Belli bazı şeyler hakkında konuşmak istiyorum bugün ama yine bir provokasyon yapılıp yeniden yargılanmamak için de dikkatli olmalıyım diğer yandan.

Paris’e görünüşte turist olarak ama aslında ölmeye gelmiş Mısırlı bir genç, gidip bir pala satın alıyor ve Paris’in dünyaca meşhur Louvre Müzesi’nin girişindeki dört polis memuruna saldırıyor. Bu arada kendisi de vuruluyor ama şu ân hayatî tehlikeyi atlatmış olarak, polise ve savcılara konuşmamakta direniyor.

(Carlos, 29 yaşındaki Abdallah el-Hamamî adlı Mısırlı bir gencin 3 Şubat 2017 günü gerçekleştirdiği saldırıya atıf yapıyor.)
Neyse, gelmek istediğim nokta şudur:

İyidir veya kötüdür şeklinde nitelemek bakımından değil de, sadece bu durumu tahlil etmeye yardımcı bir tecrübe verisi olarak ifâde edeceğim. Dünyayı yöneten sınıfların kelimeleriyle konuşmak gerekirse, “terörist bir saldırı” gerçekleştirmek isteyen insanların, bir saldırı bağlamı-çerçevesi, bir saldırı hedefi ve bu saldırının da devşirdiği bir netice olmalıdır.
Diğer türlü, sokaktaki polislere sırf polis oldukları için, sokaktaki askerlere sırf asker oldukları için saldırmak, yanlıştır. İlle birine saldırmak istiyorsanız, gidin bir subaya, bir politikacıya, bir bakana saldırın, değil mi?..

Bunları söylerken objektif olmaya çalışıyorum, yoksa buna taraftar olduğumdan değil. Zira dünyada barışın taraftarıyım ben; iyi bir Müslüman olarak, selâmet dini, barış dini olan İslâm’ın tarafındayım. Şayet İslâm’a ve Müslümanlara saldırılırsa savaş vardır, Allah uğruna kendini savunmak ve savaşmak vardır çünkü bizde.

Dolayısıyla, geçen gün Paris’te yaşanan hâdisede söz konusu olduğu gibi sokaktaki polislere veya askerlere saldırdığınızda, dünyanın çeşitli bölgelerinde çoğu Müslüman milyonlarca insana saldıran, katleden, kıyımlar gerçekleştiren ve hem Fransızları hem dünyanın başka milletlerini sömüren yönetici sınıfların çıkarına bir iş yapıyorsunuz demektir. Yâni akıllıca değildir böyle eylemler.

Burada iyidir veya kötüdür tarzında ahlâkî bir meseleden söz etmiyorum. Bir eylemin sonuç alıcı olup olmamasından bahsediyorum ki, bu tür eylemler istenen sonucu getirici değildir. Zira sokaktaki polislerin saldırı hedefi yapılması değil, -kelimenin iyi anlamında kullanmak gerekirse- nötralize edilmesi, tarafsızlaştırılması gerekir.
Biz bunu Fransa’da başardık meselâ. Kendi tecrübelerimden, kendi yoldaşlarımın tecrübelerinden, kendi şehidlerimizin tecrübelerinden hareketle konuşuyorum bu şekilde.
Fransa’da, de Gaulle’in çizgisini takib eden ve onun yerine geçen milliyetçi Fransız Cumhurbaşkanı Pompidou döneminden itibaren, Filistin Direnişi olarak bizim –ki aralarında benim gibi yabancılar ve Arab olmayanlar da vardı- böyle bir mutabakatımız vardı Fransız polisiyle. Şöyle ki, Fransız polisi, bizim Mossad’la süren savaşımızda araya girip müdahil olmazdı. Bunu Fransa için söylüyorum ancak bugüne dek dünyanın başka yerlerinde de söz konusu olmuş veya olabilecek bir husustur bu. Diğer bir deyişle, biz Fransız polisine saldırmazdık, Fransız polisi de bizi rahatsız etmezdi.

Fransız polisi, bizim Fransa içerisinde İsrail hedeflerine saldırmamızı istemezdi, biz de “tamam, mesele değil” derdik öncesinde. Ne var ki İsrail bize yönelik saldırılar başlatınca, biz de misilleme yapmaya başladık o vakitten itibaren.

Şahsen -komandoların bir parçası olmaksızın- bildiğim ve umuma mâlolmuş üç örnek vermek istiyorum böyle. Gerçi benim de plânlayıcı olarak onların arkasında bulunduğumu söylüyorlar ama ben bilmem orasını; istiyorlarsa isbatlamak zorundalar bunu.

Evet, Paris’in Orly Havaalanı’nda İsrail El Al Havayolları hedeflerine karşı üç ayrı eylem gerçekleştirilmişti. Bunların ikisi Ocak 1975’de gerçekleştirilmiş ve birincisinde de bir RPG-7 roketi kullanılmıştı.

