Batılılar dünyayı mükemmel bir dine, ideal değerlere, üstün bir yaratılışa ve yaratıcı bir ruha sahip oldukları için ele geçirmediler. Tam aksine, emperyalistçe bir keşif ve fetih kültü olan Hıristiyanlık gibi bir dine, protestan ahlâka, kapitalist ruha sahip oldukları, sömürgeci hırsa yatkın ve herkesten fazla şiddete tutkun zâlim topluluklar oldukları için ele geçirdiler. Doğu’nun bugüne kadar benzememek ve olmamak için direndiği ruh, bu ruhtu. Dolayısıyla öncelikle izâha kavuşturulması gereken, ihmâl edilmiş en önemli mesele; feodalizmden kapitalizme olan geçiş süreci değil, “düzensiz kapitalizm”den “düzenli kapitalizm”e nasıl geçildiği, nasıl olup da devlet ve sermayenin kapitalizmin gelişmesini ve sermaye birikimini gerçekleştirecek biçimde dünyanın başka bir yerinde değil de, sadece Avrupa’da bir araya geldiği meselesidir… Bu konu açıklığa kavuşturulmadığı, sömürgecilik tüm yönleriyle ders olarak okullarda okutulmadığı sürece; ne Batı’nın unutmak ve unutturmak istediği kanla yazılmış karanlık tarihi anlaşılabilir, ne de Doğu’nun insanında bir Avrupalı gibi şahsî mülkiyet duygusunun olmamasının, buna rağmen kendini mülksüz hissetmemesinin, milletine-devletine duyduğu güven duygusunu yitirmemesinin mânâ ve önemi kavranabilir.

Dolayısıyla feodalizmden kapitalizme geçiş, devlet ve sermayenin sadece Avrupa’da bir araya geliş sürecini doğru okuyabilmek için, her şeyin ne için yaratılmışsa ona uygun bir istidat taşıdığını ve ona yatkın olduğunu dikkate almak gerekir. Bu açıdan bakınca, Doğu ve Batı insanının ne kadar farklı bir yaratılışta olduğu da çok net biçimde görülür. Doğu’nun insanı, insanî hasletleri itibariyle ne kadar zengin ve zenginliği nisbetinde ne kadar vericiyse, kendinde hiçbir zenginlik hissetmeyen, hissetmediği için de kendinden hiçbir şey veremeyen Batı’nın insanı o kadar yoksul, bencil ve alıcıdır. Dahası, Batı insanının tabiatında var olan bu “hastalıklar” zamanla marjinalleşecek, toplumda karşılığını yitirecek kısa ömürlü, arızi hastalıklar değildir, ırsîdir. Dolayısıyla tüm bu hastalıklarla birlikte, Avrupa’da hâkimiyet kurmuş Faşist ideoloji Bilgi Çağı’nda da varlığını aynen sürdürecek, güçlü olanın haklılığını meşrulaştıran kuralsızlıklar, şiddetle yoğurulmuş tahakküm biçimleri aynen devam edecektir. Nitekim, kapitalist tarihin önemli bileşenlerinden en önemlisi olan mâli güçlerle devlet güçleri arasındaki hassas dengenin bozulmasıyla ortaya çıkan, her iki gücün de dünyanın denetimini kendi lehine çevirme çabaları ve buna bağlı olarak gelişen hâdiseler, bugüne kadar bilimini-teknolojisini insana karşı ve insanı yok etmek için kullanmaktan hiç çekinmemiş Batı insanının keyfî vandalizminin aynen süreceğini gösteriyor.

Sanırım Dijital Çağ şiddet ve sefaletin hüküm sürdüğü bir çağ olacak… Global sermaye oligarşisiyle, Pentagon ve müttefikleri arasındaki kavga bunun bir işareti. Paradan başka güç ve güçlendirici tanımayan, yeni kapitalist güçlerin ortaya çıkmasını istemeyen global sermaye oligarşisi kontrollü kaosla finansal krizi hızlandırmak, para politikalarıyla denetimi altına almak ve paraya dayalı ekonomiyi sürdürmek emelinde. Buna mukabil, Pentagon ve dijital teknolojinin sahibi olan yeni müttefikleri kontrollü kaos senaryosunu akamete uğratma, endüstriyel toplumları dönüştürme, siyasî, ahlâkî ve sosyal düzeni bilgiye dayalı ekonomi ekseninde değiştirme, yeni sistemin yeni yapılarını dijital faşizme özgü normlar ve formlar üzerinde yükseltme eğiliminde. Buna uygun hükümet politikaları geliştirme, Avrupalı ortaklarını Amerika’nın liderliğinde kurulacak yeni sistemin yeni yapılarıyla bütünleştirme arayışındalar. Her iki güç de kendi isteklerinde ısrarcı, gayelerine ulaşmak için her türlü hukuksuzluğu mübah görüyor, illegaliteyi devlet politikası olarak uygulamaktan çekinmiyorlar. Bir taraftan da insanları, bir an önce yeni sistemin yeni yapılarına uygun tutum ve davranış alışkanlıkları edinin, bu hususta gerekli hassasiyeti gösterin, aksi hâlde daha hassas âletleri kullanırız, meâlindeki tehditlerle korkutuyorlar. Her iki gücün de insan umurunda değil… Nasıl ele geçiririz, nasıl güderiz derdindeler.

