Felsefenin temel disiplinleri arasında en belirgin olanlar ontoloji, epistemoloji, siyaset ve etiktir. Daha sonra bunlara mantık, estetik ve antropoloji de eklenmiştir.

Felsefenin temel disiplinleri arasında ontoloji merkezî bir konumdadır. Bu durum, felsefe tarihi içinde Antik Dönem ve Modern Dönem olarak iki ayrı kısımda incelenmektedir ki bu, disiplinlerin birbirleriyle yer değiştirmesi açısından da dikkat edilmesi gereken bir husus olarak altı çizilmiştir. Antik dönemde merkez ontoloji iken, modern dönemde epistemoloji merkeze daha bir yakın durmaktadır. 

Antik Felsefenin temel meselesi “arkhe / varlık nedir?” sorusuna cevap aramak ve bulmaktır. Antik Dönem Filozoflarının ilk planda sordukları bu soru, kendilerini şairlerden ve kâhinlerden ayırmıştır. Ancak, şunu da söylemek gerekir ki, dönemin kâhin ve şairleri aslında “varlık nedir?” sorusunu sormadan, doğru veya yanlış, varlığı doğrudan hisseden, tarif eden ve yaşayan insanlar olduklarına hiç kuşku yok. Antik Yunan’da Filozoflar ile kâhin ve şairleri birbirinden ayıran en önemli husus, varlığa ilişkin yaklaşımlarıdır.(1) Filozoflar, kâhin ve şairlerden farklı olarak, varlığa ait sordukları sorulara akılla (beşerî akıl), daha doğrusu belirli bir duygu ve düşünce sistematiği çerçevesinde cevap vermişlerdir. Meselâ Antik Yunan’da Mitoloji sonrası dönemde ortaya çıkan İyonya mektebinin mensubları, yani aklı merkeze alarak düşünme cehdi gösteren Filozoflar, meselâ Tales, Aleksimandros, Aleksimen ve Diyojenes gibi Filozoflar, Üstad Necip Fazıl’ın da yüksek ifadeleriyle, “eşyayı bir şeye irca etmek” isteyen, daha doğrusu “Vahdet’e doğru bir hazırlık” sürecine zemin hazırlayanlardır ki, “eşyanın aslı nedir?” sorusu üzerinden varlık hakkında bilgi edinmenin arayışı içerisinde olmuşlardır. Meselâ meşhur “Anasır-ı Erbaa- Dört Unsur Nazariyesi” olarak da bilinen “Ateş, Su, Toprak ve Hava” şeklinde örgüleştirilen fikir sistemi bu tür bir arayışın yolda bulduklarıdır. Üstad Necip Fazıl, bu tür bir arayışı mühimsemekle birlikte, “gerçek eriş ve buluş”a nisbetle de “satıh üstü bir arayış” olarak mühürler. Üstad Necip Fazıl, söz konusu nazariyenin “bir fikir mesnedi olmaktan ziyade, neticesiz bir tahlil ölçüsü” olduğunu söyler ve ardından da, esas sorulması gereken sorunun ne olması gerektiğine işaret eder: “Eşya ve tabiat, şundan, bundan mürekkepmiş... Ama aslî zât nerede, aslî müessir ne?.. Su, ateş, hava ve toprak buluşu, büyük anlayışa susamış insanı tatmin etmez!.. Mutlak çözümü de getirmez. Böyle bir görüş namütenahî verâlardan bir perde açmaktır ve nihaî verâyı boş bırakmak… İş bununla bitmez.”(2)

Felsefenin temel veya merkezi disiplini ontolojidir, dedik. Doğru söylemek gerekirse, ontoloji diğer tüm disiplinleri kendi sistemi altında birer alt sistem oluşturacak şekilde düzenleme potansiyeline sahibtir.

