Halkını kötülüklerden koruyup iyiliğe doğru yönlendirmek; bir devletin varoluş gayesi bu değil midir? Nasıl tarif edildiğinden, hangi tasnif düzenine göre konumlandırıldığından bağımsız olarak devletler, varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa, bu temel prensibi hayata geçirmek ortak paydasında buluşmak durumundadırlar. Elbette burada, varlığı mecburi devlet düzeninden ve yine mecburen uyması gereken kurallardan bahsediyoruz. “Devlet küfür üzerine durur, zulüm üzerine durmaz” cümlesi, İslâm büyüklerinin meşhur hikmetlerinden birisidir.
Sürekli üzerinde dönüp duruyoruz: Bilhassa iktisad, güven/emniyet ortamının varlığını icab ettirir, emniyet ise inancı mihrakına alan bir ahlâkî hassadır. Güvenin olmadığı yerde bildiğimiz anlamda iktisaddan bahsedilemez. İşte o yüzden devletler güçlendikçe, iktisaden de terakki etmişlerdir. Bütün bunlar (inanç, ahlâk, devlet, iktisad) en latiften en müşahhasa doğru ruhun hasletleridir.

Bir İslâm devleti, kurallarını kendi koyacağı, ortamını kendi belirleyeceği iktisadî bir düzene sahib olacaktır. Burada önemli olan, insan fıtratına mutabık kurallar ihdas etmektir ki insan fıtratının Mutlak Fikir’le tenakuz teşkil etmeyeceğini bir tesbit olarak en başta belirleyelim. Elbette bu Mutlak Fikir, kişinin kendini putlaştırması halinde kendi fikrini mutlaklaştırmasıyla oluşturduğu sabiteler düzeni değil, ancak peygamber aracılığıyla ve örnekliğiyle Mutlak Varlık Allah’tan gelen mutlak sabiteler bütünüdür. Mevlüt Koç’un dediği gibi “Mutlak Fikir’den hareketle temellendirilmiş, her örgüsü tezatsız, anlamlı ve tutarlı bir “Bütün Fikir” yoksa, karşınızda bütün bir dünya ve bu dünyaya muhatab insan da yoktur.” Dikkat edilirse mutlaklık kaçınılmaz. Fıtrat ile Yaradan’ın rahmetinden dolayı miyar olsun gönderdiği Mutlak Fikir arasındaki bu münasebet, insanlığın temel hikâyesidir. Bir teşbih ile anlatmak gerekirse, insanın özü olan ruh ile Yaradanının ona uygun yaşasın diye insana gönderdiği Mutlak Fikir/İslam, birbirine tıpatıp uyan “dişli” parçaları gibidirler. İnsan, suflîden ulvîye, dünyevî nisbetten ruhî hayata doğru yöneldikçe, İslâm ile mutabakatı gitgide daha çok mükemmelleşir. Bahsi fazla uzatmadan iktisad özelinde hülasalandırmak gerekirse, en mükemmel iktisadî düzen Mutlak Fikir’e yönelik en doğru anlayışın hâkim olduğu bir ortamda belirecektir.

Madem öyle ve madem devlet iktisadî düzenin belirleyicisi, İslâm’ın bir bütün halinde hayata tatbikinin nazarî ve amelî planını oluşturan BD-İbda’nın iktisad ölçülerinin çerçevesini şeriatın tayin edeceği muhakkaktır. Kural koyucuları bir taraftan kafa karışıklığından koruyan, bir taraftan da her çıkan yeni soruna çözüm üretimi cihetinde müthiş bir zihnî cehd sarf etmeye zorlayan bir çerçeve bu... Hürriyet, nasıl başıboşluk içinde mihraksız bir düşünüş ve yaşayış biçimi olarak anlaşıldığı ölçüde kaotik bir esarete dönüşüyorsa, mutlak fikir menşeili tahdid de o ölçüde gerçek hürriyete eriştirici bir kaldıraç vazifesi görmektedir.

Önceki yazılarımızda iktisadî dönüşüm ve paylaşım açısından muhtelif tesbitler yapmış, bazı sabitelerin varlığından bahsetmiştik. Faizi olumlu ve olumsuz yönlerinden ele almış ve faizin olumlu cihette gördüğü fonksiyonu yerine getirecek bir araç ikame edilmezse, sadece faizin kaldırılmasının yeterli olmayacağını da belirtmiştik. Faizin ülke içi ve ülkeler arası gelir ve servet dağılımını bozduğu, sermayeyi pahalandırdığı, enflasyona yol açtığı ve bütün bunlar dolayısıyla dünya çapında servetin belli ellerde odaklanması sonucunu doğurduğu eleştirilerine üç aşağı beş yukarı herkesin katıldığı gözlemlenmektedir. Diğer taraftan faize günümüzde yüklenen tek olumlu yön ise, dağınık serveti sermaye haline getirmesi ve böylece yatırım ve istihdama pozitif yönlü bir etkide bulunmasıdır; bu iddia kısmen doğrudur. Öyleyse, ülke içi dağınık serveti (sermaye parçacıklarını) merkezileştirip iş görme kabiliyetine sahip gerçek sermaye haline getirecek ve akabinde bunu ülkenin menfaati istikametinde kullanıma sokacak şeriat dairesi içinde bir kısım mekanizmaların ve kurumların ihya ve icadı şarttır. Faizin önü ticarî işlemlerde ve kredilendirmede sımsıkı bir şekilde kapatılırken tüccarı ve borç vermeye isteksiz kesimleri teşvik edecek bu mekanizma ve kurumların zaruretini inkâr ise abesle iştigaldir. Biz bu hafta bu mekanizmalardan biri olarak mütalaa ettiğimiz ve son 30 yıldır uygulanıp işlediği görülen “sukuk” yöntemini ana hatlarıyla ele almak istiyoruz.