Dolayısıyla toplumları apıştırmak, panik yaratmak, çaresizliğin ezilmişliği içinde kalan insanların kendilerini yapayalnız ve korumasız hissetmelerini sağlamak üzere kurgulanmış bir “global yıkım” projesinin “panik deney”i olan pandemiyi sadece bir sağlık sorunu olarak görmek yanlış ve yanıltıcıdır… Hiç şüpheniz olmasın, panik deneyler küresel ısınma, iklim değişikliği, gıda ve su kıtlığı, akaryakıt ve enerji krizi gibi tehditkâr araçlarla devam edecek; milletler cehline kurban gittiğine uyanmadığı takdirde de ne kadar insanî haslet, millî kıymet bulursa devirecek, önüne katıp sürükleyecek, mazlum dünyanın insanı da işlemediği suçun, işlemediği günahın bedelini ödemek zorunda kalacaktır.

“Büyük acılar büyük arınmadır.” Siz her şeyden ümidinizi kesmiş, çaresizliğin ezilmişliği içinde köşenizde beklerken, ansızın çıkagelen İlâhî tecelliler de böyledir: İnsan, “Mutlak Bir”in gücü karşısında his iptaline uğrar, aczini idrak eder, hayret ve hayranlık hissiyle dolar, arınır ve yenilenir. Ancak, cezanın ve ödülün tesirini gösterebilmesi, İlâhî tecelliden bir akım hâlinde yayılan sırrın tutunabilmesi için, öncelikle bunları kabul edecek bir bünyenin olması, yoksa da bunun hazırlanması gerekir. Çünkü söz söyleyenden çok, dinleyenin bilgisine ve hâline tâbidir. Hâl dili kalmadığı zaman, ne kaldıysa geriye hepsi orta malı, hepsi satılıktır. Hâlinizi hayvan anlar, fakat insan denilen yaratık anlamaz. Şayet anlayan biri çıkarsa, “insan” odur. Dolayısıyla, insanın değişmediği bir yerde hiçbir şeyi değiştirmeniz, sıradışı olmanın görüntüsünden ve sonuçlarından korkmayan şerefli insanlar yetiştirmeniz, baktıkça imânınızı artıran; mutluluğunuzun mutlu aynası olacak kültürle yıkanmış mü’min yüzler bulmanız zordur. Onun için artık kendisi olmayan, tükenmiş ve plastikleşmiş insan modelini büyük acıların bile arındırabileceği şüpheli.

Modern dünyanın daha çocukluğunu bile yaşayamadan aldığı eğitimin genç yaşta yozlaştırdığı, artık “gerçek” bir insan olamayan, gerçekten sevemeyen, ne kendini, ne başkasını, ne de Rabb’ini bilmeyen insanın hâli de bu minvâlde; mânâdan ve hayattan mahrum, sanal bir dünyada yaşıyor, artık yücelemiyor. Uzun süre rahata ve refaha alışan bünyesi kendi yok oluşunun bakterilerini kendi içinde üretiyor. İçi boş, mânen iflas etmiş bir görüntüye dönüştü, plastikleşti. Varlığa dair tüm bilgiyi içinde barındıran tecelli nurunu kabul etme istidadını yitirdi. Ölü biçimleri seyrede seyrede, acıyı da günâhı da benimsemekten uzak ruhsuz bir yaratığa dönüştü. Gözü ruhu öldüren para yığınlarından, moda ve markadan ve sanal bir dünyanın ödülü olarak eline tutuşturulan oyuncaklardan başkasını göremez hâle geldi. Bundan da bir hâyli memnun!