Not: Ontolojinin olduğu yerde metafizik de var demektir. Ontoloji ve metafizik birbirinden ayrı düşünülemez. Evet, doğrudur, metafizik insanların hayatına ilişkin olarak değil de hayatın kendisine ilişkin bir üst bakışı gerekli kılar. Bu üst bakış insan hayatı da dâhil olmak üzere, her türlü hayatı ve onun unsurlarını belirleme arzusunu ve amacını da taşır. İşte bu üst bakış, ilk nedenin ya da ilke nedenlerin ne olduğunu ortaya koymaya yöneliktir. Bu çerçeveden olarak;

Metafizik, ilk nedenlerle uğraşan bir bilimdir. İlk nedenler Yaratıcı ile ilgili olduğunda teolojiyi, hareketle ilgili olduğunda fiziği ve matematiği (yan disiplinleri) meydana getirirler. Bu durum, “Bilimler felsefeden çıkmaktadır” sözünü de doğrular niteliktedir. Biyoloji, botanik gibi diğer bilimler de aynı şekilde felsefenin canlılar ile ilgili tasnifinden sonra anlam kazanmışlardır. Evet; felsefe varlıkla ilgilenir. Canlılık da varlığın içinde olduğuna göre, denilebilir ki ontoloji olmadan canlılara ve canlılara ilişkin olan harekete ilişkin bilimlerin inşa edilmesi de öyle pek kolay değildir.

Felsefenin diğer disiplinleri epistemoloji, etik, siyaset ve mantıktır. Bu disiplinlerden epistemoloji yani bilgi teorisi ontolojiden çıkmak zorundadır. Bilgimizin bir şeyi bilmeye yönelik olmasından hareketle varlığı kapsayacağı da açıktır. Buna karşın varlığı bilmeye yönelik olan aklımızın yapısını incelemek yani onun sınırlarını, imkânlarını, işleyişini anlamaya çalışmak epistemolojiyi ontolojiden ayıran temel hususların başında gelir. Bunun için Antik Dönem’de ontolojinin amaçları doğrultusunda bir epistemoloji vardır. Bu durum, epistemolojinin ontoloji içinde yer almasına neden olmuştur. Epistemolojinin bir nevi bilinci (şuur, benlik veya ruh) varlık alanı olarak görmesi ve ontolojiyi de insanın kendisine indirgemiş olması aslında zurnanın zırt dediği yerdir. Mevzuun bu şekil kendisini göstermesi, süreç içerisinde bilincin kendiliğinin farkına varmasıyla (Ben kimim?) karşısındaki varlık alanını nasıl bildiği sorusunun sorulmasına sebeb olmuştur. Nitekim bugünkü modern felsefede, Descartes’ın felsefesiyle başlayan ve Kant’la devam eden süreçte ben bilinci öne çıkmıştır. Bunun için ontoloji ve onunla beraber değerlendirilmesi gereken metafizik de modern çağın başlangıcıyla beraber etkisini kaybetmiştir. (3)

Sorgulayan, kritik eden, eleştiren beşerî aklı kendisine “temel ölçü” olarak kabul eden Sokrates’te ontoloji ve epistemoloji hep bir arada olmuştur. Meselâ, “Kimsin sen, nereden gelip nereye gidiyorsun? Hayat sistemin nedir? Öküzüne ve atına bir terbiye sistemi içinde bakıyorsun da çocuklarına, yaşanmaya değer hayat üzerinde ne öğretiyorsun? Kudret ve hakikat ancak “Bir”, bölünmez bir vahidde toplanabilir ve o “Bir” sizin uydurma ilahlarınız olmaz!”(4) sözü bu mevzuda yeteri kadar aydınlatıcıdır. Bu durum, talebesi olan Eflatun’da zirve yapmıştır. Eflatun’da düşünce ve varlık birbirinin aynı gibidir. Eflatun ve Horoz Borcu ile ilgili bölümde bu mevzu daha detaylı bir şekilde irdelenecektir. Çok sonraları, ta ki Rönesans’la birlikte başlayan süreçte, meselâ Fransa’da Descartes, epistemoloji ve ontolojinin birlikteliğini bozar ve epistemolojiye öncelik verir. Bir bakıma ontolojiyi epistemolojiye bağlar. Meşhur önermesi: “Düşünüyorum öyleyse varım!” (Cogito ergo sum)

