“Suffragette-Süfrajet”, 1900’lü yılların başında İngiltere’de kadınların oy hakkı için verdikleri mücadeleden küçük bir kesiti anlatan, belgesel gibi bir film. Hem gerçek hadiseleri anlatması, hem de filmdeki karakterlerin fazla ayrıntısına girmeden hadiseye odaklanması açısından belgesele daha yakın… Türkiye’de “Diren!” ismiyle gösterilen filmde, Helena Bonham Carter, Carey Mulligan ve kısacık rolüyle Meryl Streep rol alıyor. Yönetmeni Sarah Gavron’un da ikinci uzun metrajlı filmi.
“Suffragette-Süfrajet” kelimesinin, İngilizce “oy hakkı” anlamına gelen “suffrage” kelimesinden türetilmiş, oy hakkı isteyen kadınlara İngiliz gazetelerinin küçümsemek üzere taktığı bir isim olduğunu belirtelim. Emmeline Pankhurts isimli kadının öncülüğünde başlatılan hareketin üyelerine zamanla süfrajetler denilmiş.
Kimdir peki Emmeline Pankhurts, biraz daha yakından bakalım, çünkü pek az görünse de, film aslında onun hayatının özeti gibi:
Emmeline Pankhurst, İngiltere’de orta sınıf bir ailenin içinde büyür. Henüz 14 yaşındayken kadınların seçme ve seçilme hakkı üzerine yapılan bir toplantıya katılır. 1873-1879 yılları arası Paris’te bulunan bir kız okuluna gider. Geri dönüşünde, aynı yıl 24 yaşında olan avukat Richard Marsden Pankhurst ile evlenir. Beş çocuğu olur: Christabel Harriette, Estelle Sylvia, Frank, Adela ve Harry. Eşi Richard Pankhurst’un 1898’de vefatından sonra kocasından kalan cüzi miktardaki maaşı ile kıt kanaat çocuklarına bakmak zorunda kalır. 10 Ekim 1903 tarihinde kızı Christabel ve dört arkadaşı ile birlikte Manchester’da radikal kadın hareketleri çerçevesinde Kadınların Sosyal ve Politik Birliği’ni (WSPU) kurar. Kızları Sylvia ve Christabel de kadın hareketlerinde aktif bir şekilde çalışır. Kısa zamanda yaygınlaşan hareketin yöntemi gittikçe radikalleşir, basında hiç yer alamayan hareket dikkat çekmek için şiddete başvurur. Yangınlar çıkarılmış, bombalı saldırılar düzenlenmiş ve bu yüzden Pankhurst birçok defa tutuklanmıştır.
1913’te Pankhurst, Britanya Bütçe Başkanı David Llyod George’un villasına yapılan bombalı saldırının azmettiricisi olarak üç yıl hapis cezası alır. Bu karar kadın hakları savunucularının polis ile sokak çatışmalarına girmesine neden olur, resmi kurumlara ve başbakan Herbert Asquith gibi tanınmış kişilere saldırılar düzenlenir. Olaylar kundaklama ve bombalı saldırılar şeklinde bütün ülkeye yayılmıştır. 1913’te açlık grevi sebebiyle sağlık durumunun kötü olmasından dolayı Emmeline Pankhurst tekrar serbest bırakılır. Ancak süfrajetlerin eylemleri devam eder: Bombalı saldırılar düzenlenir, posta kutularına asit dökülür, kiliseler kundaklanır ve toplu taşıma araçlarına zarar verilir.
Olaylar, 1 Haziran 1913 tarihinde Epsom’da düzenlenen at yarışında, kralın atının önüne atlayan, ağır yaralanan ve kısa bir süre sonra ölen süfrajet Emily Davison’un ölümü ile iyice etkisini artırmıştır. Emily, Pankhurst tarafından kadın haklarının şehidi ilan edilir ve bildirilerinin manşetlerinde hipodromun meleği olarak gösterilir. Aynı yıl, 1913’de parlamento, tutuklu süfrajetlerin artan açlık grevleri nedeniyle “Kedi ve Fare Antlaşması” adlı kanun tasarısını kabul eder. Açlık grevi sebebiyle, zorla beslenmelerine rağmen ciddi derecede hasta olan tutuklular serbest bırakılır. Sağlığına kavuşan tutukluların ise tekrar tutuklanması istenir. Bu anlaşmayla sağlığına kavuşan Emmeline Pankhurst, Şubat 1914’de tekrar tutuklanır, bunun üzerine tekrar açlık grevine başlar, hastalanır ve tekrar serbest bırakılır.
22 Mayıs 1914 tarihinde ise, Birleşik Krallık hükümdarı V. Georg’a dilekçe vermeye çalışırken Buckingham Sarayı önünde tekrar tutuklanır. Orada bulunan fotoğrafçılar da, bu kadın hakları savunucusunun emniyet müdürü Rolfe’nin kollarındaki hâliyle tutuklanmasını çeker. Fotoğraf, aynı gün Londra’daki birçok gazetede manşet ve kadın hareketlerinin “görsel” ilk fotoğrafı olur.
Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile radikal kadın hareketlerinin faaliyetleri durur, Pankhurst propagandasını Britanya’nın savaş mücadelesine çevirir. 1918 yılında Emmeline Pankhurst Muhafazakâr Parti’ye katılır; fakat fazla aktif olmaz. Kasım 1918’den itibaren 21 yaş üstü kadınlar parlamentonun üyesi olabilmişler; fakat seçme hakları henüz verilmemiştir. Emmeline Pankhurst 1928 yılında vefat eder ve aynı yıl kadınlar için genel oy hakkı yürürlüğe girer.
Film, işte bu hikâyeyi, Maud isimli işçi kadının, ağır şartlarda çalışmasına rağmen, erkeklerle aynı ücreti alamayışını, patronu tarafından taciz edilişini, oy hakkı bir yana, çocuğu üzerinde bile hakkı bulunmayışını, (nitekim Maud’dan eylemlere katılıyor diye ayrılan kocası, bakamıyorum diyerek çocuğu evlatlık verir), bir tesadüf eseri Süfrajetlere dâhil oluşunu, oldukça sade, hattâ “duygusuz” bir şekilde anlatır. Maud, kendi çocuğundan, ailesinden, toplumundan kopmayı göze alarak, bu “marjinal” kadın örgütüne katılır. Komşuları tarafından dışlanır, kocası tarafından terkedilir, çocuğu elinden alınır, hapse girer, açlık grevi yapar, dayak yer, şiddet eylemlerine karışır… Sıradan bir İngiliz işçi kadının, kadın direnişine katılışı böylece hülasa edilir.
Ayrıca filmde, basının olayları görmezden gelişi, alay etmesi, toplumda “marjinal” bir avuç kadın algısı oluşturması, hiçbir eylemi haber yapmamasına da dikkat çekilmiş.  Ancak ne zaman ki şiddet eylemleri başlıyor, hükümet artık basının bile örtemeyeceği bu yangını söndürmek için masaya oturmak zorunda kalıyor. Filmde Pankhurst’un, “Biz yasaları çiğneyen değil, yasaları yapanlardan olmak istiyoruz!” ve “Yasalara saygı duymamı mı istiyorlar, o zaman saygın yasalar yapsınlar!” sözleri dikkat çekiyor. Filmin sonunda ise kadınlara “oy hakkı” veren ülkelerin kronolojik dökümü yer alıyor.
Çok yakın bir tarihten bahsediyoruz aslında. İngiltere’de kadınların, özellikle “işçi kadınların” gerçekten “ikinci sınıf” vatandaş ve “köle” muamelesi gördüğünü; Fransa’da, ABD’de ve hattâ tüm Avrupa’daki durumun bundan hiç de farklı olmadığını, feminist literatürü okuyanlar az çok bilir. Verilen mücadeleyi de… Batının “kadın hakları karnesi” oldukça kötüdür bu bakımdan. Zencileri “köle” olarak çalıştıran zihniyet açısından, kadınları da ikinci sınıf görmekte bir beis yoktu. Şimdi bizde, “Batılı bir çok ülkeden önce Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı Atatürk tarafından verildi” diye ilkokulda öğretilmeye başlayan motto var ya, işte o, bu Süfrajetleri filan görünce “komik” geliyor. Batıda “söke söke alınan hak”, bizde birileri tarafından “verilen”…
Aslında hikâyesi uzun, ama kısaca özetlersek durum şudur: Türkiye’de kadın hakları hikâyesi, cumhuriyetle başlamaz, bu bir… Kadın hareketleri cumhuriyet öncesinde başlamakla beraber, Batılı muadilleriyle aynı muhtevada değildir, bu iki… Osmanlı’daki kadın hareketleri, Batılı muadillerinden etkilenmekle beraber, iktisadî, sosyal, kültürel meselelerde (meselâ Batıda “kadın işçi” denilen, sanayi devrimiyle ortaya çıkan durumun Osmanlı’da henüz mevcut olmaması gibi) yaşananla aralarında bağ kurmaları mümkün olmamıştır, bu üç… En sona en komiğini sakladım: Nezihe Muhittin… Henüz “verilmeden evvel” kadınların oy hakkı için Cumhuriyet döneminde faaliyet gösteren bir kadın… Atatürk de dâhil faaliyetlerine izin verilmeyen kadın… Dönemin Cumhuriyet Gazetesi’nde, “Havva’nın kızları, meclise girip yılın manto modasını tartışacak” diye hareketi alaya alınan. Eh bu da dört olsun…
Bizdeki “kadın hakları” hikâyesi, Cumhuriyet’ten itibaren konuşulacaksa, şapka kanununa muhalefetten asılan Erzurumlu Şalcı Bacı’dan başlamak icab eder… Ondan sonra belki Nezihe Muhittin’e gelir sıra. Ama Atatürk’e sıra gelir mi bilmem, nitekim daha Latife Hanım’ın hatıraları var…

Baran Dergisi 479. Sayı