Tüylerinizi diken diken edecek, benden nefret etmenize sebep olacak birkaç hususu alâkanıza sunacağım... Niyetim, gözden kaçırmış olduğunuz güzellikleri fark etmenizi sağlamak ve bu güzelliklerden ne kadar nefret ettiğimi anlatıp, aynı zamanda içimde Etna Yanardağı kadar birikmiş öfkeyi istifra etmek! Savulunuz musikişinas, her şeyi bilen, her şey hakkında lakırdı etmeye hevesli, tabiat savunucuları ve ahlâkmetreliğe soyunmuş, ruhundaki açlığı dilencilere duyarlı gözüküp, iki para karşılığında aciz ruhlarını doyuran sefil ceset torbaları...

Tabiatta hiçbir ânın tekrarı olmazken, dünya nasıl oluyor da aynı şekilde her badirede “hayatta kalmayı” başarıyor anlamış değilim. Ben tesadüflere pek aldırış etmeyen, “madem öyle yaptın, nah bu da karşılığı” diyen o heriflerden biriyim. Ettiğimi buluyorum herhalde... Zannedersem insanları hubris emellerime alet edişimden ötürü, şu hastalık alacaklı gibi yakama yapıştı: Tabiatın bir insan tarafından karşı konulmaz oluşu beni uyuz ediyor. Uyuz köpekleri bilirsiniz hani, kaşınır dururlar, olur olmadık her şeye ruh hastası gibi tepkiler verir. Hâlim böyle. Vücudumun değişik yerlerinde kızarıklık, döküntü ve yaralar ne gezer? Keşke olsaydı!

Yaşadığım şehir lohusa gibi, bir göğsünden oluk oluk kötülük diğer tarafından ise iyilik akıyor. Ben ise bu şehrin hemen her yerinde istediğim gibi hareket edebilme kuvvetine ermiş birisiydim. Bir gün bir şey oldu ve ben âniden tabiatın esrarengiz ahengine kafayı takıp, huzursuz bir adam oldum. Eski zevk ve sefa süren, rüşvetsever şaşaalı vakitlerimi özlüyorum.

Artık bir kuşun cıvıltısı, bir köpeğin havlaması, komşumun cam kenarına koyduğu o çiçekler; bunların hepsi beni hiddetlendirmeye yetiyor da artıyor... Tabiatın bu basit, gözden kaçırılmış güzelliklerinden uzaklaşabilmek için “Alaaddin’in Lambası”ndan çıkmış bu şehrin ‘taşkent’ kısmına taşındım. Görüş menzilimde zevkten bihaber, hiç de estetik olmayan mimari yapılar sıralıydı; bu manzara bana iyi geldikten sonra, sizin ruhunuzu sıkıyorsa ben ne yapayım? O eski, köhnemiş birbirlerini önemsiyormuş gibi yapan insan sürüsünün arasından kaçtım. Artık miyavlayan kediler, takla atarak kümese inen güvercinlerin kanat seslerinden ve camımın kenarına yumurtlayan kumrunun sesinden kurtulmuştum. Tüm bunlardan kurtulmuşken, bu sefer gökyüzüne daha fazla yaklaşmıştım. Olsundu, gökyüzüne karşı yapabileceğim hiçbir şey yoktu, zaten taşındığım sitenin üstünü komple taşla kapattırabilirdim de, bunu yapabilmek için uzun uzadıya uğraşmam gerekiyordu. Emrimde onlarca çalışan vardı, hiçbir şey yapmadan evimde durup bu tabiat düşmanı hastalığımın geçmesini bekleyebilirdim. Maalesef ki, ben bazı kişiler gibi ağacın dalında olgunlaşacak olan bir armut değildim. Öylece duramazdım, kendi çapımda muhakeme yapıp tabiî güzellikleri yenmem gerektiğine dair uçuk bir fikre kapıldım.