Descartes’in Kartezyen felsefesinde ontolojiden epistemolojiye geçiş barizken, süreç içerisinde, meselâ Kant’ta ontolojik kaygı büsbütün bertaraf edilmiş, epistemoloji ise muktedirliğini adeta ilan etmiştir. Epistemolojinin kendisinde zirve yaptığı Hegel’de ise tekrardan epistemolojiden ontolojiye geçiş süreci başlamıştır, denilebilir. Epistemolojiyi zirveye taşıyan Hegel, “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ne olan ihtiyacı çok derinden hissetmiş olmalı ki, bizzat bu tür bir ihtiyacın giderilmesine yönelik bir çaba içerisine bile girmiştir. “Mutlak” olmayan düşük haliyle “Mutlak fikir” kuruculuğuna soyunmuştur. Yani mevzu dönüp dolaşıp tekrardan Sokrates ve onun horoz borcunu ödemeye ömrünü adayan Eflatun’a gelip dayanmıştır.

Horoz borcu mevzunda, Sokrat ve Eflatun’dan bugüne değin olup bitenler, daha evvel de söylendiği üzere, Edmund Husserl’ın Fenomenolojisinin temel prensiplerinden biri olan “paranteze alma” veya “askıya alma” argümanına müracaat etmek gerekmektedir. Bu mevzuda, yine daha evvel söylendiği üzere, Alfred North Whitehead’in, “Tüm Batı felsefe tarihi Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir” sözü de çok iyi tahlil edilmelidir. Bu tespit, hiç şüphesiz ki, Eflatun’un felsefesi ile Batı felsefesi arasındaki bağı çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Whitehead, Eflatun’u bir başlangıç noktası olarak kabul ederken, aslında Sokrates’i de felsefenin doruklarına yerleştirdiğini zımnen kabul etmiş olmaktadır. Çünkü Eflatun, Sokrates’i gerçek bilginin temsilcisi olarak görür ve gerçek bir filozof olarak felsefenin en tepe noktasında konuşlandırır.

Yukarıda, Descartes’in meşhur önermesinden söz ettik. “Düşünüyorum öyleyse varım!” önermesiyle Descartes, sadece epistemoloji ile ontolojiyi birbirinden ayırmakla kalmamış, aslında epistemolojiyi ontolojinin fevkinde bir yerde konuşlandırmıştır. Hâlbuki epistemoloji ve ontoloji, tıpkı küllî ruhta mündemiç ruh ve beden bütünlüğünde olduğu gibi, birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Meselâ, “Mutlak Fikir”, “Mutlak Varlık” ile kaimdir. İBDA Mimarı’nın “suret mânânın aynıdır” çerçevesinde “düşünce varlığın aynıdır” dediği hakikat! “Lisan ayniyle insan!” sözünün belirttiği hakikat! İBDA Mimarı, bir yanda Descartes ve Kant’ı tashih ederken, diğer bir yandan da Sokrat ve Eflatun’u gaye noktasına erdirerek mührü basar. Marifetname isimli eserden: “Düşünüyorum, öyleyse varım!” hikmeti, düşüncenin sezgi neticesi olması bakımından, “varım, onun için düşünüyorum!” hakikatine çıkar ki, bu çerçevede varlık, düşüncenin aynıdır…”(5)

Not: Batı tefekkürünün en büyük handikaplarından biri, hatta başlıcası, Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin “Vahdet-i Vücud” düşüncesini talan ettikten sonra, İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin “Vahdet-i Şuhud” düşüncesine nüfuz edememiş olmasıdır, denilebilir. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud” düşüncesini cem eden bir yapıdadır ve bizzat böyle bir yapının örgüleştirdiği bir dünya görüşüdür. Bundan dolayıdır ki varlık ve bilgi birlikteliğini, “düşünce varlığın aynıdır” çerçevesinde değerlendirerek, ontoloji ile epistemolojiyi cem eden bir keyfiyeti haizdir.
 
Dipnotlar
1*https://auzefalmsstorage.blob.core.windows.net/auzefcontent/ders1/felsefenin_temel_disiplinleri/1/index.html
2*Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, bd Yayınları, 24. basım, İstanbul, 2016, sh. 19.
3*https://auzefalmsstorage.blob.core.windows.net/auzefcontent/ders1/felsefenin_temel_disiplinleri/1/index.html
4*Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, bd Yayınları, 24. basım, İstanbul, 2016, sh. 24.
5*Salih Mirzabeyoğlu, Marifetname, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 2007, sh. 11.

Baran Dergisi 577. Sayı