Ancak öncelikle, borsa ve faiz uygulamalarında göz ardı edilen, belki yapanın bile tam olarak farkında olmadığı önemli bir tesbiti iktibas edelim:

“Azgelişmiş bir ülkeye mali yatırımların yapılabilmesi veya kısa vadeli yabancı sermayenin bu ülkelere girişi, bir takım teşvik uygulamaları gerektirmektedir. Bu doğrultuda en önemli teşvik unsuru da, “yüksek reel faiz” olmaktadır. Ancak yabancı sermayenin yüksek reel faiz elde etmek için ülkeye girmesi, gerçekte o ülkenin iç dinamiklerinden sağlanan sermayenin (ulusal tasarrufların) yurt dışına sızması sonucunu doğurmaktadır. (Cansen, 2003:1) Bu da ülke kalkınması için gerekli olan kaynağı geri dönmemek üzere yabancılara kaptırılması ve ülkenin hızlı bir şekilde fakirliğe sürüklenmesi anlamına gelmektedir.” (Doç. Dr. Figen Büyükakın, “Sukuk uygulamalarının finansal piyasalar için önemi”, İslam İktisadı ve Finansı)
Aslında bütün mesele bundan ibaret ve sırf ülkeye sermaye akışı sağlansın ve devletin iki yakası bir araya gelsin diye uygulanan meşhur “sıcak para politikası”nın nelere mal olduğunu gayet net bir şekilde anlatıyor. Bizim gibi “üçüncü dünya ülkeleri”ne tevdi olunan vazife, elbette global kapitalizmin nazarında, halkının azmederek ortaya çıkardığı “sermaye parçacıkları”nı faiz ve borsa yoluyla zengin merkezlere transfer etmek şeklinde görülüyor. Bizim en önemli değerimiz olan bu sermaye parçacıkları, ülke içinde toplanıp yatırıma çevrilecek yerde, mezkûr usullerle yurtdışına gönderiliyor ve yabancı sermaye her zaman getirdiğinden kat be kat fazlasını alıp götürüyor. Bizim bu anlamda ihtiyacımız olan tamamen, son günlerin moda tabiriyle söylersek, yerli ve milli sermaye odaklanmalarıdır ve bu haliyle yabancı sermaye, hele ki doğrudan yatırıma dönüşmüyorsa, asla kabul edilmemesi gereken bir zehir gibidir. Bu meseleyi müstakil bir başlık altında inceleyeceğiz.

Bahsimize dönecek olursak… Sukuk, sak kelimesinin çoğuludur ve eşit değerli sertifikalar anlamına gelmektedir. En basit şekliyle sukuk, bir varlığa sahip olmayı veya ondan yararlanma hakkını göstermektedir. Sukukta yer alan hak/iddia, sadece nakit akışı hakkı değil, aynı zamanda mülkiyet hakkıdır. Bu, sukuku tahvil ve bonodan farklılaştırmaktadır. Geleneksel borçlanma araçları faiz taşıyan menkul kıymetlerden oluşurken, sukuklar temel olarak varlık sepetinde sahiplik hakkından oluşan yatırım ve kira sertifikalarıdır. Bölünmez hisselerle sahiplik yetkisini temsil ederler ve faizsiz bono olarak tanımlanmaktadır. Faizsiz bono olarak tanımlanmasının sebebi, dünya üzerinde şu ana kadar ihraç edilen sukukların tahvil-bonolar gibi sabit getiri vermesinden kaynaklanmaktadır. Her ne kadar birçoğunda getiri garanti edilmese ve bir varlığa dayalı olarak çıkarılsa da, çoğunlukla getirinin sabit olması ve dolayısı ile sukuk fiyatının hesaplanmasının tahvil-bono gibi olması böyle ifade edilmesine yol açmıştır. Ancak faiz ile özdeşleşmiş bono kelimesinin bu ürün ile kullanılması, katılım bankacılığı prensipleri açısından birçok tartışmaya yol açmaktadır. Sukukta özellikle sabit getiri sağlayan bonolar, kira getirili bonolardır ve bu bonoları sadece İslam ülkeleri değil, son yıllarda Batılı ülkelerdeki gayrimüslim girişimciler de çıkarmaya başlamışlardır. Mülkiyet hakkını da içeren bir kira geliri haricinde, sabit getiri veya faiz taşıyan bonolara İslam hukukunda izin verilmemiştir. Bu nedenle sukuk, faiz ödemeyi veya faiz masrafı yüklemeyi yasaklayan, sektördeki danışma kurulu üyeleri tarafından icazet verilmiş, İslami hukuku prensiplerine uygun menkul kıymetlerdir.

