Suriye’nin Nükleer Silahı... Ali Osman Zor’un Tutukluluğu... Kumandan Mirzabeyoğlu’ndan bir haber var mı? (Av. Güven Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “iyi” olduğunu, ancak üç yıldır Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yaşayan, BARAN ve KAİDE dergilerinin eski genel yayın yönetmeni ve kayınbiraderi Ali Osman Zor’un Kırgız güvenlik güçlerince gözaltına alınmasından ve Türkiye’nin Zor’u iade talebinden bahsediyor. Kırgızistan’dan ABD aleyhine yazdığı yazıların birilerini rahatsız ettiğini ifade ediyor. “Gelecek Salı günü, avukat meslektaşım Ahmed Arslan’la beraber, bu konuda birtakım teşebbüslerde bulunmak üzere Bişkek’e gideceğiz, Cumay Suyunaliyev beyefendiyle de görüşeceğiz” diye ekliyor.) Yolunuz açık olsun. Eşim Isabelle bahsetmişti kendisinden. 2003’te İstanbul’daki sinagog bombalamaları vesilesiyle KAİDE dergisinin yaptığı yayın da bahane ediliyor sanıyorum. Şimdi iadesini istiyorlar demek... 9 Mayıs’ta Kumandan Mirzabeyoğlu’nun doğum gününü tebrik etmek üzere O’nu görmeye gidecektiniz. Nasıl geçti? (Av. Yılmaz, doğum günü organizasyonunun iyi geçtiğini; Mirzabeyoğlu’nun, Carlos’tan gelen doğum günü mesajı dolayısıyla Carlos’a çok teşekkür ettiğini söylüyor.) Aslında Kumandan Mirzabeyoğlu’nun doğum gününü tebrik etmek için tam da o gün telefonla sizi arayacaktım ama, bir gün öncesinden aramak zorunda kaldım. Şayet soracağınız başka birşey yoksa, konuşulması gereken birçok mesele var, bir tarafından başlayayım istiyorum. Şu ân dünyada birçok hâdise olup bitiyor ve nereden başlayacağımı doğrusu tam olarak kestiremiyorum. Fakat Arab dünyasında olanlara temas etmem daha uygun olur sanıyorum. Biliyorsunuz, bir yandan Libya hava sahasının NATO tarafından işgali ve özellikle geceleri havadan bombalanması sürüyor, diğer yandan da Suriye’deki halkın daha iyi bir rejim, halkın daha çok temsil edileceği meşrû bir sistem talebiyle başlattığı isyan yayılıyor. Tabiî meseleye başkaları da dahil oluyor ve hem güvenlik güçlerinin hem de başka ülkelerden oraya gönderilenlerin silah kullanması tarzında tuhaf bir oyun sürüp gidiyor. En başta şunu söylemek isterim: Bu nevî karmaşalar yoluyla Suriye’deki hükümeti devirmek pek mümkün değildir. Şu bakımdan söylüyorum ki, ilk defa bundan 41 sene önce gittiğim ve bir kısım idarecilerini yakından tanıma fırsatı bulduğum, açıkçası oldukça iyi bildiğim bir ülkedir Suriye. Bu çerçevede, şimdi cereyan eden olaylar gibi çıkışlarla ne hükümet düşer ne rejim yıkılır, ancak çok sayıda insan korkunç biçimde katledilir, üstelik burada ölenlerin çoğu da hakiki Müslümanlar olur. Bunu da asla istemem. İnsanların “değişim” istikametindeki meşrû dilekleri, ne kadar berrak olduğunu bilemediğim bir rejim değişimi hedefine varamaz. Berrak değil diyorum, çünkü ortada bir çatışma var ama rejime karşı mücadele edenlerin hedefleri net mi, ondan emin değilim. İktidardaki yapının bizce müsbet yönleri olsa bile, güvenlik güçleri bünyesinde dahi, aralarından bazılarının açıkça NATO istihbarat servislerine çalıştıklarına bizzat şâhid oldum. Üstelik yeni değil, 1980’lerde başlayan bir süreçten bahsediyorum. Bazı insanları utandırmak istemediğim için fazla teferruata girmek istemiyorum. Fakat bir kısmı nisbeten iyi de olsa, diğer kısmı apaçık hain olan, Batıya çalışan ve yolsuzluklara batmış böylesi insanları bizzat tanıdım. Her ne olursa olsun, bölgedeki siyonist üstünlüğe karşı bizim son kalemizdir Suriye; burası