Güneş girmez karanlık odamda oturdum ve nöbetlerimden bir tanesi daha beni buldu! Bu insanüstü kudrete nail, biz toplumun üst kesimindeki insanlar tarafından bile zaptedilemeyen tabiat; bu ki üzerine şiirler, resimler, musikiler icra edilmiş, üzerine savaşlar verilmiş, bizim var olmamıza vesile olan şey; bu acayip söz dinlemez, laftan anlamaz, dili olmayan, -tabiatın dilinin sevgi olduğunu savunanlar olacaktır, ne yazık ki yanılıyorsunuz -kaşını gözünü iki yumrukla açamadığımız kavrayamadığımız şey yok mu... Tüylerimi diken diken ediyor.

Bir gün kıyafet dolabımdaki para dolu çantalardan birisini yanıma aldım. Ben böyle bir zatım, para olduktan sonra kıyafete ne lâzım kuzum? Daha evvel şehrin en iyi psikoloğunu huzuruma getirtmiş, el pençe divanda bulunan doktora ahvâlimi anlatmıştım. Doktorun beni teskin edip, bu tabiat denilen şeyin bir an olsun yolundan sapması sonucunda tüm insanlığın başına neler gelebileceğini anlatması neticesinde, rahatlar gibi olmuştum. Doktor bana kıyametten ve ondan sonraki safhadan biraz bahsedince ne kadar kötü ruhlu bir adam olduğumu idrak edivermiştim. Sahi nasıl da anladım böyle biri olduğumu? Demek ki, sandığınız kadar kötü birisi de değilmişim. Neyse, size asıl benden nefret etmenizi sağlayacak, belki de saçma bulacağınız bir şey söyleyeceğim, doktora ne sordum dersiniz? “Yav” dedim, “doktor, bana ne ki ya?”, “anlamadım efendim ‘bana ne derken’ neyi kastediyorsunuz?”, “bu kıyamet kopsun, nasıl kopar?”... Bu ezik, aşağılık ne idüğü belirsiz “saygı” denilen şeyden nasibini almamış köpoğlusu doktor bir anda kalktı, çantasını alır almaz beni terk etti.

Hani romanlardaki satırlara hayat veren bir senaryo vardır, bir adam bataklığa düşer sonra panikler ve yavaş yavaş batmaya başlar, kendisini ölüme götürecek paniği yenebilmesi için bir dal parçası yeter, kurtulacağını sanır... Ben de öyle yapmaya çalıştım, olmadı! Dünyanın çivisini biraz daha gevşetmek maksadıyla bir gökbilimci ve bir de meteorolog ile ortak toplantı ayarlattım. Uşaklarım sağ olsun, gerekli kişilere gerektiği kadar ücret ödendiği takdirde her şeyi kolayca halledebilirler. Herkesin bir fiyatı yok mudur? Şimdi böyle söyledim diye bazılarınız kızacaktır, günümüz toplumu neredeyse dünyanın her yerinde köle-efendi ilişkisiyle bağlantılı değil midir? Ahlâk, prensip falan bırakın bu palavraları, doğruyu söylediğimi siz de iyi biliyorsunuz. Neyse ben bu durumdan memnun birisi olarak mevzuuma devam edeyim: Toplantı yaptığımız biri sönük yüzlü, diğeri de pespaye tipli iki adama şikâyetlerimi ilettim. Araştırıp menfi bir şekilde bana geri dönüş yapmaları için bir ay müddet verdim. Aradan geçen bu süre zarfında benliğimi paramparça eden suallere cevap bulunamadı. Ya ben onları anlamadım yahut da anlamak istemedim! Ben işin daha mistik tarafındayım!