Sukuk ilk olarak alış-veriş ve diğer ticari faaliyetlerden kaynaklanan finansal yükümlülükleri gösteren bir kâğıt olarak orta çağda daha çok Müslümanlar tarafından kullanılmıştır. Öyle ki bugün sıklıkla kullanılan “çek” kelimesinin menşei, sukukun tekili olan “sak”tır. Lakin günümüz sukuku geçmişte kullanılan bu sukuktan farklıdır. Sukuk, ilgili varlığın değeriyle münasib oluşturulan sertifikalar aracılığıyla varlığın mülkiyetinin geniş yatırımcı kitlesine transfer edildiği bir süreç olan seküritizasyona benzemektedir. (İngilizce’de “securitization” olarak adlandırılan seküritizasyon, kısaca bilançonun dönen varlıklar bölümünde stok halindeki uzun vadeli ancak taksitlere dayanan alacakların likit hale dönüştürülmesi işlemidir. Bu alacaklara örnek olarak, kredi kartı alacakları, otomobil alacakları, konuttan kaynaklanan ipotek alacakları gösterilebilir.)

Bu noktada sukuku da tarif etmek için kullanılan bono uygulaması ile sukuk arasındaki farklılıklara bir bakmak lazım gelmektedir.

Bono: İhraç edenin faiz ödemeyi kabul ettiği ve belirtilen vadede bono sahibine anapara ve getiri/faiz ödemesini taahhüt ettiği bir borç sertifikasıdır.

Sukuk: Bir borçlanma vasıtası değildir; temelinde mutlaka bir dayanak varlık bulunmaktadır. Sertifika sahibine dayanak varlıktan doğan gelirden istifade etme hakkını tanır. Gelir, faizsiz bankacılık prensiplerine uygun olan varlıklardan elde edilir (örneğin, gayrimenkulün kiralanması).

Sukukta yatırımcılar bir yatırım projesine katılarak riski beraber üstlenmektedir.

Sukuk da bono gibi kote edilir, derecelendirilir ve beher sertifika fiyatını alır.

Sukuk ile bono arasındaki farkları şu şekilde tam bir tasnife tabi tutabiliriz:

Esas: Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, sukuk bir borç değildir, belirli bir varlık/projede yatırımcıların bölünmez hisselerini ve haklarını temsil eder. Diğer taraftan bono ise onu çıkaranın borcudur.

Dayanak: Sukuk bonoları asgari % 51 maddî varlıklara dayanmak zorundadır. Proje dolayısıyla yatırımcı dayanak varlık veya bir hak/hizmet üzerinde mülkiyet hakkı edinirken sıradan bonoda herhangi bir dayanağa ihtiyaç duyulmamaktadır. Genelde dayanak bir varlık olmadığı için teminata da bağlanmamıştır. Alacaklılar alacaklarını doğrudan borçludan taleb ederler.

Teminat: Sukuk uygulamalarında ek teminatların haricinde varlık veya projelerde mülkiyet hakları ile teminat sağlanmaktadır. Öte yandan bonolar genellikle teminatsız senetlerdir.
Anapara ve gelir: Sukukta bonoyu çıkaran tarafından herhangi bir garanti verilmezken normal bonoda garanti altındadır. Anaparaya herhangi bir garanti verilmemesi, İslâm’ın Müslümanlara tavsiye ettiği ticarî girişimcilik ruhuna güzel bir örnektir. Belli teminatlar sağlanmakta, ancak her şey yüzde yüz garanti altına alınmamaktadır. Kısmet ve cehd ile de yakın alaka içindeki bu bahsi, İslam’da ticareti ele almayı düşündüğümüz bölümde etraflıca inceleyeceğiz.

Amaç: Sukuk bonoları faizsiz bankacılık prensiplerine uygun amaçlar için ihraç edilirken normal bonolar her tür amaç için çıkarılabilirler.

Sertifika sahiplerinin riskleri: Sukukta sertifika sahipleri temel varlıkların/projelerin performansından payları oranında etkilenirler. Ayrıca borçlunun performansı da sukuk ödemelerini etkileyebilir. Hâlbuki bono sahipleri, herhangi bir dayanak varlık söz konusu olmadığından, dayanak varlığın performansından değil, sadece borçlunun finansal durumundan etkilenirler.
İhraçcı (Çıkaran kurum): Sukuk uygulamalarında bunlar sermaye şirketi veya tacir niteliğini haiz gerçek veya tüzel kişilerin bir araya gelerek ve malvarlıklarını birleştirmek suretiyle yazılı bir sözleşmeye istinaden oluşturdukları adi ortaklık iken, bonolarda kamu veya özel kesimden tüzel kişiliklerdir.

Baran Dergisi 578. Sayı