FETÖ’nün Amerikalı destekçilerinden Steven A. Cook Foreign Affairs’de Türkiye’nin son vaziyeti hakkında bir makale kaleme aldı. FETÖ’cülerin ve uluslararası Türkiye düşmanlarının gözünde Türkiye işte böyle görünüyor:

Erdoğan Hükumetinde Çatlaklar Derinleşiyor

Türkiye son yıllarda politik olarak, önceki yıllardan çok daha fazla dengesiz bir durumda.

Washington’da bir süre kalmış olan herkes bilir ki, karar vericiler ve onların kadrolarının yaptığı bilgilendirme, şu soruyla başlayıp bitmeye meyillidir: “Bu (ülkenin ismi) istikrarlı bir ülke mi?” Burada sorun, verilen cevabın nadiren basit olmasıdır. “Evet” ya da “hayır” cevabı, hatalı varsayımlara dayalı politikalara sebep olmaktır. 2010’un sonlarına doğru, Orta Doğu uzmanları ve diğer gözlemciler, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek hükumetinin mukavim olduğunu ve oğlu Cemal’in ya da Ömer Süleyman’ın – istihbarat servisi başkanı – onun ardından geleceği yönünde ABD’li yetkilileri bilgilendirdiğinde, bu yaşandı. Tabii ki, bu varsayımların hiçbiri doğru çıkmadı.

İstikrarlı olup olmadığı konusunda ülkeleri incelemeye almaktansa, bir ülkenin göreceli değişkenliğinin değerlendirilmesine dayanarak soruna yaklaşmak, çözümsel olarak daha faydalıdır (ve ilginçtir). Bu hususta, Orta Doğu’da göze çarpan ülke Türkiye’dir.

Pek çok boyutun yanı sıra, bugün Türkiye politikası, geçmiş yıllara nazaran çok daha fazla dengesizdir. Bu dengesizlik, 2013’ün yazındaki Gezi Parkı eylemleri gibi bir ayaklanma ya da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın devrilmesi tehlikesiyle karşı karşıya olacağı bir başkaldırı olacağı manasına gelmiyor. Ancak Erdoğan’ın ülke çapında kontrolü sağlama ve sürdürme kabiliyeti tehlikeye düşmüş görünüyor ki bu da büyük çaplı eylemler, artan şiddet ve devletin zirvesinde siyasal mücadele ihtimallerini arttırıyor.

Erdoğan, eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve İslamcı reformcu olan bazı kişilerin, 2001 yazında Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) kurduklarını hatırlayacak kadar yaşlıyım. Türkiye’nin İslamcı eski nizam karakolundan ayrılmasıyla birlikte yeni parti, dindarlığa, daha geniş siyasal katılıma, refaha ve misyonu sona eren eski İslamcı partilerden sayıca daha fazla ve daha çeşitli bir seçmen grubuna hitap eden ulusal güce dayalı olumlu bir gelecek vizyonu sundu. 2002’de AKP’nin görevi devralması, bu yüzyılın ilk 10 yılının çoğu için hükumetin, ekonominin büyümesine katkı sağlayan önemli ekonomik reformları üstlenmesine olanak sağladı. Parti aynı zamanda, halkın oyunun %49.5’inden fazlasını hiç almamış olmasına rağmen, Türkiye’deki seçim sisteminin AKP’ye meclis çoğunluğunu vermesi ve böylelikle, diğer partilerle bir koalisyon hükumeti kurmasına gerek kalmamasından da faydalandı. Sonuç itibariyle, ülke politik ve sosyal bir istikrar dönemi yaşadı.

Elbette ki, bazı sorunlar oldu. AKP ve ortakları, nam-ı diğer Gülenistler, geleneksel laik ulusalcı seçkin sınıfı kızdırdı. Erdoğan ve Abdullah Gül gibi parti liderleri, kendilerini ve yönettikleri partiyi, Hıristiyan Demokratların Müslüman dengi olarak tanıttı ancak dünyanın inanmasını istediklerinden büyük ölçüde daha az demokrat oldukları zamanla ortaya çıktı. Aynı şey, hükumetin sahte kanıtlarla kendisini eleştirenleri tutuklamasına yardımcı olan yandaşı Türk hatip ve Erdoğan’ın eski dostu Fethullah Gülen için de denilebilir. Avrupalılar, kısa süre sonra AB üyeliği görüşmelerini dondurduğunda, ilk yıllarında AKP hükumetinin giriştiği politik ve sosyal reformları pekiştirmesi için Türkiye’ye yardım etme fırsatını kaçırdı.

