Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu son dört asrında kaba softa-ham yobaz tipinin marifetiyle, son iki asrında ise doğrudan küfür ocaklarının tutuşturmasıyla inkıraza uğrayıp neticede “dehşetli kâfir” tarafından gerçekleştirilen birtakım desiselerle ortadan kaldırılmıştır. Nitekim mezkûr dehşetli kâfirin evvelinde, kendi zamanında ve sonrasında İslâmiyet namına ne varsa boğdurulmaya çalışılmış, eğitim müesseselerine Batı tarzı düşünce sistemi dayatılmış, akabinde de medrese, dergâh, tekke gibi ilim ocakları söndürülmüş veya laik devlet eliyle açılan birtakım müesseselerle işlevsiz hâle getirilmeye çalışılmıştır. Lâkin Osmanlı Medeniyeti’nin kuvvetli rüzgârının halen canlı olduğu, kendisinin tarih sahnesinden çekilmesinin ardından takribi 30 yıl sonra bile İslâm Devleti’nin manevî havasını soluyan âlimler yetiştirmesinden anlaşılmaktadır.

İşte bu silsilenin önemli bir halkası da Üstad Necip Fazıl’ın (rah.) “Günümüz seyrek ilim adamlarından ve takva ve huşû sahibi olduğuna şehadet ettiğim…” şeklindeki takdirine mazhar olan Eski Yüksek İslâm Enstitüsü Müdürü Ahmed Davudoğlu Hocaefendi’dir. Ahmed DAVUDOĞLU Hocaefendi 1912 senesinde Bulgaristan’ın Deliorman Bölgesi’ne bağlı Şumnu Vilayeti’nin Kalaycıköyü’nde dünyaya gelmiştir. Fakir bir çiftçi ailesine mensupmuş. Hatıratında köy ahalisinin, daha doğrusu tüm Bulgaristan Türkü’nün dinine, örfüne sıkı sıkıya bağlı olduğunu çeşitli misallerle anlatır. Babası merhum da âlimleri çok sever, onlara karşı oldukça hürmetkâr davranırmış. Doğduğu zaman çok hırçınmış, bu sebeple onu hocaya okutmaya götürmüşler, bebeği okuyan hoca ise Ahmed Davudoğlu Hocaefendi’nin ana-babasına “Bu çocuğu öteye beriye okutmaya götürmeyin; onda okunacak bir şey yok; o Allah’a ibadet ediyor. İnşallah büyüdüğü zaman âlim olacak” demiş ve rahmetli ana-babası da evlatlarını bu sevda üzerine büyütmüşler. Temel dinî kaideleri babasından öğrenmiş, yaşı altıyı bulunca köy mektebine yazılmış. Hatıratında söylediğine göre derslerinde oldukça başarılıymış ve sınıfını rahatlıkla geçiyormuş, hatta başarısından ötürü hocası onu abisine kalfa yapmış, abisiyle derslerinde o ilgilenir olmuş. İlk mektepten 1924 senesinde başarı ile mezun olduktan sonra içindeki okuma azmi yok olmuş; lâkin korku ve saygısından ötürü babasına açılamamış ve babası onu Rüşdiye’ye yazdırmış, burada da üç sene ilim tahsil ettikten sonra Nüvvab’da okumaya başlamış. Ahmed Davudoğlu Hocaefendi Nüvvab’ın Türkiye’deki imam-hatip lisesi gibi olduğunu söyler, bir diğer ismi de “Medresetü’l Aliyye”dir.

Tam bu vakitlerde gönlüne pehlivanlık hevesi düşer, bunun sebebini bulundukları bölgeden cihan pehlivanlarının çıkmış olması ve âdet olarak her eğlence gününde (düğün, pazar vs…) güreş müsabakalarının düzenlenmesine ve onun da diğer gençler gibi pehlivan olma hayaline hamleder. Çok istediği pehlivanlıkta daha ilk güreşinde yenilir ve bu hayali hazin bir şekilde son bulur. “Ölüm Daha Güzeldi” isimli hatıratında pehlivanlığa ve gelmiş geçmiş büyük pehlivanların hikâyelerine de yer verir. Bunlardan birisi de adı sanı pek duyulmamış “Yenici Mehmed Pehlivan”dır. Bu zata “yenici” lakabını Sultan Reşad vermiş. Yenici Mehmed Pehlivan, Silivri’nin Fettah Köyü’nde (Bugün orası Kavaklı Köyü’dür) medfunmuş. Benim de çocukluğumun geçtiği Kavaklı’da çeşitli çocuklardan Mehmed Pehlivan hakkında anlatılan hikâyeleri duymuştum, ama yaşım gereği idrak edemediğim için kabrini de ziyaret nasib olmadı.