da açık. Rejimin şu ân başında olan Hafız Esad’ın oğlu Beşşar Esad, kötü bir insan değil. Şunu kasdediyorum: Bugün ülkeyi yöneten aile içinde çok daha kötüleri var ki, Beşşar Esad’ın alternatifleri inanın daha korkutucu. Kaldı ki, herhangi bir rejim değişiminin çok daha iyi neticeler getireceğini kim bilebilir? Belki Suriye’yi çok daha kötü günlere ve sefalete götürecektir böyle bir gelişme. Bu tesbitlerim, Suriye’deki rejim hiç değişmesin demek değildir. Aksine, ülkede mevcut baskıya, adaletsizliğe ve yolsuzluğa karşı mutlaka bir rejim değişikliği gerçekleştirilmelidir, ancak Alevîler de bu değişimin bir parçası olmak ve tedricî bir iyileşme sağlanmak kaydıyla. Bir diğer ifadeyle, farklı yapıdaki bazı grub ve aşiretlerin birleşip rejim değişimine teşebbüs etmesi ve bazı temel unsurları dışlaması, çok daha büyük bir karmaşa ve acının doğurucusu olacaktır. Kanaatim bu yöndedir. Suriye hükümetinin bugün Kamışlı havalisindeki Kürtlere, bugüne kadar tanımadığı vatandaşlık haklarını vereceği hususu da, yetersiz ama ileriye doğru atılmış bir adımdır. Suriye’deki Kürtler, Türkiye, Irak ve İran’daki Kürtlere kıyasla, marjinal sayılabilecek kadar azınlıkta bir kesimdir. Fakat çok geç olmasına rağmen, bu hamle de yerindedir. Meselenin Türkiye’yi ilgilendiren yönü de ortada. Bugün patlamaya hazır bir bomba hüviyetindeki Suriye’de gerçekleşebilecek daha büyük çaplı olaylar, ister iyi, ister kötü, isterse daha kötü istikamette olsun, Türkiye’yi de yakından ve derinden etkileyecektir. En başta, Suriye’deki muhtemel değişiklikler, Türkiye’yi sıkıştırmak üzere kimilerince kullanılabilecek, Türkiye’nin müsbet yöndeki belli siyasî hamleleri böylece boşa çıkarılmak istenecektir. Bu noktada, Türkiye’nin de bölgedeki kirli savaşta NATO’nun ajanı olarak faaliyet göstermekten, kendisini bu tür emirlere muhatab kılan NATO üyeliğinden vazgeçmesi gerekmektedir. Biliyorsunuz, bölgedeki belki en büyük yabancı askerî üsler Türkiye’dedir. Üstelik, Afganistan gibi ülkelere Müslüman Türk askerlerinin gönderilmesi de bu NATO üyeliği yüzünden sözkonusu oluyor. Hernekadar oradaki askerlerin altyapı, inşaat ve eğitim gibi sahalarında istihdam edildiği söylense de, bunlar birer propagandadan ibaret. Din kardeşlerine karşı sıcak savaşa girmiyormuş gibi de gözükse, neticede oradaki Amerikan işgalinin ve her günkü Amerikan katliamlarının bir parçası ve destekçisi rolündedir Türk ordusu. Suriye’deki herhangi bir rejim değişikliğinde, Kürtlerin Türk devletine karşı verdiği gerilla mücadelesinin de kışkırtılabileceği unutulmamalıdır. Sadece o da değil elbette. Büyük bir Hıristiyan nüfusu barındıran Suriye’deki herhangi bir rejim değişikliği akabinde, Batı –özellikle Fransa- destekli silahlı bir Hıristiyan muhalefeti bile gelişebilir, geliştirilebilir. Suriye’deki Hıristiyanlar, bölgeye sonradan gelen Kürtler ve Türklerden önce bile oradaydılar; kadîm bir toplulukturlar yâni. Kürtlerin yaptığı tarzda, -adına ister gerilla mücadelesi deyin, isterse terörizm- böyle bir silahlı mücadele ortaya çıkabilir ve bu da Batının oraya müdahale etme imkânına kapı açabilir. Yetmiyormuş gibi, Suriye’yle Türkiye arasında tarihten gelen bir Hatay meselesi vardır ve Suriyeliler o bölgeyi kendi tarihî vatanlarının bir parçası olarak görmektedirler. Bu noktanın da Suriye’deki karmaşa vesilesiyle kaşınabileceği unutulmamalıdır. Mesele, sınırların değiştirilmesi değil, bu hâdisenin bir baskı unsuru olarak öne