Öncelikle ahlâk kanseri olduğumuzu kabul etmemiz, ardından da derinlemesine tahlillerle bir tarih muhasebesine başlayıp doğu batı muhasebesi yapmak ve bunları yaparken çeşidini teşhis ettiğimiz kanserin cinsine göre esas, usul ve gayeler belirleyerek tedavimizi gerçekleştirmeliyiz.

 Memleket gündemini adeta silkeleyen tecavüz vakalarına her geçen gün yenileri ekleniyor. Bu topraklardan yetişmiş birileri, kadın, kız, erkek, büyük, çocuk demeden komşusunun, öğrencisinin, kendi öz evladının, akrabasının, arkadaşının yahut hiç tanımadığı kimsenin ırzına nasıl oluyor da göz dikebiliyor? Bakınız, vukuu bulan bu hadiseler her ne kadar milletimizde büyük bir infial uyandırıyor ve dolayısıyla cemiyet, gözünü cereyan eden hadiseye dikerek arkasında yatan sebebleri idrak etmeye çalışmıyorsa da, tüm bunlar emarelerinden daha büyük bir hastalığın alametleridir. Hangi hastalık mı? Kanser olmuş olan ahlâk hastalığımızın.

Kemâlizm, İslâm’a olan düşmanlığı dolayısıyla ilk olarak Müslümanlara yöneldi ve batıcılık mikrobunu cebren insanımıza zerk etti. Bu mikrob her ne kader zehri şifaya tahvil etmekte mahir vücudlarda beklenen tesiri gösterememiş ve hatta bünyenin bağışıklık sisteminde aşı tesiri yapmışsa da, cemiyetimizin büyük bir çoğunluğunda evvelâ idraklerin iğdişine, ardından da bundan dolayı şuur kaybıyla beraber reflekslerine teslim olunmasına vesile oldu. Bununla beraber işçide işçi, işverende patron ahlâkı; esnafta esnaf, müşteride müşteri ahlâkı; iktidarında iktidar, muhalefetinde muhalefet ahlâkı, çocukta çocuk, ailede aile ahlâkı; öğrencide öğrenci, öğretmende yetiştirici ahlâkı; gazetecisinde gazeteci, köşe yazarında köşe yazarı, okurunda okur ahlâkı; çiftçisinde çiftçi, çobanında çoban; velhasıl insanında insan ahlâkı ortadan kalktı. İnsanı hayvandan ayıran başlıca amillerden biri olan şuur ortadan kalkınca, tabiî bir şekilde insanî faziletler yerini bir bir rezaletlere yani hayvanî insiyaklara bıraktı. Buna mukabil hayvanlaştıkça, insanî bir şekilde muamele görme arzusu da ters orantılı bir şekilde arttı.

Yalnız bizim ülkemizde mi? Elbette ki hayır. Bütün bir dünyada, “tanrı”yı tabiattan ve cereyan eden hadiselerden tecrit etmek adına baş döndürücü bir süratle ardına düşülen teknik ve tekniğin gelişmesiyle elde edilen aletler dolayısıyla değişen ihtiyaçlar, zaten idrakleri iğdiş edilmiş cemiyetlerin tahrib olmuş şuurlarında onarılması güç yaralar açılmasına sebeb oldu. Tekniğin bu süratinin hemen yanına çöreklenen ve doğan bu menfiliklerden, şuursuzluktan ve ahlâksızlıktan beslenen kapitalizmi de denklemin doğru tarafına yazar ve bu manzaraya bir daha bakarsa olursak; esasında Allah Resulünün bahsettiği ve Sahabileri tir tir titreten “ahir zaman”ın ne demek olduğunu da, daha sağlıklı bir şekilde idrak edebilir ve belki ancak o zaman ne ile karşı karışya olduğumuzun şuuruna varıp kendimizden başlayarak âleme çeki düzen vermenin derdine gark olmasını becerebiliriz.

