİAD’ın katkısı ne olmuştur?

Bağlı olarak, bu sene beşincisi Samsun’da gerçekleştirilen TEKNOFEST’e TÜSİAD’ın desteklerini neden görememekteyiz?

Recep Yazgan