Velhasıl Medresetü’l Nüvvab’ın yüksek kısmını da derece ile bitirerek Bulgaristan Başmüftülüğü’nce birkaç arkadaşıyla beraber Ezher Üniversitesi’ne (Camiatü’l Ezher Külliyetü’ş Şeria) gönderilmiştir. Ezher’de İslâm Hukuku, Usûl-i Fıkıh, Hadis, Usûl-i Hadis, Ricâl-i Hadis, Mantık, Felsefe Tarihi, Teşria ve Mukarenetü’l Mezâhib ilimlerini tahsil etmiştir. Ezher’in çok zor bir okul olduğunu söyler. Talebe iken hac ibadetini yerine getirmiştir. Özellikle mezhepsizliğin kaynağı Mısır’da, hatta El-Ezher’de okuduğu için bu sapkınları yerinde görmüş, onlarla birebir temasta bulunmuş ve onların şeytanlıklarını daha sonra “Dini Tamir Dâvasında Din Tahripçileri” isimli eserinde bir bir anlatmış ve çürütmüştür. “Ulema”nın ekserisinin Efganî zındığının taraftarı olduğunu söyler, hatta Ezher’de okuduğu dönemde, okulun şeyhi olan Mustafa ibni Abdül’Mümin el-Merağî’nin sıkça tekrar ettiği şu söze de ibret olsun diye eserinde yer verir: “Ben Ezher’de öyle âlimler görüyorum ki, bunlara başkalarını taklid haramdır.” Yani Ezher’de müçtehid kimseler olduğunu söylüyor, ama biz biliyoruz ki Ehli Sünnet ve’l Cemaat’e göre “…İçtihad kapalıdır. Çünkü, o müçtehidler, o pek büyük zatlar gereken her şeyi amel ve itikad sahasında noktalamışlardır. Ama bir saha açıktır: Beşeriyetin terakki ettiği yollarda bütün kıymetlerin İslâmî ölçülere vurulması… Bu da yepyeni bir ideolojik zuhur… Bunun kahramanlık pâyesi pek büyük olacaktır.” (1) Nitekim Üstad Necip Fazıl ömrü boyunca bu gayeyi gütmüştür, ondan bayrağı devralan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu da bunu yapmaktadır.

Ayrıca Ahmed Davudoğlu Hocaefendi’nin reformist-ıslahçı-mezhepsiz yoldan gidenlerin alâmeti farikasını izah ettiği şu sözü oldukça ehemmiyetlidir: “Cemâleddin-i Efgânî’lerin yolundan gidenlere reformcu diyenlerden biri de benim. Bunların başkalarından temayüz ettikleri hususiyetlerinden biri kolaylıkla yalan söyleyebilmeleridir. Başları sıkışınca da kolaylıkla tevile kaçarlar.”

Ahmed Davudoğlu Hocaefendi ilim tahsilini tamamladıktan sonra 1942 senesinde Bulgaristan’a döner. Önceleri eğitim gördüğü Nüvvab’da öğretim görevliliği, sonra müdürlük yapmıştır. 1944’te Kızılordu Bulgaristan’a girmiş ve bilhassa İslâm düşmanı kızıl diktatörlük bu Osmanlı bakiyesi toprağı kaplamıştır. Davudoğlu Hocaefendi de ilimle meşgul olduğu için komünistlerin dikkatini üzerine çekmiştir. Zaman zaman komünist milislerce taciz edilmiş, en sonunda Türkiye’ye ajanlık yaptığı iddiasıyla tutuklanmış, ironiye bakın ki tutuklandıktan sonra eften püften kanıtlar üretilerek suçlama teyid edilmiş, bir de bunun üzerine (kendi tabiriyle) kara kâfir tarafından türlü işkencelere maruz kalmıştır. Ahmed Davudoğlu Hocaefendi’nin talebelerine yalancı şahidlik yaptırarak suçunu kanıtlamaya çalışsalar da, o bunu reddetmiştir. En sonunda Bulgarlar cereyan verme dâhil türlü işkenceler uyguladıktan sonra merhumu Rositsa Kampı’na sürmüşler. Hocaefendi orada da epey çile çekmiş. Hatta merhum ağabeyinin güçbela kendisini ziyarete geldiğini anlatır, o zaman ağabeyi, hocaefendinin üzerindeki yıpranmış, kirden solmuş gömleği görünce kendi üstündeki gömleği kardeşine vermiş ve günlük mesafe olan Şumnu’ya bu şekilde dönmüş… Tabii ki hocaefendinin bunca eziyete rağmen bir an bile zillete kapılmadığını, karşısındaki leşlerin önünde dik durduğunu ifadelerinden anlamaktayız. Nihayet esaretten kurtulup köyü Şumnu’ya döner, Nüvvab’da belli bir süre daha görevini ifa ettikten sonra kara kâfirin kendi hakkındaki kötü niyetini haber alıp, derhal Allah’ın yardımıyla Türkiye’ye hicret eder.