İnternette gezinirken bir filmin sahnesine ait olduğunu öğrendiğim şu sözlere tanık oldum: “Bu sabah doğaya yakınlaşma ihtiyacı hissettim. Doğaya yakın olmak tüm tasalarınızı alıp götürür. İnsan doğaya yakın olmalıdır. ‘İlham perime neden saklandığını sordum. O da asıl saklanan sensin’ dedi. Yüzümüzü örten maskelerin esiriyiz. Eğer maskemizden kurtulabilirsek, gerçeğin güzelliği bizim olacaktır. Bu sabah kendime dair mesai yapabilmek için dağa çıktım. Doğa, kendimizi görebileceğimiz bir aynadır.” Bu ifadelerin bir anlığına da olsa hoşuma gittiğini sanmıştım. Sonra bu filmin senaristini öldürmek istedim, suç mu?

Ressamlar özellikle 20. yüzyılın başında çalışmalarını daha gerçekçi yapabilmek adına tabiatla iç içe yerlerde çalışmayı yeğlemişlerdir. C. Monet, S. Dali, P. Picasso’nun bazı san’at eserleri dört duvar, ücra köşelerde yapılmamıştır. Bu yüzden resimden de nefret ettim! Hatta Dali’nin ağzında yosun, elinde fırça, bir ‘can simidine’ monte edilmiş tuval ve çalışma masasıyla denizin ortasında resim yaptığı bir fotoğrafa rastlamıştım. Tabiata karşı savaş açmam gerektiğini ilk hissettiğimde, nereden başlamam gerektiğini bilmiyordum ve şehrin yirmi dört saat açık kütüphanesine gitmiştim. Burada tabiatın kuvvetiyle alakalı bir kitaba rastlamıştım. Kitapta “teslim olduktan sonra rahatlanabileceği” yazıyordu. Mamafih bu bana yaraşır bir şey değildi! Hiçbir şekilde tabiata diş geçiremedim ve neticede kasvetli evimde bir sinema sistemi kurdurttum. Dünyanın sonunun geldiği ne kadar film varsa sipariş ettim. Bu hareketim kısa süreliğine de olsa inleyişlerim azaldı. Ta ki yeni parti sipariş ettiğim kaotik filmlerin arasından sizin bayılacağınız o yapıt çıkana kadar. Yetkin kişiliğimin her zerresiyle sizi temin ediyorum, bunlar bir adamın rüyası falan değil, hayır yazımın sonunda bunun bir rüya olduğunu söyleyip, ucuz ayak oyunlarıyla sizi kandırmayacağım. Ben ki, ömrümün bu güzel günlerini iğne üstünde yaşayan, kendimden başka hiçbir dünyevî varlığın kudretine inanmayan insan olarak size tabiat düşmanlığı aşılayacak şu şiiri ileteyim de neşeniz yerine gelsin.

“yazık, ilgi fukarası
köpek hâlâ
Gönül çelme hevesiyle sürtünür
Katilin çevik bacaklarına.
Heyhat yeşil gölgeleriyle karaağaçlar
Köyün kıyısında bir çocuğa
Tecavüz eden adamı korur hâlâ.
Kör, yardımsever toz
Bugün bile bizi kaybettirmeye azmettirir
Katillerin izlerini.”
Sonra uyandım ve celladına kafasını uzatan mahkûm gibi, önce korkarak derin bir nefes çektim ciğerlerime... Kafamı camdan dışarı çıkarıverdim; kedi kendini sevdirmedi diye, babasının karşısında saçını başını yolan yarım metrelik bir kız çocuğu gördüm... Bundan güzel manzara olur muydu ya?

Bu anlattıklarımın rüya olmadığını söylemiştim, eh kusura bakmayınız, baksanız da pek fark etmez de neyse... Şanslısınız ki -yazının tamamından anlaşılacağı üzere- ben dosdoğru bir adamım. Şöyle düşünün, bunların rüya olmadığını söylerdim, bu notları bir yerde bulduğumu falan söyler sizi kandırırdım. Ama işin eğlencesi kalır mıydı?

Baran Dergisi 637. Sayı