Şimdi, bünyeyi içten içe kemiren bir kanser ile karşı karşıyayız ve hâlen tecavüz gibi, ırza geçme gibi işin yalnız cildin sathında çıban gibi baş veren emarelerine takılmış kalmış bulunuyoruz. Bu çıbanın tedavi edilmesini istiyorsak, daha derinlere inmek zorundayız. Öncelikle ahlâk kanseri olduğumuzu kabul etmemiz, ardından da derinlemesine tahlillerle bir tarih muhasebesine başlayıp doğu batı muhasebesi yapmak ve bunları yaparken çeşidini teşhis ettiğimiz kanserin cinsine göre esas, usul ve gayeler belirleyerek tedavimizi gerçekleştirmeliyiz. Hülasa, şeklen –halen- muhafaza edebildiğimiz insanlığımızın muhteviyatını da insanlaştırmamız gerekmektedir; yeniden insan olmakla ancak bu hastalıktan ve onun tezahür eden emarelerinden kurtulabiliriz. Yoksa yargıya bu hastalığın neticesi “çıbanları” sıktırmak aslî bir tedavi metodu olamaz; olsa olsa zaman kaybettirici ve bu arada hastalığı daha azmettirici bir saik olur. Ahlâkın müesseseleşemediği yerde hukuk da olmaz, cemiyet de olmaz, devlet de olmaz. Yalnız ferdlerin kendi başına buyrukluğuna eşlik eden bir ahenksizlik olur ki; bunun neticesi de hayvanî insiyaklarla hareket edip, insan gibi muamele görmeyi bekleyen hedonist, sapkın, kimi zaman manyak, menfaatperest, anlayışsız, faziletsiz hilkat garibelerinin türemesidir.

Sık sık “Büyük Doğu-İbda ne işe yarar, neye faydası var?” gibi sorular duyarız. İşte bugün insanlığın pençesinde kıvrandığı ve beşeriyetini kaybetme noktasına geldiği bu hastalığın biricik devası, Büyük Doğu-İbda’dır. Yaşadığımız “âhir zaman”, Müslüman açısından en şiddetli musibetlere maruz kalınan dönem; bu bir bedahet... Musibetlerin ruhî ızdırabının şifasını, materyalist Batı eczanesinde aramak mecburiyetinde bırakılan ve yaşadığı hafakanlardan kurtulamayarak çoğu defa yitip giden Müslümanlar için, İslâm Eczanesinden nadide bir iksir hüviyeti taşımaktadır “Büyük Doğu-İbda”. Ne var ki, her hastanın içinde bulunduğu psikozdur; çileli tedavi süreçleri karşısında hastalıktan yana tavır takınmak. Oysa ki “mütefekkirin mektebi, hekimin eczanesi gibidir. Oraya zevk duymak için değil, kurtaran ıstırabı çekmek için gidilir.” Böylelikle önce kendini kurtarır, ondan sonra da nasibin, istidadın varsa sen de kendi mevzuundan beri derman olursun insanlığın dertlerine. Lâkin unutmamak gerek, burada bile görüldüğü üzere devreye giren ahlâktır ki, ahlâk, İbda Hikemiyâtına göre aynı zamanda fikrin içine işlemiş olan işletici sıfat, ruhun merkezî fakültesidir, kendisinden zuhura geldiği fikri ileriye doğru zuhur ettirir.

***

Evvelâ hayvanî insiyakla hareket edip de insan gibi muamele bekleyenlere layığınca muamele ederek başlayalım. Hayvan gibi hareket edip de insan gibi muamele beklemeye sebeb olan şu tılsımı bir ortadan kaldıralım. Aynaların üzerine örtülmüş olan gaflet örtülerini bir kaldıralım ve herkesi kendi hâl ve hakikatiyle bir yüzleştirelim. Ondan sonra da görelim bakalım, aynadaki aksinden memnun olan var mıymış?

Baran Dergisi 485. Sayı, 28 Nisan 2016