Batı Medeniyeti’ni kendisinden önceki çeşitli uygarlıkların çöküşünden farklı kılan etmenlerin başında da bu kısırlık, ruhî kuraklık ve çoraklık var. “Batı modeli”nin dilsiz, dölsüz ve sözsüz biçimsiz yığınlara dönüştürdüğü milletler artık topluma yeni bir ruh, yeni bir kimlik verecek, yeni bir hafıza inşa edecek büyük ruhlar doğuramıyor. Toplumlar, zamanından önce olgunlaştıran derme-çatma ham bilgiyle yol olmaya, çare bulmaya çalışıyor. Bu da hiçbir derde deva olmuyor. Sanat, edebiyat, bilim ve düşünce dünyası dengesini kaybetmiş, ritmini yitirmiş durumda. Karmaşa ve devşirme bir üslûb, yozlaşma ve soysuzlaşma modern kültürün ortak karakteristiği. Hâsılı kendisine ait olmayan her şeyi yıkan, kendisinden olmayanı küçümseyen, din ve gelenekten, aile ve evliliğe kadar bütün kurumları yok eden; buna karşılık, cinsel özgürlük sloganını bayraklaştırıp, pedofiliden enseste kadar her tür pornografik rezaleti meşrulaştıran Avro-Amerikan Medeniyeti gücünün buharlaştığı bir dönemi yaşıyor. Güçlü görünmeye çalıştıkça da biraz daha batıyor.

Kültürel ve ahlakî sahadaki gerileyiş, çürüyüş ve çöküşün bir diğer tezahürü de etkisini iktisadi alanda gösteriyor. Her şeyin iç içe geçtiği, “ağ” etkisiyle birbirine bağlandığı, getirisinden çok götürüsü olan, çözüm yerine sorun üreten çarpık iktisadî sistem piyasaları hiç olmadığı kadar küresel çöküş tehdidi altında bırakıyor. Bankaların neredeyse tümü birbirine bağımlı ve finans dünyası karmaşık ilişkiler ağı içinde olan devasa büyüklükteki bu bankaların tekelinde. Hâkezâ birleşen mâli kurumlar, yine birisi çökünce hepsi çökecek olan bu büyük bankaların idaresinde. Bankalar arasında gitgide artan tekelleşme mali kriz riskini azaltıyor gibi görünse de, her şey gibi bu tekelleşme de zıddını içinde barındıran bir niteliğe sahip. Hakkında çok az şey bildiğimiz, dolayısıyla da kestiremediğimiz, gerçekleştiği zaman global ölçekte yıkıma sebeb olacak yıkıcı bir riski de beraberinde taşıyor. Havaalanları, elektrik-enerji şebekeleri ve sosyal bağlantılar gibi “ağ” oluşturan kurumların ağlarının önemli bir bölümüne yapılacak saldırının yol açacağı hasar, günlerce belki de aylarca sürebilecek elektrik ve doğalgaz kesintisinin sebeb olacağı kaos, büyük bankalardan birinin batması durumunda neler olabileceğini düşünmek bile insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor.

Hasılı kapitalist üretim tarzı ve karşılıksız kağıt paraya dayalı sistemin birlik ve bütünlüğü onarılamaz biçimde bozuldu, sistem giderek bir açmaza doğru sürükleniyor. Dolayısıyla, başta Amerika olmak üzere erken sanayileşmiş Batı Avrupa ülkeleri hiç beklemedikleri kadar kısa bir sürede gelişmiş toplumların en güçlüsünden en zayıfına ve en acınacak olanına dönüşebilirler! Resmin bütününü iyi okuyabilenler için bu çöküş hiç de sürpriz olmaz.

Çünkü her şey sadece gördüklerimizden ibaret değil… Hiçbir şey de durup dururken ortaya çıkmıyor… “Her şey gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliğiyle var.” Dolayısıyla, simetrik olarak, bize muhal görünen bir hâdisenin gerçekleşmesi, mümkün görünenin gerçekleşmemesine denktir. Lakin, bilginiz artsa da bilgeliğiniz artmıyorsa, bilgisizliğinizi değil, bilginizi onaylayan şeylere yönelir, bildiklerinizi bilmediklerinizden daha fazla önemsersiniz. Bilginiz arttıkça zihin karışıklığınız ve cehaletiniz de artar. “İlimsiz mârifet muhal, mârifetsiz ilim vebaldir”, doğrusuna misal, ilimsizlik ve ilminizin keyfiyeti hususunda yanılma bir araya gelir, daha az bilmenize yol açan bir süreç işler, bilginizle yetinir, delil yokluğunu yokluğa delil saymak ve bu sakat anlayış üzerine ilim bina etme hatasına düşersiniz.