çıkartılması ihtimalidir. Bugün Batı, Türkiye’nin siyasî istikametini –eksenini- değiştirmeye başladığını düşünmektedir ve aleyhine gördüğü bu değişimi engellemek üzere, Suriye’deki karmaşayı kendisine çeşitli bahaneler temin edebilecek bir araç olarak kullanabilir. Kısacası, Suriye’de köklü bir rejim değişikliği istemeden önce, Türkiye’nin hesaba katması gereken karmaşık birçok faktör vardır. Hem zaten bölgedeki en büyük problem, Suriye’de bir rejim değişikliği gerçekleştirilmesi falan değil, tüm bölgenin istikrarını bozan siyonist işgaldir. Bu açıdan baktığımızda, İngiliz ve Fransız işgalciler tarafından çizilen sunî sınırlarla bölünmüş ve sunî devletçiklere ayrılmış bu Müslüman topraklarındaki aynı sunîlikte kavmî yahud millî meseleler, “ikinci derecede” bir nitelik arzetmektedir. Aslolan, emperyalizmin bölgedeki askerî ve iktisadî işgalinin öncü kolu ve üssü olan siyonist devlete karşı mücadeledir, onu oradan tutup çıkartmaktır. Bununla, nerede yahudi görürsek ortadan kaldıralım demiyorum, bir işgali sonlandırmaktan bahsediyorum. Suriye’nin siyonist devlete karşı niçin son kale, hem de belki en önemli kale olduğunu biraz daha açmak isterim. İlk olarak şunu söyleyeceğim: Suriye hükümeti, evet, İsrail’e karşı dikilen en son kaledir. Kalan hepsi, İsrail’in müttefiğidir maalesef. Mısır meselâ... Hernekadar birtakım siyasî değişiklikler olduysa da, hükümete şu isim gelmiş bu isim gitmiş meselesinden ayrı olarak, Mısır rejimi uzun bir dönemdir İsrail’in müttefiği ve koruyucusudur. Hükümetler falan birşey ifade etmez, aslolan rejimin niteliğidir. Aynı şekilde, Ürdün... Daha 1948 öncesinden beri siyonist hareketle ittifak hâlinde olan ve kraliyet ailesinin iktidarının İngilizlerce tesis edilmesi için onlarla yakın ilişkiler kuran bir yapıdan, bir rejimden bahsediyoruz. Velhâsıl, sözkonusu olan, çok karmaşık bir meseledir. İkinci olarak, Baas partisi, ister Suriye’de ister Irak’ta olsun, tüm bir halkı siyonist devlete karşı silahlandırmıştır. Üstelik sadece bu bölgedeki değil, tüm dünyadaki ihtilâlciler için bu toprakları “cennet” kılmışlardır. Siyonist işgale karşı savaşanlar bir yana, Latin Amerika’dan Asya ve Afrika’ya kadar, verdikleri mücadelelerden dolayı başı derde giren, hattâ ülkelerinden sınırdışı edilen, sürgün edilen, cezaevinden çıkarılan veya kaçan tüm devrimciler, gerek Irak’ta gerekse Suriye’de gayet iyi karşılanmış ve kendilerine siyasî mücadelelerini buralarda da sürdürme imkânı tanınmıştır. Tabiî, Irak’taki milliyetçi rejim ve Saddam Hüseyin düşürüldükten sonra, bu imkânlar Irak’ta yoktur artık. Suriye’de ise, şu veya bu derecede hâlâ mevcut. Üçüncü olarak, Suriye’nin İsrail’e karşı, başka hiçbir ülkede olmayan ve İsrail için “felâket” anlamına gelebilecek bir silahı vardır. Bu yüzdendir ki, Irak’ta veya Libya’da yaptıklarını ve hâlen yapmak istediklerini, bu “silah”tan korktukları için Suriye’ye yapamıyor, ona doğrudan saldıramıyor, işgal teşebbüsünde bulunamıyorlar. İsrail’e mesafece uzaklığından dolayı Irak’ta mevcud olmayan ama Suriye’nin elinde olan bu silah nedir peki? Söyleyeyim: Nükleer saldırı silahı! Suriye’nin nasıl olur da “nükleer saldırı” yapma imkânı olabilir diye merak edilebilir. Unutulmamalıdır ki İsrail, atom bombasına sahib bir devlettir. Zamanında ırkçı Güney Afrika devleti ve Fransa’nın verdiği teknolojik destekle bunu imâl etmiştir. Ne var ki, İsrail’in bu silahları imâl ettiği veya sakladığı nükleer tesisler, Suriye’nin