El Al uçağını roketle vurmak üzere bir yoldaş bulunuyor o gün orada. Derken, otomatik silâhlı bir güvenlik görevlisi, sanıyorum bir jandarma, arabayı süren tabancalı bir diğer Arabı görünce silâhını doğrultuyor ama o Arab “hayır, hayır, hayır!” diye işaret yapınca da silâhını indiriyor ve çekip gidiyor, yâni Arab olduğunu anlayınca müdahale etmiyor. Bunları yoldaşlardan işittim ben.

Bundan üç beş gün sonra aynı havaalanında yine benzer bir hâdise yaşanıyor ve havaalanı terasından yine bir başka El Al uçağına saldırı düzenlenecekken bazı küçük hatalar yapılıyor, farkediliyorlar ve buna mukabil rehineler alınarak buradan kurtulma yoluna gidiyorlar. Aynı şekilde bu hâdisede de Fransız polisler geliyorlar, fakat onlar da eylemin İsraillilere karşı Arablarca gerçekleştirildiğini gördüklerinde müdahale etmeden çekip gidiyorlar. Bu polisler korkak falan olduklarından değil, Arab-İsrail savaşına karışmak istemedikleri için müdahale etmiyorlar. Sadece orada neler olup bittiğini kavrayamamış genç bir polis öylece bekliyor, onu da yoldaşlardan biri vurup yaralamak zorunda kalıyor, hepsi o kadar. Neticede, Fransa cumhurbaşkanı tarafından sağlanan bir uçakla havaalanından ayrılıp –sanıyorum Bağdad’a- gidiyor eylemci yoldaşlar ve bitiyor mesele.

Benzer bir başka eylemde de aynı şey söz konusu oluyor.

Sonuç olarak, Fransız polisi olay yerine vardığında bu eylemlere müdahale etmiyor, eylemcileri öldürebilecekken ateş etmiyor ve geri çekiliyorlar, çünkü meselenin kendileriyle ilgili olmadığını, bunun bir Arab-İsrail savaşı olduğunu anlıyorlar. Yoksa –dediğim gibi- korkak değildir hiç birisi, aksine her biri iyi eğitimli ve silâh bakımından da tam teçhizatlı polislerdir bunlar.

Evet, Fransız polisine saldırmıyorduk biz. Böyle kabul edilirse şayet, ilk saldırıyı da 27 Haziran 1975’de ben gerçekleştirdim gerçi ama bu da Fransız polislerine karşı değil, İsrailliler tarafından kurgulanan bir tuzağa düşerek bana gönderilen Fransız iç istihbarat ajanlarına karşı gerçekleştirilmişti. Söz konusu Fransız ajanlarla beraber, çift taraflı çalışan bir muhbiri vurmak zorunda kalmıştım o gün orada. Buna rağmen, o günden sonra bile Fransız polisiyle aramızda olan bu karşılıklı anlayış ve saygı devam etmiş, onlar Arab fedaîlere saldırmamış, Arab fedaîler de Fransız polislerine saldırmamıştı.

Bu bir “kuraldır” bizde. Açıklaması da şudur: Sokaktaki bir polise saldırdığınızda, tüm polisler sizin karşınıza geçecektir. Oysa bir hatadır bu ve asıl yapmanız gereken, -iyi anlamıyla- polisi nötralize edip tarafsızlaştırmaktır. Siz onlara saldırmazsanız, onlar da size saldırmazlar.

Şimdi, “böyle yapılsın” diye değil de, “mantıklı” olmak bakımından bir örnek vermek gerekirse, ki olmamasını tercih ederim, zaten cezaevinde bir insanım, daha fazla problem de istemem: Vuracak hedef mi arıyorsunuz yahut bir kargaşa mı çıkartmak istiyorsunuz, gidin “tepedekileri” vurun; iyi korunan büyük bir bakanı vuramıyorsanız, daha az korunan düşük seviyeli bir başka bakanı vurun veya daha kolayı, gidin bir milletvekilini vurun, değil mi?..

Diyeceğim o ki, yurtdışından Fransa’ya kendini fedâ etmeye gelerek bu tür saldırılar gerçekleştiren bu insanlar, bu mücahidler, bu şerefli ve dürüst insanlar, yanlış yönlendiriliyorlar. Düşmanı zayıflatacak şeyler yapılması gerekirken, bu yaptıkları eylemlerle düşmanı güçlendiriyorlar. O düşman ki, İslâm’ın, Arabların, mücahidlerin düşmanı oldukları kadar, Fransa ve Fransız halkıyla beraber tüm dünyayı, tüm milletleri kontrol edip baskı altında tutuyorlar.

Bu tuzağa düşmemek çok önemlidir. Polise saldırmayın; bunun yerine, çözüm üretici bir yolla tarafsızlaştırın onları. Biz onları vurmazsak, onlar da bizi vurmayacaklardır. Sadece Fransa’da değil, dünyanın her yerinde işe yarayacaktır bu. İlle de vuracak adam aranıyorsa, politik ve ekonomik sorumlular vurulabilir meselâ. Ben şiddete karşı ve barış taraftarı bir insanım ama “mantıklı” olmak bunu gerektirir.

Allahu Ekber.
 
6 Şubat 2017

Baran Dergisi 526. Sayı