O zamandan beri pek çok şey yaşandı. Ordu, Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını engellemeye çalıştı, savcılar AKP’yi kapatmaya çalıştı, birtakım yetkililer halkı kışkırtmak için gizli bir anlaşmayı ortaya çıkardı ve Erdoğan’ı devirmek için darbe yapmaya çalıştı. Analistlerin 2008’de, sık sık Erdoğan’ın “otoriter dönüşü” olarak adlandırdığı sürecin başlamasına bir hükumet darbesi de dahil her şeyin sebep olduğu söylenebilir. Türkiye’yi dengesiz yapan şey, Erdoğan’ın kendi içinde ve dışındaki otoriterliği olmadı. Erdoğan, Tunus’un Zeynel Abidin bin Ali’si değil, olmadı da. Türkiye lideri, Türkiye’nin istikrarına katkı sağlayan güçlü bir toplumsal tabana sahip.

Peki Türkiye ne zaman dengesizleşmeye başladı? Tek bir an olarak tanımlamak zor. İstikrarsızlık en nihayetinde bir süreçtir. Buna mukabil 2013 Gezi Olayları başlamak için iyi bir nokta gibi görünüyor. Akabinde, 2014’te eğitim, medya ve hükumetten Gülen yandaşlarının büyük çaplı tasfiyesiyle sonuçlanan Gülenist kaynaklı yolsuzluk skandalı (17-25 Aralık). Aynı yıl seçim sonucunun üst mahkemece bozulmasıyla beraber, Kürdistan İşçi Partisiyle gitgelli bir şekilde devam eden savaş 2015’te yeniden patlak verdi. Sonrasında, 2016 darbe teşebbüsü ve akabinde 2018 ve 2019’da Türkiye’nin ekonomik anlamdaki sorunları ve en nihayetinde 2020 koronavirüs pandemisi ortaya çıktı.

Sıradan bir kimse dahi bu olaylardan biri ile diğeri arasında bir bağlantı kurabilir ve hepsi birlikte, AKP’nin vizyonunun bir kırılmasını temsil edebilir. Yaşananlar, siyasi katılımı arttırmak, daha müreffeh bir toplum oluşturmak, büyük güç olarak Türkiye’nin potansiyelini fark etmek ve toplumdaki ayrılıkların üstesinden gelmeye yardımcı olan ve iyi yönetime doğru yönelen dini değerleri kurumsallaştırmak konusunda partinin başarısızlığını yansıtıyor. En azından 10 yılı aşkın bir süredir, basın hükumeti destekleyen konuşmalar, yoğun Erdoğan yağcılığı ve milliyetçi paranoya karışımında yayınlar yaparken, geçmişteki sözler ile şu anki gerçeklik arasındaki farkı hatayı bir başkasına yüklemek suretiyle kapatmaya çalışıyor (“bir başkasından” kasıt, uluslararası bankacılar, CIA, Siyonistler, Gülen, BAE, Profesör Henri J. Barkey ve sorun çıkardığı iddia edilen daha pek çok kişi). Bu konuda Türkleri ikna etmesi için kendisine güveniliyor.

Tabii ki, herkes buna inanmadı, ancak AKP’ye karşı konuşmanın bazı riskleri vardı. Hiçbir zaman tarafsız bir soruşturma olmadı – çünkü şu anki şartlar altında bu imkansız – ve bu yüzden, Temmuz 2016’daki başarısız darbe konusunda pek çok soru cevapsız kaldı. Gülenistlerin suçluluğu konusundaki resmi açıklamayı sorgulamaya cüret eden biri, hapse girme, mülke el koyma, ailenin tehlikeye girmesi ve kaçma şansı olanlar için Türk istihbaratı ve ilgili mafyanın ellerinde şiddetle cezalandırılma ya da devamlı icra/hüküm korkusuyla yaşama tehlikesiyle karşı karşıya gelebilir.