Türkiye’ye hicret eder etmesine ama orada da çok sıkıntılar çeker, muvakkat bir süre kalabalık ailesiyle beraber hemşeri ve akrabalarının yanında ikamet etmek zorunda kalır. Belli bir süre para sıkıntısı da çeker, hatta Beşiktaş’tan Yedikule’ye yayan gidip döndüğünü söyler. Lâkin ardından hemen; Allah’ın muhacirlere vaadini hatırladığını ve bir an bile olsun ye’se kapılmadığını söyler, nitekim hak vaad yerini bulur; Yedikule Küçükefendi Camii’nde imamlığa başlar ve ufak da olsa bir daire kiralar. Akabinde Ankara’da vaizliğe başlar ve burada Ahmed Hamdi Akseki Hocaefendi ile tanışır, hocaefendinin o zamandan Diyanet İşleri’ne Ehli Sünnet kadrolar yetiştirmeye çalıştığından bahseder. Ailevi meselelerden ötürü Bursa Orhangazi’ye taşınır ve burada belli bir dönem müftülük yapar. Burada da şeytan tıynetli insanlar hocaefendinin yakasını bırakmaz. Orhangazi Gençlerbirliği’nin düzenlediği bir seminerde alkolün haram olduğuna dair bir konuşma gerçekleştirir, bu konuşmasından ötürü müşterisi kaçan meyhaneciler hocaefendiye bilenirler ve onu öldürmeye teşebbüs ederler, lâkin muvaffak olamazlar.

Bu talihsiz olay üzerine hocaefendi İstanbul’a taşınır, belli bir süre Fatih ve Süleymaniye kütüphanelerinde memur olarak görev yapar ve İstanbul İmam-Hatip Okulu’nda da ders verir. 1956 senesinde İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olur. Enstitüde çeşitli kademelerde görev yaptıktan sonra nihayet 1963 senesinde müdür olur, 1964’te ise görevi bırakır. Bu sırada Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Konya’ya bir seminere gönderilir ve seminerde dinî nikâh hakkında sorulan bir soruyu İslâmî kaidelere göre cevapladığı için orada hazır bulunan bazı “Müftü”lerce laik devlete gammazlanır. Hakkında laik düzeni cebren değiştirmeye çalışmaktan dava açılır. Yine enteresan bir noktadır ki, davada bazı talebeleri (Hayrettin Karaman ve saz ekibi) yalancı şahitlik yapar. Nihayet 22 Mart 1968 tarihinde 1 yıl ağır hapis ve Kırşehir’de 4 ay zorunlu ikamet cezasına çarptırılır. Hapis zamanı boyunca eziyet çekmediğini söyler. Ahmed Davudoğlu Hocaefendi 7 Nisan 1983 senesinde Rahmet-i Rahman’a kavuşur. Kabri Eyüp Sultan Kabristanlığı’ndadır, Eyüp Sultan Camii'nden yukarı doğru, Kaşgarî Dergâhı’nı az geçtiken sonra beyaz bir tabela ile gösterilir. Allah rahmet eylesin.
Bu kadar çileli ve yoğun bir ömrün içerisinde ümmete birbirinden önemli telif ve tercüme eserler bırakabilmiştir. Eserleri şunlardır:

-Dini Tâmir Dâvasında Din Tahripçileri (Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in takdimi ile)

-Ölüm Daha Güzeldi (Hatırat)

-Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meali

-Büluğu’l-Meram Tercümesi ve Şerhi

-Mülteka Tercümesi (Mevkufat)

-Molla Hüsrev’in Kaynaklarıyla Büyük İslâm Fıkhı

-Kudûrî Tercümesi

-İbn-i Abidin Redd’ül Muhtar Tercümesi (Bu eserin tamamını tercüme edemeden vefat etmiştir, eserin devamını Şamil Yayınları tercüme etmiştir.)
 
Dipnot:
(1) Dünya Bir İnkılap Bekliyor, Necip Fazıl Kısakürek, Sh. 53


Baran Dergisi 508. Sayı