hem bilgisi hem de füze ve uçaklarının menzili içindedir. Sovyetler’den geçmişte iyi bir istihbarat ve füze stoğu devşirmiştir Suriyeliler. Ellerindeki Scud füzeleri ve uçaklarla, dilediği zaman sözkonusu nükleer tesisleri vurabilirler. Suriye’nin ardarda göndereceği bu füzelerin yahud uçakların hepsini birden vurması, İsrail için imkânsızdır. Tek bir füze bile o nükleer tesislerden birine ulaşsa, İsrail’in işi bitmiştir. Açıkçası, İsrail’in elindeki nükleer güç, sınır olarak en yakınındaki düşmanına kendi elleriyle atom bombası sağlayıcı bir niteliktedir. Bu tesislerden yayılacak radyasyon, İsrail’deki hayatı bitirebilecek korkunçlukta olacaktır. Gerek Necef Çölü’ndeki Dimona’da bulunan nükleer tesisin, gerekse Telaviv yakınlarındaki güya gizli nükleer tesisin yeri ve diğer kritik tesislerin mevkîleri, Suriye devletince gayet iyi bilinmektedir. Kuşkusuz böyle bir durumda Filistinlilerin de etkilenmesi tehlikesi bahis mevzuudur. En çok istemeyeceğimiz şey de budur. Ne var ki, biri sizi vurursa, siz de vuranı vurursunuz, bu kadar basit. Üstelik Suriye, bu tür bir saldırıyı gerçekleştirebilecek güçte olduğunu 1973’te isbatlamıştır. Suriye ordusu, İsrail’le ateşkesten hemen önce, Necef Çölü’ndeki güya çok gizli ve stratejik bir İsrail havaalanını Scud füzeleriyle vurmuş, oradaki yine güya çok gizli hava kuvvetleri akademisi isabet almış ve yüzden fazla askerî akademi öğrencisi ölmüştür. Şam yakınlarında Sovyetler’in inşâ ettiği ve havadan imha edilemez muazzam tüneller ve füze üsleri vardır ki, İsrail’in herhangi bir saldırısında yahud Suriye’ye yönelik bir düşman saldırısında, muhakkak devreye gireceklerdir. Öyle kabasaba füzeler de değil, hedefini bulan tipte ve hedefe yeterli yakınlıkta füzelerdir bunlar. İsrail’in neresinde ne olduğu, gerek oradaki, gerekse dışarıdaki Müslümanların istihbaratları sonucunda, çok iyi bilinmektedir. Size şunu da söyleyeyim: İsrail’in sonunu getirmek o kadar zor olmadığı gibi, öyle dünyanın büyük gücü falan da değillerdir. Korkaktırlar, yolsuzluğa ve ikiyüzlülüğe gömülmüşlerdir, emperyalizmin desteğiyle ayaktadırlar. Bitirirken, gazeteci Ali Osman Zor’a, Kırgızistan rejimi tarafından saygıyla ve sahib olduğu kanunî haklara riayet içinde davranılmasını arzuluyor ve bu meselenin tek bir kişinin şahsî meselesi olmadığının bilinmesini istiyorum. Ali Osman Zor’a, kendisini bizim için, ümmet için fedâ etmiş bu militan gazeteciye karşı takınılacak tavır, Kırgısiztan’ın rejim olarak, haklının ve halk için iyi olanın yanında mı, yoksa yabancı güçlerin yanında mı saf tutacağını göstermesi bakımından önemlidir. Kırgızistan, ne Amerikan ne de Rus tarafının ajanı olmalıdır. Fakat çıkarının, emperyalist Amerikan işgalcileri yanında saf tutmakta olmadığını, Rusya’yla iyi ilişkiler çerçevesinde öncelikle haklının ve halkının tarafında durmakta olduğunu anlamalıdır. Tutması gereken taraf, Kırgızistan’daki üssünü basamak yaparak Afganistan Müslümanlarını bombalayan, İslâm topraklarını işgal edenler olmamalıdır. Geleceğinin, Çin’den Bulgaristan sınırına kadar uzanan Büyük Türkistan’da olduğunu görmelidir. Kısacası, Ali Osman Zor’un meselesi, onun şahsî hürriyet davası değil, öncelikle Kırgızistan’ın bağımsızlık meselesidir. Allah, Ali Osman Zor’un ve dünyanın her köşesinde haksız biçimde hapishânelere konulan tüm Müslümanların, tüm militanların yâr ve yardımcısı olsun. Allahü Ekber. 14 Mayıs 2011 İngilizceden Tercüme: Hayreddin Soykan