Bu korku, bir bakıma Türkiye’nin artan dengesizliğini daha da arttırmasına rağmen, şahıslar için de dağıtıcı olabilir. Geçtiğimiz aylarda Sedat Peker isimli bir adam, içişleri bakanı dahil kıdemli hükumet yetkilileriyle bağlantılı olan, ucu uyuşturucu kaçakçılığı, cinayet ve yolsuzluğa dokunan video serisiyle ülkeyi galeyana getirdi. Peker – Türk mafyasında bir figür– direkt olarak Erdoğan’ı hedef göstermedi ancak onun da hadiselere dahil olduğunu güçlü bir şekilde ima etti. Pek çoğu ispatlanmamış halde kalan Peker’in suçlamaları, ülkedeki kasvetli atmosferi perçinledi. Avrupa’da sürgünde çalışan Türk gazeteciler, kendilerini riske atarak ortaya atılan iddiaları toplayıp azimli araştırma çalışmalarıyla sorunu artırdı. Türkiye’den Almanya’ya kaçan gazeteci Cevheri Güven, nesnel gerçeklik ve AKP’nin dediği şeyler arasındaki boşluğu açıklayarak ün kazandı.

Şimdi burada bir an durup düşünelim. Kendini sağlama almış bir mafya ve Güven gibi sürgün edilmiş Türk gazeteciler, hükumet ya da basından daha fazla güvenilir haber kaynakları haline geldiler. Bu önemli bir olay.

Bunun istikrarla ne ilgisi var? Aslında çok alakalı. AKP’nin benimsediği gibi bir pozitif gelecek vizyonu, bağlılığı ve böylelikle sosyal kontrolü sağlama da önemli bir unsur. Yaşantı, AKP hükumetinin ilk yıllarındaki parti vizyonuyla uyumlu olduğunda, Türkiye’nin istikrarsızlığı çok daha azdı. Yıllar sonra, çok daha az Türk, Peker ve Güven gibi sürgün edilen gazetecilerin milyonlara varan dikkat çekici Youtube videolarının olması ve Türkiye’nin çok daha fazla dengesizleşmesi sebebiyle AKP’nin ortaya koyduğu gerçekliği kabul etmekte. Erdoğan, kontrolü sürdürmek için öncekinden çok çok daha fazla kayırma ve zorlamaya açık kapı bırakmak zorunda kaldı. Ancak ikisi de pahalı ve bir sonu var.

Bu tür bir politik çevre, rakiplere de davetiye çıkarır. Bazıları, eski başbakan Ahmet Davutoğlu ve bir zamanlar çokça saygı duyulan devlet bakanı Ali Babacan gibi ufak rakipler. Bazı oyları AKP’den ayırma kabiliyetine sahip olabilirler, ancak bu rakiplerden çok daha büyükleri, İçişleri Bakanı Hulusi Akar, Türk Milli İstihbarat Teşkilatı’ndaki rakibi Hakan Fidan ve Kara Kuvvetleri Komutanı Ümit Dündar gibi yetkililerdir. Hiç şüphesiz, bunlar Erdoğan’ın adamları. Fakat, insanların hükumete bağlılığını ortaya koyan bir vizyondan yoksun biri, sosyal bütünlüğü tehlikeye attığında ne olur? Giderek artan güçleriyle Erdoğan’ı ve AKP’nin süregelen tahakkümünü garantiye almak için kendilerine güvenilebilir mi? Böylesi bir belirsizlik, güçlü ve hırslı insanlar için bir fırsat demektir.

Türkiye’nin siyasi gidişatı hiçbir şekilde net gözükmüyor. Karşı koyduğu tüm zorluklara rağmen, AKP tek başına en popüler siyasi parti ve Erdoğan da en güçlü kişi olarak kalmaya devam ediyor. Ekonomi iyileşebilir ve Erdoğan sonraki seçimi rahatlıkla kazanabilir. Bu nedenle, insanlar bana Türkiye’nin istikrarlı olup olmadığını sorduğunda, genellikle “Hem evet hem hayır.” diyorum.

Tercüme: Gül Savaş