Düşmemeniz için, “gözün görüşünü ruhun görüşüyle açmanız”, işaretten işaret edilene yönelmeniz gerekir. Çünkü sorunların çoğu, bakmasını bilmediğimiz için yokmuş gibi davrandığımız ve sırf beklenmedik olduğu için gerçekleşen az sayıdaki sıradışı hâdise üzerinde yoğunlaşıyor. Lakin hâdiselere “sır idraki”nden uzak, “meçhule hürmet tavrı içinde olmak”tan ırak bir anlayışla baktığımız için, sadece olayları görüyor, bunları ortaya çıkaran, yöneten ve yönlendiren dinamikleri hiçbir zaman görmüyoruz. Aksine, bakış açımıza uygun, görmek istediğimiz şeylere odaklanıp görülmemişe genelleme yapıyoruz. Henüz gerçekleşmemiş olsa da, gerçekleşme özelliğiyle varolanı gözardı ediyoruz. Hâsılı, parçayı bütüne takdim ederken, bütünü de parçaya feda ediyoruz. Hakikat idrakinin sekteye uğradığı bir alanda yaşıyor, susuzluğumuzu giderecek hikâyelerle kendimizi avutuyoruz.

Oysa, Doğu’su ve Batı’sıyla değerlerini yitirmiş, “çivisi çıkmış” bir dünyada yaşıyoruz. Dünya müthiş bir iflasın eşiğinde, küresel ve sistematik felâkete doğru hızla ilerliyor. Tarihin en büyük ekonomik ve ekolojik krizi kapımızda. Modern devlet yapısı çözülüyor, sistem dayandığı en büyük gücü; devlet ve toplum arasındaki konsensüsü yitirmek üzere. Dünya büyük savaşa her geçen gün bir adım daha yaklaşıyor. Ancak bu sefer ki ortam, süreç ve şartlar, bundan önceki savaşların başlamasından farklı. Farklı kılan da, az bir ihtimal de olsa, hiç kimsenin kendini hiçbir yerde güvende hissetmeyeceği, insan ırkının toplu katliamına dönüşebilecek bir niteliğe sahip olması.

Peki, Türkiye ne yapmalı? Türkiye resmin bütününü iyi okumalı, hazırlıklarını buna göre yapmalı, bu istikamette bir siyaset tarzı belirlemelidir. Meseleleri, “küfür tek millettir, küfrün kaynağını bilmeyen gerçek imanda olamaz” ölçülerinin yol gösteriliciğinde, tek tek devletlerden ve muhafazakârı, sosyalisti, yeşiliyle birbirinin devamı olan partilerden arındırarak bütüncül ve entelektüel bir vizyonla ele almalı, mücadelesini koyu hamasetten ve duygusallıktan uzak, “gerçek-arınmış” bir aklın kuşattığı bir alanda vermelidir. Kendisine dayatılan kararlara uymak, klişe konulara odaklanmak ve bunlar üzerine kafa yormak yerine, bunları şuurlu bir biçimde reddeden kararlarını-tercihlerini kendi iradesiyle belirleyen, kurtuluşunu kendi köklerinde arayan bir devlet olmalıdır. Ve tüm bunları Müslüman bir devlet olmanın gururu ve şuuru içinde yapmalıdır.

Türkiye bu yolda, yani Cihan İmparatorluğu kimliğine dönüş yolunda, içeride ve dışarıda önemli adımlar attı, atmaya da devam ediyor. Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması bu yolda atılmış önemli bir adımdı, bunu Mavi Vatan, savunma sanayindeki icadlar ve keşifler, doğalgaz ve petrol rezervlerinin bulunuşu izledi. Türkiye güçlü olmasa, gücünü “HER ŞEYİ BİLEN”den almasa, O’nun inayetine mazhar olacak bir istidad taşımasa bu adımları atamazdı. Atmaya devam edebilmesi için her birimizin içinde yine aynı ruh yaşamalı, “SON-BÜYÜK OYUN”u bozacak, “TARİHÎ ÂN”a damgasını vuracak; “KURTARICI-BÜTÜN FİKİR” etrafında bir bütün oluşturmalıyız. Millet olarak cehlimize kurban gittiğimize uyanmadığımız takdirde sistem, yapılar ve vaadler yeni olsa da, yine merkez olarak kalacak eski merkeze (Batı) tâbi olmaktan, barbarları beklemekten başka çaremiz kalmayacak…

Aylık Baran 2. Sayı, Nisan 2022